23/08/2007

Dream a little dream of Husam


Do you want to take a journey through the unconcious pathway of mind? Husam el Odeh’s jewellery designs are the one way ticket to this pathway which is full of surprises says Seda Yilmaz

When it knocks the door of their minds, people are afraid to let their unconscious in. Unlike most people, Husam el Odeh is a very hospitable host. He likes to invite his unconscious purposefully and then create unexpected pieces of jewellery. “Even when you are awake there is a degree of unconsciousness. Most people deny or stop it. I try to allow it to move freely,” says Husam. That’s why when he started collecting combs at one point, he let it happen without questioning his action. “I quite like random as well. Sometimes random and unconsicous come together and that creates a great combination.” His work reflects the happy marriage of random and unconscious with pieces like collar necklace, comb glasses and opera glove. By juxtaposing different materials he challanges people’s expectations. Familiar becomes surprising and bizarre in his hands.
“I refer to my dreams. Quite often I work in my dreams,” he remarks. If he were to live in the 1920’s, Husam would undoubtedly be one of the central characters of the surrealist movement. He would have worked alongside with Andre Breton, Man Ray and Rene Magritte and contributed their attempts to liberate the unconscious mind. “Once I came up with this idea and thought that someone else has done it already. It didn’t occur to me that I saw it in my dream. Then, I realized that it was my idea but I dreamt about it.”
Husam’s body conscious designs takes its roots from his fine art pieces that he created. Before started working as a jewellery designer in London, he was in Berlin studying fine arts. Eventually his art grew into jewellery. “My work as an artist was always very body related. Jewellery is one of those in-between fields which is perfect for me. I can work on conceptual ideas while designing jewellery,” explains the designer. His designs blurs the boundary between art and fashion. So, they are more like art pieces rather than jewellery. They make you think and question the nature of each piece. Metal is one of his main materials. “I like natural materials but I also like juxtaposing them with artificial materials. I use leather, fabric and wood as well. It’s nice to mix materials. I like my designs to seem extremely cheap and extremely expensive at the same time,” says Husam. He mixes opposites that work well with each other and create things that you don’t expect to see. That kind of contrast makes his designs strong and suprising.
Even though he likes shocking people, it doesn’t come as a surprise that Topshop sponsored him. He designed for the Fashion East in 2005 and was awarded with Topshop New Generation sponsorship for a couple of seasons. Success can be evil when it causes too much of an ego boost. But Husam doesn’t suffer from this “I achieved a lot so the world revolves around me” attitude. He prefers being modest and never forgets to add a pinch of smile to his modesty. “I suppose you can call my designs art work. They’re fairly artistic at heart,” he says when asked to describe his work. Then he smiles and adds “It sounds really pretentious.”
“I was fairly dismissive of fashion when I was doing fine arts,” he admits. This blase attitude towards fashion opened up new boulevards in his mind. He also owes a lot to his dual roots. Being brought up by Lebanese parents in Germany made him realize that there’s always another way of looking at things. “I think I’m really lucky as I have both Middle Eastern and European background. Having dual roots opened my mind for new possibilities,” he says. Even though it is hard to conquer, as he puts it, he feels like he belongs to London. “I’ve been living here for 8 years. I still love it because it surprises me all the time. It’s truely multicultural and this makes it open to new impulses. When I’m out of London, I feel like I’m missing out.”
Husam is fascinated by the works of Andre Breton, Meret Oppenheim, Hussein Chalayan and Rebbecca Horn. “I like the ironic nature of surrealism. Even though it comes accross really serious, it involves a lot of irony,” he says. He finds Hussein Chalayan’s conceptual designs close to his understanding of design. “I love Hussein Chalayan’s work. Marios Schwab showed me one of the images from his shows when I was in Berlin and was really dismissive of fashion. It was such a strong image that it stuck with me a long time. He has a strong relationship with the body which I feel my work has as well.” Husam likes designers who have a body conscious approach. That’s why he’s been working with Marios since his degree show. “We complement each other. I have an element of fetish and harshness in my work which goes well with his body conscious femininity and sexiness. I really enjoy working with him. He’s one of the most talented ones in the fashion scene now. His work is almost like sculpture,” says Husam.
Surrealism is not the only reference point in his designs. Ordinary things he come across in everyday life take a different shape in his imaginative world. His playful and ambigous work is a product of his strong imagination. That’s why he really likes finding random things. “They tell stories I don’t really know. They make me imagine the person who own them and it kicks off my fantasy.” He has the same eyes as we all have but his way of looking at things makes a big difference in what he perceives. When he opens the window of his eyes, he sees what others don’t see. “The glove thing started with this glove I found on the bus. Then, I saw this beautiful illustration about a glove that gets lost and has a strange journey. I really like that weird and over-the-top story. That’s how I designed the opera glove,” says Husam.Husam is not one of those people who is scared of running out of ideas. Because he knows that every time he opens the window of his eyes and the door of his mind, his imaginative world welcomes new ideas. That’s what makes him and his work extraordinary.

