02/05/2018

Hayata nasıl tutunmalı?

Çevrenize bir göz atarsanız, insanların 2018’e karşı pek umut beslemediklerini göreceksiniz. Kim bilir belki siz de o umutsuzlardan birisiniz? Karamsarlığa gömülmüş bir vaziyette, dünyanın gidişatının iyi olmadığını düşünerek beklentileri neredeyse sıfırlayanlar çoğunluktayken, bu karamsarlık sarmalından çıkmanın sadece ve sadece sizin elinizde olduğunu söylesek bize inanır mısınız?


Dünyanın sosyal, ekonomik ve politik havasını koklayarak geleceğin trendlerini öngörme konusunda en yetkin isimlerden Li Edelkoort’la kısa süre önce yapılan bir söyleşide kendisine şu soru yöneltiliyor: “Gelecekten umutlu musunuz?” Bunu yanıtlayabilmenin zor olduğunu söylüyor ünlü trend avcısı. “Birbirleriyle çatışan zihniyetler o kadar çok ki” derken, durumun ciddiyetini göstermek istercesine yumruklarını sıkarak birbirine vuruyor ve bunun neredeyse kimin kimi yeneceğini tahmin etmeye çalışmak gibi bir şey olduğunu söylüyor. Konuşmasını, “Eninde sonunda, genç kuşağın hümanizmi seçeceğini düşünüyorum” sözleriyle sonlandırması yüreklere su serpse de Edelkoort’un sözünü ettiği zihniyetler çatışması için global bir tehdit demek abartılı olmaz. Bunun yanında, otoriter rejimlerin güçlenmesi, kadınların kazanılmış haklarına dair gerilemeler, küresel ısınma ve doğanın tahrip edilmesi gibi pek çok etmen tehdit hissini pekiştiriyor. Hem dünyada hem de Türkiye’deki dinamiklerin ani değişkenliği pek çoğumuzu diken üstünde tutarken, geleceğe ilişkin umutların kırılmasıyla karşı karşıya kalıyoruz. Klinik psikolog Hilal Bebek, insanların artık daha karamsar olmalarının nedenini şöyle açıklıyor: “Bulunduğumuz yere ait ve güvende hissetmek en temel ihtiyaçlarımızdan. Son yıllardaysa yerel ve küresel gidişatla birlikte, beklenmedik ve bizleri terörize eden olaylar güvenlik algımızı zedeliyor. Bizim başımıza gelmese bile olayları izlemek ve şahit olmak yetiyor. Bu durumda, hayatın öngörülebilirliği azalıyor; hayal kurmak daha fazla risk içeriyor. Oysa hayatın anlamlı olabilmesi için insanın hayale, arzuya ve tutkuyla bir şeylere bağlanmaya ihtiyacı var. Fakat güvenlik ihtiyacı söz konusu olunca, kendini gerçekleştirme ve yaşamda anlam bulma ihtiyaçlarımızdan feragat etmeye başlıyoruz.” 

Dış dünyaya karşı iç dünya
Dış dünyadaki can sıkıcı gelişmelere karşın hayatı anlamlı kılmak bizim elimizde aslında. Yaşamda neyi iyi yapıyorsanız ve size ne iyi geliyorsa ona dört elle sarılarak işe başlayabilirsiniz. Bunun için zaman zaman kendinizi her şeyden soyutlayabilirsiniz bile. Bu soyutlama sırasında ruhunuzu doyurabildiğinizde, dış dünyaya bakış açınızın da değiştiğini göreceksiniz. Şayet dış dünyanın, iç dünyanızı ele geçirmesine izin verirseniz sıkışmışlık hissinizin yoğunlaştığını sezeceksiniz. Sözgelimi ben, gün içinde haberleri sık sık Twitter’dan takip ettiğim zaman karamsarlığa kapıldığımı ve bu sayısız habere maruz kalmanın da bir nevi uyuşturucu etkisi yarattığını fark ettiğimden beri olan biteni gazete okuyarak öğrenmeye özen gösteriyorum. Bu yaşadığım sayesinde, hem sinsice içime yerleşen duyarsızlaşmayla yüzleşmiş oldum hem de yaşamımda beni tanımlayan şeylere daha sıkı tutunmaya karar verdim. İki dünya savaşına şahit olmuş büyük yazar Stefan Zweig, kitle çılgınlığının egemenliğindeki zamanlarda insanın kendine sadık kalabilmesinin ne büyük bir yüreklilik, dürüstlük ve kararlılık gerektirdiğini söylememiş miydi?


