20/02/2007

Turkish dress recipe


Take out your papers and pens. Bora Aksu reveals his secret recipe for making a dress.

Clothes have a taste of their own and this taste gives them the ability to speak different languages. When a dress is really delicious, it becomes easier to understand its language. Once you taste it and grasp its language, you’re one step closer to the designer’s narrative. Bora Aksu has a secret recipe for making dresses. “I always start out with something very personal like childhood reminiscences. Then there come other elements. For example, I mixed a pinch of punk, a pinch of Edwardian and a pinch of dream to make this dress,” says the Turkish born designer pointing out to a magnificent dress in his studio. I hear you saying, “Is that it?” Be patient! He mentions the most important ingredient at the end and I think this is what makes the distinction. “Love,” he whispers. “I put my love while designing each collection. People feel and taste it when you create something with love. This is an invisible force.” His invisible force is so strong that it continues to influence people since his Central Saint Martins Masters Fashion show. This show marked a major turning point for Aksu. His stand out collection received a huge response from the press and he was quoted as “the star of the show.”
He admitted that he never imagined such a success while studying business administration in Turkey. “I’ve always had a special interest in drawing and illustration. After I graduated, drawing became more than just a hobby for me. I started to create collections. At that point, I decided to move to London and study fashion design.” Leaving everything behind and moving towards an unknown world is a very brave step. Aksu managed to face the unknown and achieved a great success. “When I was creating my masters collection, I tried to find out my own taste by mixing everything I love. I knew that when I put together all the things I love, I could create a perfect harmony,” says Aksu. It seems like he discovered his secret recipe at the beginning of his career.
“With the help of God and luck” as he puts it, his masters collection provided him with a sponsorship award to start his own label collection. His off schedule Autumn/Winter 03 show took place during London Fashion Week in February 2003. “I was surprised by people’s keen interest to my show. I remembered thinking ‘I just graduated from university how come they heard about me and came to see my show.’ After the show, I took orders from London, Japan and Hong Kong. Everything seems like a dream, isn’t it? I thought these things happen only in movies.”
Aksu has been awarded with Top Shop New Generation sponsorship four times. When I saw pieces from his previous collections in his studio, I thought he thoroughly deserved those rewards. His designs are creative, imaginative and daring. He is quite successful in mixing various different textures. His last Spring/Summer 2006 collection proves to be distinguished once more. This collection is based on Aksu’s voyage to Turkey. He stayed in small villages of Turkey to perceive the essence and purity of Turkish culture. He effectively expressed his voyage by connecting various textures like chiffon and silk, with heavy cottons, leather and crocheted knit and lace. “Everything started out with a piece of stone that I took from a lake in a small village. Those stones became my colour palette in this collection. So, a Turkish village leaked into my collection,” says the designer.
Before I met Aksu, I was very curious about his relationship with his ego. As soon as he graduated from Central Saint Martins, he owned a great fame and success. His clients include Tori Amos, Elizabeth Jagger and Princess Diana’s cousin. Suddenly becoming at the centre of attention could make a person arrogant, but not Aksu. His great big smile and modest answers prove that he doesn’t have an intimate relationship with his ego. “While I’m creating my collections, I cut all my ties with the outside world. What I create is something very personal. This personal collection is suddenly exposed to the outside world with the show. However, I never design to make people like my clothes. I just design to please myself,” says Aksu. His words justify my belief that Aksu’s dresses don’t follow trends. They reflect the designer’s personal taste. His understanding of fashion doesn’t involve dictating women what to wear. He believes that fashion dictatorship belonged to the Nineties. “Fashion turned out to be something very personal.”Aksu achieved a lot by putting his heart to everything he created. You can perceive the most important ingredient of his recipe, his love, in every dress he creates.

Mischa'dan trend dersleri


Sex & the City’nin Carrie’si Sarah Jessica Parker’ın trendleri dikte ettiği günler geride kaldı. Yeni trend öğretmenimizin adı Mischa Barton.

Konu Los Angeles trendlerini yaratmak olunca ilk akla gelen isim Mischa Barton hiç kuşkusuz. Daima bir sonraki adımını merakla beklediğimiz Mischa’nın sırrı vintage’la ünlü tasarımcıların kıyafetlerini başarıyla bir araya getirmesi. Baştan ayağa marka giyinmenin kabusu olduğunu söyleyen Mischa’nın görüntüsü “Gardırobumu açtım ve önüme ne gelirse üzerime geçirdim” diye haykırıyor adeta. Bu zahmetsiz görüntünün sahibi kırmızı halıda ünlü stilist Rachel Zoe’nun seçtiği elbiselerle arz-ı endam ediyor. Mischa, Anna Sui’den Marc Jacobs’a birçok defilenin ön sırasındaki yerini aldığında üzerindeki kıyafetler defile sahibinin yeni tasarımlarından daha çok konuşuluyor. Dersimizin sonunda Mischa modanın dahileri olarak adlandırdığı Karl Lagerfeld, Alexander McQueen ve Matthew Williamson’ın adını defterlerinize not etmenizi istiyor. Ev ödevleriniz ise bu isimleri çizgisiz beyaz kağıda yüzer kere yazmak.