Hollywood efsanesinin tanrıçası

Marlene Dietrich’in tok ve erkeksi sesi 1920’lerde Berlin kabarelerinde ve tiyatrolarında yankılanmaya başladı. Dietrich’in etkileyici sesini duyanlar, onun mesafeli ve davetkar bakışlarıyla karşılaşanlar büyülendi. Karşılarında çekici ve donuk, feminen ve maskülen gibi birbirinin zıttı kelimeleri içinde barındıran bir kadın duruyordu. Hollywood tarafından keşfedildiğinde bir tanrıçaya dönüşecek olan kadın…

Marlene Dietrich, sinema yıldızlarının gökteki yıldızlardan farksız olduğu bir dönemde belirdi izleyicinin gözlerinin önünde. O yıllarda sinema filmleri özenilesi zengin ve ışıltılı bir hayatın sembolüydü. Sinemanın sessizliğini yıkıp sesli günlere geçtiği 1930’larda sinema yıldızları tıpkı efsanelerin tanrıçaları gibi gizemli ve ulaşılmaz varlıklardı. Marlene Dietrich bir efsane olmadığını iddia etse de Almanya’dan Amerika’ya gelip beyazperdede belirmeye başladığında kitleler uzun kirpiklerin ardındaki mağrur bakışlar tarafından efsunlandı.
Kabare kızı doğuyor
Marie Magdalene Dietrich, 1901 yılında Berlin’de dünyaya geldi. Müzik, küçük yaşlarından itibaren Dietrich’in hayatında önemli bir yere sahip oldu. 12 yaşında ilk keman resitalini verdi. Marie Magdelene, 1915 yılından itibaren ailesinden miras kalan azim ve başarma hırsıyla yavaş yavaş Marlene Dietrich karakterini yaratmaya başladı. Oyuncu olmayı kafasına koyduktan sonra Almanya’nın en ünlü tiyatro yönetmeni Max Reinhardt’tan ilk oyunculuk derslerini aldı. Berlin’deki tiyatro ve kabarelerde oyunculuk kariyerinin ilk adımlarını attı.
1923’te tiyatro yönetmeni Rudolf Sieber’le evlendi Dietrich. Çiftin evlilikleri süresince başkalarıyla yaşadıkları ilişkiler dolayısıyla evlilikleri ‘açık evlilik’ olarak nitelendirildi. Özel hayatı konusunda hiçbir zaman konuşmayarak gizemini korumayı başaran Dietrich, ilişkileriyle olduğu kadar yaşam tarzıyla da toplumda şok etkisi yaratmayı başardı. O, daima toplumun beklentilerini ve tabuları göz ardı ederek yaşayan bir tanrıça oldu.
Tanrıçanın keşfi
1930’lara gelindiğinde Dietrich’in femme fatale imajı Almanya’da dikkatleri çekmeye başladı. Tüm dünyanın vamp Marlene Dietrich’i tanıması onun Hollywood’a adım atmasıyla gerçekleşti. Dietrich’i keşfederek Amerika’ya gitmesine sebep olan ünlü yönetmen Josef von Sternberg onun için, “Dietrich’i keşfeden kişi olduğum söyleniyor. Ancak, bu inanış çok yanlış. Ben toprağın altında gömülü olan kemikleri bulan bir arkeolog değilim ki. Güzel bir kadını eğiten, kusurlarını örten ve onu görsel bir afrodizyak haline getirip dikkatli bir şekilde izleyiciye sunan bir öğretmenim” demişti.
