29/12/2015

Moda koşu bandında


Son altı ayda, beş büyük modaevinin kreatif direktörü çalıştıkları markayla yollarını ayırdı. Ard arda gelen Raf Simons ve Alber Elbaz’ın ayrılıkları sistemi sorgulayan seslerin yükselmesine yol açtı. Biz de durmaksızın artan hızı yüzünden nefes nefese kalan moda sistemini nasıl bir geleceğin beklediğiyle ilgili kafa yormaya karar verdik. Ufukta köklü bir değişim mi var?

Helmut Newton

Şimdi bir düşünün. Mesleğinizde olabileceğiniz en iyi pozisyonlardan birindesiniz. Dolgun bir maaşınız var. Çalıştığınız şirketin tüm imkânları emrinize amade. Başarı grafiğiniz gün geçtikçe yükseliyor. Hayat standardınızı muhafaza edebildiğiniz için memnunsunuz. Sahip olduğunuz unvan size ün ve saygınlık kazandırıyor. Üstüne üstlük sevdiğiniz işi yapıyorsunuz. Gelgelelim, kendinize ve yaptığınız işe yabancılaştığınızı hissediyorsunuz. Bu durumda işinize devam mı edersiniz? Yoksa her şeyi göze alıp istifa mı edersiniz? Dior’un tasarımcısı Raf Simons tercihini ikinciden yana kullandı. Kişisel sebeplerden ötürü, üç buçuk yıldır başarıyla çalıştığı markadan ayrılma kararı aldı ve hayatındaki diğer ilgi alanlarına yönelmek istediğini açıkladı. Bu alanlara sadece adını taşıyan markasının değil, iş dışındaki tutkularının da dahil olduğunu söyleyerek, kendini salt mesleği üzerinden tanımlamaya karşı olduğunu da ima etmiş oldu. Belçikalı tasarımcı, 2 Ekim’de sunduğu 2016 ilkbahar-yaz defilesinden hemen önce, “Pek çok şeyi sorguluyorum. Birçok insanın da sorguladığını hissediyorum. Bu konuda sohbetlerimiz oluyor. Her şey nereye gidiyor diye soruyoruz. Konu yalnızca kıyafetler değil. Kıyafetler, internet ve her şey” sözleriyle son zamanlarda moda dünyasının süratinden ötürü gittikçe artan hoşnutsuzluğu dillendirmiş oldu. Simons’un ayrılığının yarattığı şok etkisinin üzerinden sadece altı gün geçmişken Lanvin’in 14 yıllık tasarımcısı Alber Elbaz markayla vedalaştı. Lanvin’in yatırımcısının kararıyla gerçekleşen bu olay, moda endüstrisinin yaratıcı ruhları öğütme konusunda ne kadar acımasızlaştığını gösterdi. Elbaz, haberden birkaç gün önce düzenlenen bir gala gecesinde yaptığı konuşmada, “Biz tasarımcılar hayaller, sezgiler, duygular ve düşüncelerle kadınların ne istediklerini anlamaya çalışan birer modacı olarak yola koyulduk. Eskiden yaptığımız buydu. Ardından kreatif direktör olduk. Şimdiyse imaj danışmanı olmamız gerekiyor. Beklenti ve heyecan yaratırken her şeyin iyi fotoğraf verdiğinden emin olmalıyız. Ekran bağırmalı bebeğim! Kural bu; gürültü prim yapıyor. Bense fısıltıyı tercih ediyorum” diyerek modada gelinen noktayı özetlemiş oldu.
Bu sansasyonel olayların ardından moda basını da konuyu eleştirel bir şekilde ele aldı. New York Times’ın moda direktörü ve eleştirmeni Vanessa Friedman, “Modada bir şeyler çürüdü mü?” diye düşündürücü bir soru ortaya attı. Amerikan Vogue’un yetkin moda kalemi Sarah Mower, Simons’un ayrılığıyla ilgili, “Tek bir tasarımcı ve modaevinden çok, kimsenin anlayamadığı bir şekilde çılgınca kendinden kaçan bütün moda sistemini yansıtıyor” yazdı. Vogue International editörü, moda otoritesi Suzy Menkes, “Moda neden çöküyor?” başlıklı makalesini, “Eskiden boş kalan tahtlar için modanın “sandalye kapmaca oyunu” derdik. Şimdi işler daha ciddi bir hâl almaya başladı. Bu kez kurtlar sofrasına kim fırlatılacak?” sorusuyla bitirdi.