16/02/2007

BEKLE BENİ NEW YORK


Leyla Gediz’in uluslararası sanat fuarı Armory Show’da yer alacak olan ‘İntikam’ adını verdiği resmini New York’a uğurladık beraberce. Resimlerinin insanlarla arkadaş olmasını isteyen bir ressamın ‘İntikam’a vurduğu son fırça darbelerine tanık olmaya ve resminin söylediği şarkıya kulak vermeye ne dersiniz?

röportaj. Seda Yılmaz

Nişantaşı’ndaki evinin kapısını çaldığımda Leyla Gediz büyük bir heyecan içinde karşılıyor beni. Kapıyı açar açmaz özenle seçtiği kelimelerden oluşturduğu kocaman fiyonklu bir buket sunuyor. Telaş içinde bir resmi bitirme aşamasında olduğunu ve ona biraz zaman verebilirsem çok mutlu olacağını söylüyor. Yarım saatlik zaman diliminde resmini bitiremeyince de ‘İntikam’ resminin son rötuşlarıyla uğraşırken sohbetimize başlıyoruz. Leyla’nın fırçası resmin gölgelendirmesini yaparken ‘İntikam’ Frank Sinatra’nın ‘New York, New York’ şarkısını söyleyerek eşlik ediyor ona. ‘Haber salın/Bugün buradan ayrılıyorum/New York’un bir parçası olmak istiyorum” diye mırıldanıyor. Fırça resmin üstünde dans ediyor. Leyla da başlıyor resmin hikayesini anlatmaya.
“Bu resmi beni aldatan erkek arkadaşımın ruhundan kurtulmak için yapmaya başladım. Onun çalıştığı yerde resimdeki bu şişme iskelet asılıydı. Ondan ayrıldıktan sonra bu iskeletin fotoğrafını buldum. Beni aldatan adamı içimde öldürmenin en iyi yolu bu iskeleti resmetmekti” diyerek söze başlıyor Leyla Gediz. Sonra heyecanla Galerist olarak New York’taki Armory Show’a ilk kez katılacaklarını anlatıyor. Armory Show’dan sonraki durağı Brüksel’de doğum günü 20 Nisan’da açılacak olan sergiden bahsediyor. Kurulduğu günden bu yana çağdaş sanatın Türkiye’deki kalelerinden biri olan Galerist’te eserleriyle yer alan Leyla, Haziran ayında aynı galeride küratör olarak karşımıza çıkmaya hazırlanıyor. Birlikte görmeye alışık olmadığımız sanatçıları Galerist çatısı altında bir araya getireceğini söylüyor.
1974 doğumlu Leyla Gediz’in sanat yolcuğu 18 yaşında gittiği Londra’da Londra Üniversitesi ve Slade Güzel Sanatlar Okulu’nda aldığı resim eğitimleriyle başladı. Ardından Goldsmiths College’da görsel sanatlar alanında yüksek lisans yaptı. Türkiye’ye döndükten sonra ilk kişisel sergisi olan ‘Sahte Özgürlük Sergisi’ni 2002 yılında Galerist’te açtı. Bu sergiyi 2003’te ‘Sır Küpü’ ve 2005’te ‘Üniforma’ sergileri izledi. Galerist’le birlikte Madrid Arco, Basel ve Frieze gibi dünyanın en önemli modern ve çağdaş sanat fuarlarına katılma şansına sahip oldu. Madrid Arco’da sergilenen eserleriyle Los Angeles’taki Roberts&Tilton Gallery’nin yöneticisi Benneth Roberts’ın dikkatini çekti ve geçtiğimiz Kasım ayında aynı galeride ‘Yolcu’ adlı kişisel sergisiyle yer aldı.