Dietrich, “Sermayem ışıltı. Bunun için de ışıltı satarım ben” diyerek Hollywood’un en parlak yıldızı olacağının sinyalini verdi. Von Stenberg’in yönetmenliğini üstlendiği ‘The Blue Angel’ filminde elde ettiği başarıyla birlikte Nazi yönetimi Dietrich’e yakınlaşmaya çalıştı. Asi ruh Dietrich’in setlerdeki arkadaşlarını toplama kamplarına gönderen bir rejime destek vermesi düşünülemezdi. Çok sevdiği ülkesini terk ederek Amerika’ya yerleşti Dietrich ve 2. Dünya Savaşı’nı karşı ittifakı destekleyerek geçirdi. 1937 yılında Nazi Almanyası’ndan duyduğu rahatsızlığı gözler önüne sermek için Amerikan vatandaşı oldu. Söylediği ‘Lili Marlene’ şarkısı, onu Avrupa ve Kuzey Afrika’daki Amerikalı askerlerin gözbebeği haline getirdi.
Androjen güzellik
Ernest Hemingway’in “Sesiyle bile kırabilir kalbinizi. Ve sonra tek bir sözcükle iyileştirebilir yaralarınızı” dediği Dietrich’in güzelliğiyle büyüledikleri arasında hem kadınlar hem de erkekler vardı. ‘Morocco’ filminde üzerinde smokiniyle bir kadının elinden çiçek alan Dietrich, kadının eline bir öpücük kondurduğunda izleyiciler hayrete düştü. Erkek kıyafetleri içindeki bu kadın başka bir kadının eline öpmekle kalmadı elindeki çiçeği bir erkeğe fırlattı. “Avrupa’da kadın ya da erkek fark etmez. Kimi çekici bulursanız onunla sevişirsiniz” açıklamasını yapan Dietrich’in androjen imgesi döneminin kadınlarından oldukça farklı ve cüretkardı.
Asker üniforması ve frak gibi erkek giysilerini sadece filmlerinde giymekle kalmadı Dietrich. 1932 yılında ‘The Sign of The Cross’ filminin gala gecesine, kavalyeleri Maurice Chevalier ve Gary Cooper ile aynı giysiler içinde geldiğinde büyük bir skandalın başrol oyuncusu oldu. “Ben görüntüm adına giyiniyorum. Kendim, toplum, moda veya erkekler için değil” diyerek Marlene Dietrich imgesini başarıyla yarattığını kanıtlamış oldu. Dietrich, Marlene Dietrich adındaki tanrıçayı kendi elleriyle yarattı. Gerçek Dietrich’i ise hayatının sonuna kadar gözlerden saklamayı başardı.

09/08/2007

Elveda moda sihirbazı























Moda dünyası, sihirbazlar, palyaçolar ve akrobatlarla dolu bir sirk olsaydı eğer Isabella Blow, bu sirkin en renkli ve eksantrik karakteri olurdu. Philip Treacy imzalı şapkalarının içinden modanın yeni yeteneklerini çıkarırdı. Dudaklarından eksik etmediği kırmızı rujuyla da hüzünlü bir palyaço olurdu zaman zaman. Blow, genç yaşta hayatına son verince sirkin tüm neşesi kaçtı.

Normlara ve toplumun beklentilerine uygun hareket etmek ona göre değildi. Kökleri İngiliz aristokrasisine dayanmasına rağmen o, daima düzene karşı oldu. Sıradan olmaya tahammülü yoktu. Sabah işe giderken bile kafasından şapkası, ayağından yüksek topuklu ayakkabıları, dudaklarından da kırmızı ruju eksik olmazdı. Çevresindekilerin şaşkın bakışlarına aldırmazdı. Onun için gösterişli giyinmenin saati yoktu. Hayatı boyunca kurallara meydan okuyan Isabella Blow, Virginia Woolf’un dediği gibi ölümün de meydan okumak olduğunu düşünmüş olacak ki geçtiğimiz mayıs ayında hayatına son verdi. Onun ardından bizlere söylenecek tek bir şey kaldı: “Neden yaptın bunu ebedi ilham perimiz Isabella?”