Guy Bourdin

Doyma noktasına yaklaşan moda
Tüm bu gelişmelerin üzerine, trend analiz şirketi WGSN’in Defileler Yöneticisi Lizzy Bowring’den konuyla ilgili görüş almaya karar verdim. Tüketicilerin daha çok istemelerini, tasarımcıların da daha çok üretmelerini dikte eden bir kısır döngünün içindeyken moda sistemi doyma noktasına yaklaşmış olabilir miydi? “Gerçekten yaklaştı. Koleksiyonlar, reklam kampanyaları ve soluksuz sosyal medya yayınlarıyla girişimler dur durak bilmiyor. Bu sürate ayak uydurmak zor. Lüks markalar, kreatif sürecin etkinliğini ve verimini arttırmanın yollarını arıyorlar. Bununla birlikte, yatırımcılarla aralarındaki finansal bağların baskısı var. Dolayısıyla yaratıcı süreç gitgide güçleşiyor. Moda sisteminin istikrarsız hızı yüzünden yakında yaratıcı ruhlardan geriye hiçbir şey kalmayacak. Hiç şüphesiz tüketicilerin de alabilecekleri şeylerin bir limiti var. İnsanların “Durun, yeter, bunalmış hissediyorum, bu kadarı fazla” diyecekleri bir an gelecek. Bununla da kalmayacak. Özellikle perakende sektöründe, daimi ihtiyacı karşılamaya yönelik baskı, sonunda satışlardaki ciddi düşüşleri takiben fiyat indirimlerini de beraberinde getirecek.” Bowring, işi gereği dünyadaki tüm sosyokültürel gelişmelere karşı daha duyarlı olduğu için öngörülerinin uzun vadede gerçekleşme olasılığı oldukça yüksek. Ani bir devrimle karşılaşmayacağız belki ama zamana yayılacak bir değişimin kapıda olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Geçen Mart ayında ünlü trend avcısı Lidewij Edelkoort’la röportaj yaptığımda o da benzer fikirler paylaşmıştı. Yazdığı Anti Fashion Manifesto’yla modanın öldüğünü beyan ederek günümüz modasının açmazlarını ortaya koyan Edelkoort’un söylediklerini bugün bir kez daha hatırladım. Ona göre, Jean Paul Gaultier ve Viktor & Rolf’un hazır giyim koleksiyonu tasarlamayı bırakmaları önemli bir göstergeydi. Sistemin baskısından yorgun düştükleri ve yaratıcılık alanları kalmadığı için bu tercihi yaptıklarını söylemişti.

Defileler, ünlüler, Instagram sağanağı, artan üretim çarklarıyla beslenen moda dünyasının kaotik yapısıyla ilgili tasarımcılar da seslerini yükseltmeye başladılar. WWD (Women’s Wear Daily), endüstriden farklı isimlere modanın kontrolden çıkıp tükenmişlik sendromuna doğru yol alıp almadığını sorduğunda birbirinden farklı görüşler ortaya çıktı. Viktor & Rolf’un tasarımcıları, “Kurallara göre oynamak için çok çabaladık ama yaratıcılığımızın, endüstrinin taleplerine aykırı olduğunu hissettik. Haute couture ve parfüm alanına yoğunlaşmak bize yaratıcılığın hazzını hatırlattı. Moda parayla işleyen bir endüstri olduğu için onun hızını belirleyen şey yaratıcılık değil” derken, İngiliz tasarımcı Paul Smith, önümüzdeki 10 yıl içinde endüstride yeni düzenlemeler yapılmak zorunda kalınacağına ve buna bağlı olarak herkesin biraz daha sakinleşeceğine inanıyor. “Büyük şirketler daima daha fazlasını istiyorlar. Bir balona sürekli üflemeye devam ederseniz sonunda patlar.”