Leyla’dan hikayeler
Leyla Gediz’in yaptığı her resmin altında yaşadığı kişisel bir hikaye hınzırca göz kırpar bizlere. Bu hikayeleri keşfetmekse o kadar kolay değil. Fotoğrafları dönüştüren, sembollerle çalışan ve sembollere yeni anlamlar yükleyen Gediz, resim yapma tekniğini ‘lucid dreaming-bilinçli rüya görme’ olarak tanımlıyor. O yarı-farkındalık halinde fırçasını oynatıp harikalar yaratırken bizler de onun resimlerinde hayatına dair ipuçları yakalamaya çalışırız. ‘Sır Küpü’ sergisinin katalog metni Leyla’nın resimlerinin alamet-i farikasını ortaya koyar: “Leyla Gediz'in resimlerinde bir şeyler oluyor. Tanıdık gelen ama bütünüyle de kavranamayan şeyler. Resimler bazı ipuçları taşıyor ve siz o ipuçlarının izinde kısa bir gezintiye çıkıyorsunuz. Sanki bir tur atıp geri dönüyorsunuz. Bir temas, bir bağlantı kuruyorsunuz ama tam olarak emin olamıyorsunuz: kim, nerede, nasıl ve ne?” İzleyiciyi cezbeden de Leyla’nın resimlerinin geçmiş harmanlı sırlarla örülü doğası.
“Resme ilk başladığımda daha çok geçmişle uğraşıyordum. Fakat zamanla resimlerim geleceği tayin etmeye başladı. Resmini yaptığım şeyler gerçekleşmeye başladı. Bu ara geçmişle de gelecekle de çok uğraşmıyorum. Tamamen şimdiki zamanla ilgileniyorum. Ama geçmişin de şimdiki zamanın içinde yer aldığını biliyorum. Dolayısıyla, bir anlamda resimlerimde geçmiş, şimdiki zamanın içine sızıyor” diyor. Bilinç düzeyinde düşünmese de resimleri geçmiş zamandan öğeleri barındırıyor içinde. Ablasının bir portresini çizerek ona ‘Penisilin’ ismini vermesinde de bu öğelerin etkisi var. “İnsanlar portreye bu ismi koymamın nedeni anlayamadılar. Ablam küçükken bünyesi çok zayıf olduğu için her akşam penisilin iğnesi olurdu. Bunun için de ablam dendiğinde ilk aklıma gelen şey penisilin. Resme en çok uyan ismin bu olduğunu düşündüm” diyerek açıklıyor ‘Penisilin’in hikayesini.

Mekanla resmin mutlu birlikteliği
Leyla resimlerine seçtiği isimlerle ve onları sergileme biçimiyle daima şaşırtır bizleri. Ayağına uymayan Pretty Fit marka ayakkabılarını resme uyduran bir ressam o. Dille, kelimelerin taşıdığı farklı anlamlarla ve mekanla oynar. Özellikle ‘Üniforma’ sergisinde Leyla’nın oyunbaz yüzüyle karşılaşırız. Bu sergiyle üniforma kavramını tersten okuyarak resim sanatında özgür olmanın önemini vurgular. “Sergideki üniforma dayatılan bir şey olmaktan çok benim giymeyi tercih ettiğim bir üniformaydı. Ressam üniformasını gönüllü olarak giyiyorum. Ben o üniformanın içinde mutluyum. Yani, giydiğimiz üniformayı benimseyebiliriz” diyor sergiyi anlatırken. Ayrıca, bu sergide resmin içinde ve dışında kalanları bir bütün olarak ele alır Leyla Gediz. Mekanı sergiden ayırmak yerine, serginin bir parçası olarak görür. Mekan ve formun birbirinin ayrılmaz parçaları olduğunu düşünmesi Leyla’yı enstalasyona bir adım daha yaklaştırır. Mekandaki ağırlık merkezi olarak gördüğü resmin mekanla iletişimine daima kulak vererek sergilerini bütüncül bir bakış açısıyla tasarlar.
Leyla bütüncül bir bakış açısına sahip olsa da her şeyi baştan tasarlayan bir sanatçı değil. Bu da onun tekniğini ve resimlerini daha spontane hale getirir. ‘Resimlerin kendi otonomisi olduğuna inanıyorum. Bunun için de resme bir düşünceyle başlayıp çok farklı bir sonuçla bitirebilirim. Resmi yaparken benim tahayyül bile edemeyeceğim bambaşka şeyler çıkıyor karşıma” diyor Leyla.
Karşısına çıkan bambaşka öğeleri tuvaline buyur eder. Evinde olduğu gibi tuvalinde de misafirperverdir. Önceden saptamadığı öğeler Leyla’nın misafirperverliğinden o kadar etkilenir ki resmin sonunda onu şaşırtarak şükranlarını sunarlar. “Önceden belirlemediğim şeyler resmin içinde karşıma çıkıyor. Bunların ortaya çıkması benim için de sürpriz oluyor. Bu anlamda kendi resmim beni şaşırtmış oluyor” demekten çekinmiyor. Onu en çok şaşırtan resimlerden biri ‘Üniforma’ sergisindeki ‘Kuşlar’ resmi. “Bu resme başladığımda politik bir resim yapma iddiasında değildim. Avusturya Lisesi’nde okurken Aristophanes’in ‘Kuşlar’ oyununu sahneledik ve ben bu oyundaki kuşlardan birini canlandırdım. Bir gün eski fotoğrafları karıştırırken bu oyundan bir fotoğraf çıktı karşıma. Beni çok etkileyen bu fotoğrafın resmini çizmeye karar verdim. Yola çıktığımda tek yapmak istediğim oyundaki kuşları çizmekti. Atölyemde resmin üzerinde çalışırken tuvalde bir anda çarşaflı kadınları gördüm. Herkesin ilk bakışta gördüğü çarşaflı kadınları benim görmem resmin ortalarında gerçekleşti” diyerek yaşadığı şaşkınlığı dile getiriyor Leyla.
Tam bu sırada Leyla’nın üzerinde çalışmakta olduğu ‘İntikam’ resminin gür sesi Leyla’nın sesini bastırıyor. “Sıkı dur New York ben geliyorum” diye haykırıyor ve dans etmeye başlıyor ‘İntikam’ın neşe içinde söylediği ‘New York, New York’ şarkısı eşliğinde. “Bunun nasıl bir duygu olduğunu anlatamam. Bir resmi bitirdiğim anda ayaklarım yerden kesiliyor” diyor.