Modern zaman kaşifi
Isabella Blow, yeni yetenekler keşfederek moda dünyasına hayat veren bir modern zaman kaşifiydi. Modaya olan tutkusunu bir aşk ilişkisi olarak nitelendiren Blow, “Bazıları yemek yapmayı sever, bazıları bahçeyle uğraşmayı. Benim malzemem kıyafetler” demişti. Onun moda dünyasına adım atması 1981 yılında Bryan Ferry yoluyla tanıştığı Vogue dergisinin genel yayın yönetmeni Anna Wintour sayesinde gerçekleşti. 5 yıl boyunca Wintour’un yanında asistanlık yapan Blow, 1986’da Londra’ya dönerek Tatler dergisinin moda editörü Michael Roberts ile çalışmaya başladı. 1993 yılından itibaren İngiliz Vogue dergisinde ardından da Sunday Times gazetesinde moda editörlüğü yaptı. Ölümüne kadar yaptığı moda çekimleri Tatler dergisinin sayfalarını süsledi.
Modanın çılgın dahisinin aklından geçirdiklerine yetişmek olanaksızdı. Zihni bir kelebek misali yeni bir fikrin ardından yeni bir yeteneğin üzerine konardı. Blow, Alexander McQueen ve Philip Treacy gibi tasarımcıların yanı sıra Sophie Dahl, Iris Palmer ve Stella Tennat gibi modelleri keşfetti. İlk keşfi, Royal College of Art’da okuyan şapka tasarımcısı Philip Treacy oldu. Treacy, Blow sayesinde Chanel ve Alexander McQueen defileleri için şapka tasarlamaya başladı. Treacy’le tanıştıktan 3 yıl sonra Alexander McQueen’in Central Saint Martin’s’den mezun olurken yaptığı defilede sergilediği tüm koleksiyonu satın alarak onun yıldızının parlamasının yegane sebebi oldu. Keşfettiği yeni yetenekleri koşulsuzca sevip destekleyen Blow, onlar için manevi bir anneden farksız oldu. İngiliz modasının yaratıcı anlamda çok zengin olmasına rağmen maddi olarak çok fazla gelir getirmediği aşikardı. Son yıllarda keşfettiği isimlerden beklediği desteği göremeyen Blow, “Ayaklı bir billboard gibiyim ama artık bunu bedava yapmaya devam edemeyeceğim. Genç yetenekler ağaçlarda yetişmiyor” diyerek kırılgan yönünü görünür kıldı.