Diğer taraftan, modanın hızının zamanın ruhunu yansıttığına inanan tasarımcılar da var. “Hız tutkunu” Karl Lagerfeld, modanın bir spor olduğunu iddia ediyor ve “Koşmanız gerek” diyor. “İyi bir matador değilseniz arenaya adım atmayın” sözleriyle de sistemin kurallarına uymayan tasarımcıların sahanın dışına sürüleceğini dolaylı olarak anlatıyor. Markası her geçen gün büyüyen Michael Kors’a göre tarihte moda ve stille bu kadar çok insanın ilgilendiği bir dönem olmamıştı. “Her gelir grubundan, her yaştan, her milletten... Modanın tükenmişlik sendromuna dayandığını söylemek yerine, daha çok insan için daha çok merak uyandırdığını söyleyebilirim.”

Sarah Moon

Gelecek ne getirecek?
İnsanın, özünden ve insanlığından kopup kendisine ve yaşadığı topluma yabancılaşmasını en iyi işleyen yazarlardan olan Franz Kafka, “Yaşamın yürüyen şeridi, insanı alıp bir yerlere götürüyor – nereye götürdüğünü bilen yok. İnsan, canlıdan çok bir nesne” der. Bir nesneye dönüşmekten kaçış yok mu? Modanın da içinde bulunduğu sistemin hızıyla başımız dönerken zaman zaman durup düşünmeye çalışmak gerek belki de. “Ben sadece mesleğim, sahip olduklarım ve hedeflediklerimle düzenin bana uygun gördüğü şablonu yaşamak üzere mi dünyaya geldim?” diye sormak. Raf Simons’un kendisine bu soruyu yöneltip yöneltmediğini bilemeyiz ama moda dünyasının en prestijli markalarından birinden kendi isteğiyle ayrılma yürekliliğini göstermesinin sisteme bir başkaldırı niteliğinde olduğunu savunabiliriz. Yaratımıyla benliği arasında, yabancılaşmadan doğan bir uçurumun oluşmasına göz yummayacak yaratıcı bir ruh olduğunu, “Üzerinde düşünmediğim koleksiyonlar hazırlamak istemiyorum” demesinden anlayabiliriz.

Elbette lüks modaevlerinin tasarımcı koltukları hiçbir zaman boş kalmayacak. Ancak Bowring’e göre, önümüzdeki yıllarda Azzedine Alaia, Tom Ford ve Dries Van Noten gibi, sayısız koleksiyon üretme çılgınlığından sıyrılmış bağımsız tasarımcıların sayısı artacak. “Büyük şirketlere bağlı olmayan markalarda, finansal sonuçlar üzerindeki baskının daha az olduğuna dair güçlü bir iddia var. Bununla ilişkili olarak, tasarımcılar bireysel yaratıcı süreç üzerinde daha fazla kontrol sahibi oluyorlar. Onlar özlerine sadık kaldıkları ve büyük finansal desteklerin peşinde olmadıkları sürece moda zevk vermeye devam edecek.” Sistemin şalterini indirip yavaşlatmak elimizde olmayabilir ama hepimiz kişisel sorumluluk alarak hem modanın keyif veren yanını el üstünde tutabilir hem de sektörün yaratıcılarının yenip bitirilmesine karşı durabiliriz. Bir defilede gördüğümüz kıyafete anında sahip olma arzusu duymadığımızda, tüketim alışkanlıklarımızı incelediğimizde ve “Daha fazla, daha fazla” diye diretmediğimizde kendimiz ve sistem için iyi bir şeyler yapmaya başlamış olacağız.

*Vogue Türkiye Aralık sayısında yayınlandı.

30/11/2015

Kadınların yaş kapanı


Moda ve popüler kültür yeni bir kitleye merak sardı: Yaşlılar. 57’lik yıldız Madonna’dan, 37 yaşındaki oyuncu Maggie Gyllenhaal’a pek çok ünlü yaş ayrımcılığına maruz kaldıklarını söylerken bu merakın gerçekliğini sorguluyoruz. 20’lerini geride bıraktıkları andan itibaren kadınlar için saati geriye sarmaya çalışmaktan başka seçenek yok mu?

