Tarih boyunca kadının sokakla
ilişkisinden eksik olmayan gerilim, kadını eve bağlamak ve toplumsal cinsiyeti
onun kimliğine iliştirmek için kullanıldı. Ama ne olursa olsun şehrin
sokaklarında gezinen, özgürlük peşindeki kadınlar her zaman var oldu. Lauren
Elkin’in kitabı Flâneuse: Women
Walk the City in Paris, New York, Tokyo, Venice and London (Flanöz: Paris, New
York, Tokyo, Venedik ve Londra’da Şehirde Yürüyen Kadınlar), bizi bu kadınlarla
tanıştırmakla kalmıyor, hepimize sokağa çıkma ve avarelik etme şevki aşılıyor.
Kentsel dönüşüm projeleriyle sayısız estetik operasyona maruz kalmışcasına
ruhundan olmasına rağmen, İstanbul sokaklarında yürümek benim için bir serüven
olmayı sürdürüyor. Karmaşası ve alacalı bulacalı haliyle beni daima şaşırtan bu
şehri amaçsızca arşınlamanın hazzı bir başka. Her şeyden önce metropol
hayatının dayattığı hıza bir başkaldırı bu. Yürümek, yavaşlamak ve şehrin
dokusunu bir sünger gibi emmek demek. Merakım ve keşfetme isteğimle kol kola girip
yürüdüğümde taksiyle ya da toplu taşımayla bir yerden bir yere giderken
olduğundan çok daha fazla şey ilgimi çekiyor. Mecbur kalmadıkça bu araçları
kullanmaktan bile kaçınıyorum aslında. 18 yaşımda rüştümü ispatlamak için
ehliyet almış olsam da o günden bu yana direksiyon başına oturmuşluğum yok. Yani,
adımlarımı şehrin ritmine bırakarak aylak aylak yürümek tam bana göre. 1840’larda
Paris pasajlarında kaplumbağa gezdiren flanörlerle boy ölçüşemem elbette. Kendisi de bir flanör olan
Alman felsefeci Walter Benjamin, bu örnekle flanörlüğün temposu hakkında bir
fikir edinebileceğimizi söylemişti. Kimdir şehri kaplumbağa adımlarıyla aheste
revan dolaşan bu flanör? 19. yüzyılın ilk yarısında, Paris’in sokaklarında ve
pasajlarında aklına estiği gibi gezinen, bitmek tükenmez bir ilgi ve merakla
şehri gözlemleyen bir kâşif. Fransızca’da avare gezgin anlamına gelen flâneur
kelimesi, yazar ve
çevirmen Ahmet Cemal’in anlatımıyla “avare dolaşırken aynı zamanda çevrenin
izlenimleriyle düşünce üreten kişidir.” Şehrin devinimi onu büyülese de bu devinimin bir
parçası değil, gözlemcisidir. Başıboş flanör şehrin sokaklarında kaybolurken
kadın flanör, yani flanözün esamesi okunmuyor muydu acaba? Lauren Elkin, Flâneuse: Women
Walk the City in Paris, New York, Tokyo, Venice and London (Flanöz: Paris, New
York, Tokyo, Venedik ve Londra’da Şehirde Yürüyen Kadınlar) adlı kitabıyla bu
soruya yanıt arıyor. Yazar George Sand’den sanatçı Sophie Calle’a, savaş
muhabiri Martha Gellhorn’dan yönetmen Agnès Varda’ya sanatçıların flanözlük
deneyimlerini ortaya koyarak flanör kavramının cinsiyetlendirilmiş yapısını
sorguluyor. Yaşadığı şehirleri, yaratıcı ve gözüpek flanözlerin ayak izlerini
takip ederek keşfeden Elkin, okuyucuya da modern zamanların planlı, programlı
ve hızlı yaşam tarzına kafa tutma ve şehri yeni baştan keşfetme hevesini
bulaştırıyor.
Korunaklı yaşamdan şehrin karmaşasına
Çocukluğum
süresince her yaz Tuzla’da bulunan sitemizde şehir hayatından uzak, korunaklı
ve mutlu günler geçirirdim. O günlerin naifliği uzun yıllar benimle kaldı.
Herkesin birbirini tanıdığı, tehlikeden uzak ve emniyetli olan bu ortamda
yaşarken, insan dünyanın geri kalanının da bundan ibaret olabileceği izlenimine
kapılabiliyordu. Bir terrarium’un yapaylığına sahip olan site yaşamı, Elkin’in
çocukluğunun geçtiği, 50’li yılların Amerikan rüyasının yaratıcısı olan New
York, Long Island’daki banliyölerle benzerlikler taşıyordu. Gençliği o yıllara
tekabül etmese de banliyönün düzenli hayatından şehrin keşmekeşine karışma
isteğini erken yaşta duyumsamaya başlar Elkin. Eleştirel düşünmeye başladığında,
banliyönün mecbur kıldığı, tamamen taşıtlara bağlı bir yaşam tarzına şüpheyle bakmaya başlar. Yürüme
kültürünün olmayışının özellikle kadınları nasıl etkilediğini şu sözlerle anlatıyor:
“Bu durum otoriter bir algı yaratıyor. Merak etmeyen bir kadın aile kurumundan
bir adım öteye gidemez. Muntazam sistemi, yakındaki alışveriş merkezi, uçsuz
bucaksız döngüler halindeki yollarıyla banliyö düzeni ona belirli sınırlar
dayatır. Madame Bovary’den Revolutionary Road’a edebiyattaki isyânkar banliyö
kadınlarının nasıl öldüklerini bir düşünün. Büyük hayaller kur, sonun ölüm
olsun.” Kitapta etraflıca anlatılan Amerika’nın banliyö yaşantısı, günümüzde
İstanbul’un çehresini değiştiren sayısız rezidans ve sitedeki yaşam tarzlarını
çağrıştırıyor. Şehrin içinde bile olsa çevreden kopuk, güvenli ve içe dönük bu
yaşam alanları alışveriş merkezleriyle çevreleniyor ve insanları biteviye bir döngünün
içinde debelenmeye itiyor. Oysa yaşam sokaklarda.