Kırılgan ruh
Blow’un renkli kişiliğinin altında gizlediği kırılgan bir yanı vardı hiç şüphesiz. 1958 yılında Londra’da doğan Blow, Sir Eveleyn Delves Broughton ve ikinci karısı Helen Shore’un çocuğu olarak dünyaya geldi. Trajediyle küçük yaşlarda tanıştı. Dört yaşındayken erkek kardeşi havuzda boğulduğunda annesinin olayı soğukkanlılıkla karşılamasını hiç unutmadı. Yıllar sonra “Her şeyi hatırlıyorum. Olaydan sonra annem yukarı çıkıp dudaklarına rujunu sürdü. Ruja olan tutkumun sebebi annemin bu davranışı olabilir” dedi. Annesinin 14 yaşındayken ailesini terk edip gitmesi de onun ruhunda derin bir yara açtı. Babasının yeni karısı ve 3 kız kardeşle yaşamak yerine Londra’da sekreterlikten temizlikçiliğe kadar her işi yaparak hayatını kazandı. Antik Çin sanatı okumak için New York’a taşındıktan sonra hayatının akışı değişmeye başladı. Sanat ve moda dünyasının ünlü isimleri çevresini sardı.
Blow, dışarıdan bakıldığında herkesin özeneceği bir hayat sürüyormuş gibi gözükse de gerçekler görünenden farklıydı. Hayatı boyunca antidepresan ilaçlara bağımlı olarak yaşadı. Depresyondan muzdarip olduğu için Philip Treacy’ye yaptığı ziyaretlerin bir terapi gibi olduğunu düşündü. “Kendimi kötü hissettiğimde Philip’e gidip onun tasarladığı şapkaları deniyorum. Şapka takmak estetik ameliyat olmak gibi” diyerek şapkaların ve Philip’in ruh hali üzerindeki olumlu etkisinden bahsetmişti. Son zamanlarda arkadaşlarına ölmek istediğini söylemeye başlamıştı. İki kez intihara teşebbüs etti fakat başarılı olamadı. İki yıl önce Londra’da bir köprüden atladıktan sonra iki ayağı birden kırılınca çok sevdiği topuklu ayakkabılarını giyemez oldu. Antidepresan ilaçlar ve parlak moda dünyası onu içine düştüğü karanlık dünyadan kurtarmaya yetmedi ve Blow bir kez daha hayatına son verme teşebbüsünde bulundu. Kocası Detmar Blow onun kansere yenik düştüğünü iddia etse de Blow’un tarım ilacı içerek kendi iradesiyle bu dünyayı terk ettiği ortaya çıktı. Çevresini değiştirip güzelleştirme yetisine sahip nadir insanlardan birini daha kaybetmiş olduk. Isabella Blow, gün geçtikçe daha da sıradanlaşan dünyamızın gerçek ikonuydu.