Bette Davis

Kadınların zamanla arasında bir çekişme var. Onu alt etmek için boş yere uğraşmalarının sebebi, çağımızın gençlik obsesyonu. Kadın, geçen yılların yüzünde ve vücudunda bıraktığı yaşanmışlık izlerini en aza indirmek için çabalamalı. Saçlarındaki beyaz telleri boyayla kapamalı. Mini etek giyme zevkini en geç 45’ine kadar doya doya yaşamalı. Kendinden genç bir adama aşık olacaksa bunu 60’larına gelmeden yapmalı. Aksi takdirde “gülünç” duruma düşer. Sınırları toplum tarafından üstüne basa basa çizilmiş bir alanda, kadınların zamanla mücadelesi durmaksızın sürer. Konu erkekler olduğundaysa zaman hep onların lehine işler. Erkek, genç sevgilisi varsa çapkın, kır saçlara sahipse karizmatik, kırışıkları varsa olgun olur. Erkeğin yüzündeki çizgiler olgunlaşmanın nişaneleri olarak yorumlanırken, kadın söz konusu olduğunda her kırışığa yaşlılık emaresi gözüyle bakılır. Bir erkeğin 50’sini geçince yaşına uygun olmayan giysiler giydiği için eleştirildiğini duydunuz mu hiç? Oysa kadınların yaş aralıklarına göre belirlenmiş kıyafet kodları var. Yoko Ono, geçtiğimiz Şubat ayında 82 yaşına bastığında Don’t Stop Me (Beni Durdurma) adlı bir açık mektup yayınladı. Sanatçı, Bad Dancer parçasının video klibinde giydiği şortu kısa buldukları için kendisini eleştirenlere seslendi: “Benim yaşımda birinin kıyafetinin kesimiyle ilgili bile ayrı bir standart mı var? Tek bir şeyden korkuyorum. Yaş ayrımcılığı eleştirilerinin sonunda beni etkilemesinden, buna direnememekten ve yaşlanmaktan. Bu yüzden kulaklarımı tıkıyorum. Çünkü yaş ayrımcılığı yapılan bir toplumun ortasında dans etmek yalnız bir yolculuk.” 

Bu ayrımcılığa maruz kalmak için ille de yaşını başını almış olmak gerekmiyor. 37 yaşındaki oyuncu Maggie Gyllenhaal, Hollywood’da bir yapımcı tarafından 55’indeki bir adamın sevgilisi rolünü canlandırmak için fazla yaşlı bulunduğunu açıkladı. Aslında yaş ayrımcılığı, cinsiyet ayrımcılığıyla kol kola girip kadınları, erkeklerin gerisine düşürmeye çalışıyor.

88 yaşında Lauren Bacall 

Modada yaşlıların temsili
2015, modanın gençlik takıntısı konusunda günah çıkarma yılı oldu. Ünlü markaların kampanya çekimlerinde 20’lik tazelerin yanı sıra yaşlılarla karşılaştık. Céline’de Joan Didion (80), Givenchy’de Donatella Versace (60), Saint Laurent’de Joni Mitchell (71), Kate Spade’de Iris Apfel (93), Marc Jacobs’da Cher (69) ve Versace’de Madonna (57) markaların olgun yüzleri oldular. Bunun sadece ileri yaştaki kadınları yok saymıyoruz mesajı içerdiğine dair şüphelerim var. Aslında sistemin, tüketimin ateşini harlamak için daima yeni bir popülasyon arayışı içinde olduğunu biliyoruz. Danışmanlık şirketi A.T. Kearney’ye göre, dünyanın en hızlı büyüyen tüketici grubunu 60 yaş üzerindeki insanlar oluşturuyor. 2000 yılında dünyadaki 60 yaş üstü popülasyon 600 milyondu, 2010’da 800 milyona çıktı. 2050’de 2 milyara ulaşması bekleniyor. Dolayısıyla modanın yaşlıları kayda değer bulması şaşırtıcı değil.