Elkin
de şehrin, yaşamın ta kendisi olduğuna inandığı için 1999’da, 20’sindeyken
Paris’in yolunu tutar. Galeries Lafayette’den aldığı iki küçük defterle şehrin
sokaklarını arşınlar ve her vakit bulduğunda bu defterlere bir şeyler
çiziktirir. Yürüyüşlerinde yalnız değildir hiçbir zaman; geçmişte aynı
sokaklarda ilham bulan, özgürlüğün peşinden giden ve başkaldıran kadın yazarlar
eşlik eder ona. Flanöz kavramının tam anlamıyla hakkını veren George Sand
mesela. Sand, 1831 yılında, henüz 24 yaşındayken, iki çocuğundan birini yanına
alarak taşradan ayrılır ve Paris’e yerleşir. Kıt kanaat geçinmeye çalışırken
“taşranın etkilerinden bir an önce sıyrılmak, hem zamanın düşünceleri hem de
üsluplarıyla, kısacası güncel olan her şeyle tanışmak ister.” Tiyatrolar,
müzeler, kulüpler, sokaktaki yaşam... Her şeyi izler. Ancak dönemin giysileri,
“çılgın bir kalabalık içinde kaybolmuş bir atom” gibi hissetmesine elverişli
değildir. Bunun üzerine, kanunlar kadınların pantolon giymelerini yasaklamış olduğu
halde radikal bir karar alır. Kendisine gri kaba bir kumaştan bir redingot,
pantolon ve yelek diktirir. Gri şapkasını takıp, kalın yün kravatını da
bağlayınca, sokaklarda dikkat çekmeden ve özgürce hareket etmeye başlar. Zarif
ayakkabılarının yerini alan altı demirli alçak topuklu çizmeleriyle, “kaldırımlara
sapasağlam basar, Paris’in bir ucundan diğerine uçuşur.” “Yürüyerek bütün
dünyayı gezebilecekmiş gibi hissediyordum” sözleri onun tam anlamıyla bir
flanöz olduğunun göstergesidir.
George Sand
Şehirler ve kadınlar
Şehirler,
sokaklarını kadınlara açmak konusunda her zaman cömert olmadı. Paris’te 20.
yüzyıla kadar kadınlar sokaklarda boş boş gezme özgürlüğüne sahip değildi. İngiltere’de
19. yüzyılda gece sokakta görülen her kadın fahişe olduğu şüphesiyle polis
tarafında doktora götürülür ve bekaret kontrolüne zorlanırdı. Zafer Toprak’ın
Türkiye’de Kadın Özgürlüğü ve Feminizm kitabında belirttiği üzere, Osmanlı’da
uzun yıllar kafes ardında kalmış kadının temel sorunu kamusal alana çıkmaktı.
“Kadının özgürlüğü sokaktan, sokağa çıkmaktan, yanında aile efradı olmaksızın
sokakta tek başına yürümekten geçiyordu.”
Sokak,
kadını dışlasa ve hatta yaftalasa da onun özgürlük arayışını elinden alamadı.
Elkin, bu arayışı hiç bırakmayan kadınların ışığında flanöz kavramının
derinlerine iniyor. İngiltere’nin kadını bastıran Viktoryen çağında yetişmiş
olan yazar Virginia Woolf Londra sokaklarında dilediğince gezme cesaretini
göstermeseydi kadınlara kendilerine ait bir odaları olmasını, ne olursa olsun
üretmelerini ve para kazanmalarını söyleyebilir miydi? Elkin, Woolf’un ve romanlarında
yarattığı pek çok kadın kahramanın flanöz olduğuna inanıyor. “Londra’da yürümeyi
seviyorum. Kesinlikle taşrada yürümekten daha iyi” diyen Mrs Dalloway karakterini
20. yüzyıl yazınının en büyük flanözü sayıyor. Woolf’un şehirle kurduğu derin
bağ ise 31 Mayıs 1928 tarihli günlük yazısında görülüyor: “Londra’nın
kendisinin sonsuz bir çağrısı var, kışkırtıyor, bana bir oyun, bir öykü, bir
şiir esinliyor, ayaklarımın beni Londra sokaklarında taşımasından öte zorluk
çıkarmadan.” Sokakların sesinin, zaman zaman durup dinlediği ve yakalamaya
çalıştığı bir tür lisan olduğunu düşünen yazar, bir anlamda kadınlara
sokakların cazibesini gösteriyor.
Toplumsal normlar, örf ve adetler bugün dahi kadının sokakla ilişkisini
sekteye uğratıyor. Kitabın sonsözünde, şehrin tarafsız olmadığını, feminizme
dair bir mesele olduğunu söylüyor Elkin. “Tahran’dan New York’a, Melbourne’dan
Mumbai’ye bir kadın halen şehirde bir erkeğin rahatlığıyla yürüyemiyor.”
*Vogue Türkiye Ekim 2016 sayısında yayınlandı.