04/08/2007

Moss alfabesi

Dersimiz dilbilgisi. Konumuz Moss alfabesi. Alfabeyi sökenlerin yakasına birer kırmızı kurdele takacağım dersin sonunda. Yıldızlı pekiyilerinizi de Kate Moss’tan alacaksınız. Evet, yanlış duymadınız. Yıllardır dergi sayfalarındaki en cool bakışların sahibi, stil ikonu, kült model Kate Moss. Onun alfabesinin yolu moda dünyasından geçiyor. Moss alfabesini sökmek moda dilini konuşmaya başlamak demek. Herkes Kate Moss’un konuştuğu moda dilini konuşmak istiyor ama nafile. Onun moda dili Moss alfabesi sökülmeden konuşulamaz! Alfabeyi öğrenmeye başlamadan önce zaman kapsülüne binip gençlik ateşi, pop art ve büyük kültürel değişimlerin zamanına, 1960’lara geri dönmemiz gerekiyor. Hazır mısınız?
Yıl 1966. Leslie Hornby, nam-ı diğer Twiggy oğlan çocuklarını andıran görüntüsüyle moda dünyasını kasıp kavuruyor. Modacı Mary Quant’ın öncüsü olduğu mod akımı Twiggy’e altın çağını yaşatıyor. Mini eteği icat eden Quant’ın yarattığı kıyafetler tam da Twiggy’nin çıta vücuduna göre. Ürkek bakışlı, kırılgan görünümlü Twiggy bir anda tüm dünyanın sevgilisi oluveriyor. Ümidin, iyimserliğin ve gençliğin sesi Twiggy moda dergilerinin kapaklarında gençliğin zaferini kutluyor adeta. Artık kızlar anneleri gibi görünmek istemiyor. Genç kızların yeni idolü Twiggy. Hepsi onun kadar zayıf olmak, onun giydiği kıyafetleri giymek istiyor. Asık yüzlü renkler, hanım hanımcık kıyafetler sevilmiyor artık. Dünya, mod akımının op ve pop art ilhamlı kıyafetleri ve parlak renkleriyle, fosforlu kalemle boyanmış gibi pırıl pırıl parlıyor. Mary Quant ve Twiggy el ele vermiş rengarenk bir dünya yaratıyorlar. 60’ların enerjisini yansıtan bu ünlü modacı ve onun “Mod Kraliçesi”yle tanıştığınıza göre yolculuğumuza devam etmenin vakti geldi.
Zaman kapsülümüze binip 1990’lara doğru yol alırken Twiggy ve Mary Quant bizleri uğurluyor. Yanlarından ayrılırken Twiggy kulağıma fısıldıyor: “Tacımı Kate Moss’a devrettim. 90’ların Twiggy’sine benden selam söyle.” 90’lara doğru yol alıyoruz hızla. Şimdi sizi Moss alfabesinin yaratıcısıyla tanıştıracağım.
90’ların Twiggy’si
90’larda Calvin Klein reklamlarında boy gösterdiğinde tüm dünya Kate Moss’un mesafeli bakışlarıyla karşılaştı. Dickens’ın “Büyük Umutlar”ındaki Estella’ya benzetirim ben onu. Estella gibi mağrur, ukala ve kendinden emin bir havası vardır.
Estella’nın Pip’e çektirdiği acıları küçük Kate de çocukluk aşkına çektirmiş midir acaba?
Twiggy’nin varisi, 14 yaşında JFK Havaalanı’nda keşfedildi. 16’sında John Galliano defilesinin “lolita”sıydı. Tüm gözler küçük kız çocuğu görünümlü Kate’e çevrildi ve Kate bir anda tüm dünyanın gözbebeği oldu. “Beni ne kadar görünür hale getirirlerse, ben o kadar görünmez olacağım” diyen asi kız Kate, umursamaz tavırlarıyla herkesi şaşkına çevirdi. Moda dünyası böylesi fütursuz ve cüretkar bir kızla ilk kez karşılaşıyordu. Eleştiri okları ortaya çıkmakta gecikmedi tabi. Eleştiri oklarını itinayla bileyenler hızla Kate’e doğru fırlatmaya başladı. Zayıf görüntüsünün anoreksia’nın yaygınlaşmasına neden olduğu söylendi. “Heroin chic” görüntüsünün yaratıcısı olmakla suçlandı. Kırılgan kız çocuğu, zırhı sayesinde yara almadı bu oklardan. Eleştirilere yine ona yaraşır bir cevap verdi: “Artık sadece anoreksia olmakla değil akciğer kanseri olmakla da suçlanıyorum.” Aldığı her ok onu daha da başarılı olmaya itti. Soğuk ve mesafeli bakışlarıyla dünyaca ünlü modacıların ve fotoğrafçıların vazgeçilmezi oldu.
“Nedir Kate’in alamet-i farikası?” diyecek olursanız, “Bakışlarıdır” derim. Her moda çekiminde bir başka Kate çıkar karşımıza. Her bakışı başka bir kişiliğini ortaya çıkarır Kate’in. Kimi zaman seksi bir kadın, kimi zaman küçük bir kız çocuğu, kimi zaman da erkeksi tavırlı bir kadın oluverir. Alman fotoğrafçı Inez van Lamsweerde “Kate, vücut ölçüleri ve tavırları bakımından herkesten farklıdır. O, neslimizin ilham perisi” demiştir Kate için.
Moda Dili
Trendleri takip etmeyen tarzıyla Kate Moss “Moss”ca bir moda dili konuşuyor. Cüretkar tavrı giyim tarzına da yansıyan stil ikonunun bir sonraki adımının ne olacağını kestirmek çok zor. Zaten bunun için Kate her zaman “ilk”lerin yaratıcısı olarak anılıyor. Kadınların Hermes Birkin çılgınlığını başlatan o. Londra sokaklarında beyaz Hermes Birkin çantasıyla boy gösterdiği günden bu yana çantaya sahip olmak isteyenlerin oluşturduğu uzun bir bekleme listesi var. Hantal ve komik görünümlü Ugg botlar Kate’in ayağında görüldükten sonra geçtiğimiz kışın en etkili trendi oldu. Şifon elbiselerin altına kovboy çizmeleri giyen de o, kıyafetlerini kocaman kemerlerle tamamlayan da. Moss dilinin en sevdiği şeylerden biri işte bu stil oyunları. Bu yüzden Kate her daim değişen kendine özgü tarzıyla karşımıza çıkıyor. Hayatının geri kalanında kıyafetlerini giymek isteyeceği üç modacı var Kate’in: Alexander McQueen, John Galliano ve Stella McCartney.
Nev-i şahsına münhasır bir tarz Kate Moss’unki. Moss alfabesini söktüyseniz eğer bu tarza bir adım yaklaşmış sayılırsınız. Biraz dikkatli bakarsanız bundan böyle Kate Moss’un dergi sayfalarından size göz kırptığını göreceksiniz. Bu da mükafatınız işte!