Feminist yazar Erica Jong 50 Yaş Korkusu kitabında, “Peki kadınlar, en kalıcı kişiliklerinin tüketici olduğu, bağımsızlık ve özgün kimlik uğruna verdikleri her savaşımın karşısında “pazar yeri”nin acımasız diktasını buldukları, bu pazar yerinin onlara hâlâ hormondan şapkaya, kozmetikten estetik cerrahiye, her şeyin sınırsız bir tüketicisi gözüyle baktığı bir toplumda nasıl ruhsal güç edinecekler?” diye sorar. Sistemin derdi, kadınları ruhsal olarak güçlendirmek değil tabi; daha fazla tüketime teşvik etmek. Yaşlanmak kaçamayacağımız bir gerçekse neden bunu güçlü bir ruhla yaşamayı seçmeyelim?

Colette

Yaşa değil ruha göre yaşamak
Toplumsal normlara göre yaşlanmayı kabul etmeyip bildiğini okumanın ve gerçek benliğinin doğrultusunda gitmenin bedeli kadınlar için ağır oluyor. Geçtiğimiz Nisan ayındaki Coachella Festivali’nde Madonna, sahnede rapçi Drake’i öptüğünde basında işin “ahlaki” boyutunu sorgulayanların yanı sıra ünlü şarkıcının yaşına yakışmayan bir davranışta bulunduğunu ima edenler çoğunluktaydı. İngiliz gazeteci Piers Morgan “Büyükannenin 50 tonu” tweet’iyle yaş ayrımcılığını tescilledi. Yalnız değildi. Twitter’da pek çok kişi Madonna’nın yaşıyla ilgili tatsız espriler yaptı. Olaydan birkaç ay önce Rolling Stone dergisine verdiği röportajda Madonna, “Beni yaşıma göre yargılıyorlar. Çünkü genelde kadınlar belirli bir yaşa geldiklerinde belirli şekillerde davranmamaları gerektiğini kabulleniyorlar. Ben kurallara uymuyorum. Hiç uymadım; uymaya da niyetim yok” dediğinde yaş ayrımcılığıyla çoktan boğuşmaya başladığını göstermişti.

Peki bununla başa çıkmak mümkün mü? Konu hakkında, 20’lerden 50’lere kadınlığın her halini enine boyuna irdeleyen yazar Erica Jong’a başvurmaya karar verdim. Son kitabı Fear of Dying (Ölüm Korkusu), 60 yaşında, 50’sindeymiş gibi yaparak yaş kapanından kaçmaya çalışan bir karakterin etrafında dönüyor. Kadınların gençliklerini kaybetmelerinin onların çöküşü olarak addedilmesiyle ilgili, “Yaşlanma korkusunun, kısmen kadınlara diğer kadınlar tarafından dayatıldığını düşünüyorum ama bu tek katalizör değil. Genel olarak toplum yaşlanma korkusunu yaratıyor. Pek çok kadın onaylanmak için genç görünümlerini korumaları gerektiğine inanıyor. Bunun için estetik ameliyatlara yöneliyorlar. Yaşlanmanın kaybetmek anlamına gelmediğini anladığımızda (aslında tam tersine tecrübe, anlayış ve bilgelik kazanmak) genç kalmaya çalışma obsesyonundan kurtulabiliriz” diyor. Biz kadınlar yaşlanma korkusunu içimizde taşıdığımız sürece yaş ayrımcılığı yapanlara karşı güçlü bir duruş sergilememiz mümkün değil. Zamanın bozgununa uğramış gibi hissetmeden, belirli bir yaştan sonra tedavülden kalkacağımızı düşünmeden, iç dünyamıza eğilerek yaşlanmayı, korku olmaktan çıkarabiliriz. Son olarak 73 yaşındaki Jong’a kulak verelim: “Kadınlara tek tavsiyem, onları mutlu eden şeyin ne olduğunu bilmeleri ve bunu sahiplenmeleri. Hayattayken yaşamaları...”

*Vogue Türkiye Kasım sayısında yayınlandı.