Hilal Bebek, umutsuzluğun insanı ketleyen ve gelişimi durduran bir duygu olduğunu dile getiriyor. Sorunu ve çözümü dışarıda aramanın, umutsuzluğumuzun sorumluluğunu biraz da dışarı atmak anlamına geldiğini anlatırken, uzun yıllar Nazi toplama kamplarında kalan ve bu insanlık dışı kamplardan sağ kurtulan psikiyatrist Viktor E. Frankl’ı örnekliyor. Frankl, İnsanın Anlam Arayışı kitabında, zorluk ve acımasızlıkla dolu koşullar altında deneyimlediklerinin kendisini varoluşsal olarak nasıl dönüştürdüğünü anlatır. İnsanın onurunun ve değerlerinin çiğnendiği, özgürlüğünün elinden alındığı, ölümle burun buruna yaşanan bir ortamda bunu nasıl başarmıştır? Nasıl umutsuzluğa düşmeden hayata tutunmuştur? Kendi kendine kalarak kurduğu ve koruduğu iç dünyasının zenginliği sayesinde. Bu öyle bir dünyadır ki, acıdan gözleri yaşarırken bile, kendini toplama kampı psikolojisi konusunda ders verirken hayal edebilme gücü verir ona. Toplama kampında fiziksel ve zihinsel yaşamın olabildiğince ilkelliğe zorlanmasına rağmen, tinsel (manevi) yaşamın derinleşmesi olasılığından söz ederken, dondurucu soğukta, gardiyanların dipçik darbeleriyle yapılan bir yürüyüşte, o esnada hayatta olup olmadığını bile bilmediği karısıyla ilgili düşlere ve düşüncelere dalışını ayrıntılı bir biçimde tasvir eder. “İnsanın içsel gücü, onu dışsal kaderinin üstüne çıkarabilir” ifadesinin ardındaki gerçek de budur. Yani, şartlar ne olur olsun, kendimize, değerlerimize ve ruhumuzun sesine sadık kalarak hayatı yaşamaya değer kılabiliriz. 

İnsanın, yaşamının sorumluluğunu alarak onu anlamlandırması kendisine bağlı. Dış dünyanın gürültüsü arttığında sığınabileceğimiz bir iç dünya inşa etmek işte bu yüzden önemli. Sanatçı Taner Ceylan, iç huzurunu yakalamadan dıştaki olumsuzluklarla baş edemeyeceğini söylüyor. Kendine vakit ayırarak, kendini dinleyerek ve hissederek içsel gücünü koruyan Ceylan, “Her zaman elimizden gelen işi, eylemi gerçekleştirmenin hayrını gördük” diyor ve ekliyor “Bu dünya neler gördü? Üstelik ne olursa olsun 2017’nin, yeni başlangıçları hazırlayan bir dönüşüme giriş yaptığımız yıl olduğunu düşünüyorum. 2018’in de yeniliklere izin verirsek iyi bir yıl olacağına inanıyorum.” Müzisyen Jehan Barbur, ülke ve dünya meselelerine duyarlı bir sanatçı olarak, yaşananların kendisini hayattan ve benliğinden kopardığını, umutsuzluğa ittiğini gizlemiyor. Ama mutsuzluğa teslim olmak yerine, bu haliyle hayatı kucaklamaya ve gücü yettiğince etrafına fayda sağlamaya çalıştığından bahsediyor. Yaratmaya ve üretmeye devam etmesini de yaşam hakkını savunma güdüsüne, kendini ifade etme ve anlatma ihtiyacına bağlıyor. “Olanlara katlanmamı sağlayabilecek daha iyi bir yol bilmiyorum.” Her iki sanatçının söyledikleri, Hilal Bebek’in konu hakkındaki görüşlerini doğrular nitelikte. Tüm konjonktüre rağmen hepimizin merak, keşif ve tutkuya ihtiyacı olduğunu söyleyen Bebek, tutkuyla kendi değerlerine bağlı kalmayı sürdüren insanın daha dirençli olduğunu savunuyor. “Üretmeye devam etmek, merak edecek ve öğrenecek şeyler bulmak, hayalini kuracağımız anlamlar yaratmak, psikolojik bağışıklığımızı acılara karşı yükseltiyor. Bizi mutlu edecek şey, ulaştığımızda bitmeyecek anlamlar yaratmak. Mutluluğu, değerlerimiz üzerinden tanımlamalıyız. Üretmek, yardım etmek, öğrenmek... Değerleriniz her neyse. Bunlara sarılmak ve mutluluğu bunlar üzerinden yeniden anlamlandırmak gerek.” Görünen o ki, hayata tutunabilmenin somut bir reçetesi yok. Hepimiz, yaşamlarımızın sorumluluğunu sırtlanıp, kendimizle başbaşa kalarak ve çabalayarak, kendimize has değerlerimizi ve kavramlarımızı bularak reçetelerimizi oluşturabiliriz.

*Vogue Türkiye Mart sayısında yayınlandı.