Kate’in Alfabesi
Alexander McQueen: Yaratığı fantastik kıyafetlerle Kate’in vazgeçemediği modacılardan biri Alexander McQueen. McQueen 2000 yazında dokümanter film yapımcısı George Forsyth ile İbiza’da Kate’in yatında evlendiğinde nedimesi Kate olmuştu. McQueen-Moss ikilisi her şeyden önce çok iyi iki dost. İkisi de moda dünyasını şaşırtmayı seviyor.
Birkin çanta: Kadınların sahip olmak için birbirleriyle yarıştığı, şarkıcı Jane Birkin’e ithaf edilmiş olan kült çantayı ilk keşfedenlerden Kate. Sex&the City’nin bir bölümüne konu olan çanta için dizinin çılgın halkla ilişkiler uzmanı Samantha Jones şöyle demişti: “Bu çanta ‘Başardın’ diye bağırıyor.”
Calvin Klein: 90’larda Calvin Klein’ın reklamlarında soğuk bakışlarıyla karşılaştık Kate’in. O günden bu yana ne moda dünyası, ne de biz vazgeçemedik ondan. Calvin Klein jeanleri ve CK yazılı iç çamaşırlarını onun sayesinde sevdik. Aranızda Calvin Klein One kullanmayan var mı?
F. Scott Fitzgerald: Kate’in en sevdiği yazar. Ona olan sevgisini düzenlediği 30. yaş günü partisinin temasını yazarın romanındaki gibi “Güzel ve Lanetli” olarak belirleyerek gösterdi. Kate tıpkı kitaptaki gibi 1920’li yıllardaki New York sosyetesinin kıyafet ve makyajıyla gecenin yıldızıydı.
John Galliano: Kate, 16 yaşında Galliano’nun defilesinde yer aldığından bu yana modacının gözdesi olmayı sürdürüyor. Kate’den başka kim Dior’un 2002 sonbahar koleksiyonun ilham kaynağı olmayı başarabilir?
Lila Grace: Kate’in 2 yaşındaki sevgilisi, kızı Lila Grace.
Mert Alaş-Marcus Piggot: Beymen reklamlarında arz-ı endam eden Kate’in çekimlerini gerçekleştiren müthiş ikili. Vogue, Pop ve W dergileri için her seferinde bambaşka Kate’ler yaratan yine bu ikili oldu.
Narciso Rodriguez: Bir zamanlar büyük aşkı Johnny Depp’le katıldığı Cannes Film Festivali’nde giydiği gri Narciso Rodriguez elbisesini kim unutabilir ki?
Pete Doherty: Kate’in son aşkı rockçı Pete Doherty. Pete’in uyuşturucu bağımlısı olması çiftin mutluluğunu gölgeleyemiyor. Başına buyruk Kate her an Pete ile evlenip hepimizi şaşkına çevirebilir.
Stella McCartney: Paul McCartney’nin moda dünyasında harikalar yaratan kızı Kate’in hem en yakın arkadaşı, hem de en beğendiği modacılardan biri.
The White Stripes: Grubun “I Just Don’t Know What to Do With Myself” şarkısının klibinde Kate’i izleyenler ona bir kez daha hayran oldu. Klip bittiğinde söylenecek tek şey kaldı bizlere: “Bu yaşta bu güzellik inanılmaz.”
Vintage: Moss alfabesinin vazgeçilmezi. Kate’in giyim tarzının tarifi: 2 ölçü vintage, 1 ölçü tasarım kıyafetler, bolca zevk. Bunların üçünü mixere atıp iyice karıştıran Kate tadından yenmez nefis bir görüntü sunuyor bizlere.