Dr Jekyll ve Mr Hyde
Kendisini hayalperest ve yaşam coşkusu olan bir ressam olarak tanımlayan Leyla Gediz’in yerden kesilen ayaklarını izlerken havaya saçtığı pozitif enerji bulutlarını yakalamaya çalışıyorum. “Benim etrafına neşe saçan pozitif bir insan olduğumu düşünen bir insan güruhu var. Bunun sebebi çok arkadaş canlısı ve sosyal bir insan olmam. İnsanlarla paylaşım içinde olmayı çok seviyorum. Çevremdeki insanlar sayesinde etrafıma neşe saçan bir insan oluyorum. Bu anlamda da insanlara bağımlıyım” diyor. Leyla, işini çok ciddiye aldığı ve kusursuzluğun peşinde koştuğu için çalışırken çok farklı bir insan oluyor. Bu durumu da Dr Jekyll ve Mr Hyde sendromuna benzetiyor. “Bütün gün çalışıp resmin zorluklarıyla mücadele ederken kendimle de mücadele ediyorum. Çıtalarımı hep çok yükseğe koymam o çıtalara ulaşmak için çok çalışmam gerektiği anlamına geliyor. Bu mücadele esnasında da arkadaşlarımın çok sevdiği neşeli ve pozitif Leyla olamıyorum. Bir anda biraz stresli, sıkıntılı ve yabani bir insana dönüşebiliyorum. Ressam olduğum için bu değişimi yalnız başıma yaşıyorum. Dışarıda ne kadar sosyalsem, atölyemde de o kadar yalnız olmayı tercih ediyorum” diyerek açıklıyor atölyesindeyken yaşadığı değişimi.
İnsanlarla etkileşim içinde olmayı seven Leyla, resimlerinin de insanlarla iletişim kurmasını istiyor. Bunun için de resimleriyle arasına mesafe koymuyor. Resmin insanın kişiliğini gözler önüne seren ve hayatına dair ipuçları veren doğası onu korkutmuyor. “Her ne kadar hepimiz kendi bacağımızdan asılıyor olsak da, dertlerimiz ortak. Acıya tatlı katarak resimlerimle insanlara ‘Senin halinden anlıyorum’ demeye çalışıyorum. Resimlerimin insanlarla arkadaş olmasını istiyorum” diyor. Bu resimler size müthiş bir yolculuğun gidiş biletini de sunuyor. Yolculuk sırasında tek yapmanız gereken gözlerinizi dört açmak. Görsel şölenin alt metinlerine doğru yapacağınız bu yolculukta kendiniz ve belleğinizle yüzleşmeye hazır olun.

10/02/2007

Bora Aksu'yla yolculuk




Her koleksiyonu yolculuk hikâyelerinden izler taşıyan Bora Aksu’nun Londra Moda Haftası’ndaki sonbahar- kış 2006-2007 defilesiyle günümüz Londra’sından “belle époque” dönemi Fransa’sına uzanan bir yolculuğa çıkmaya hazır mısınız? Öyleyse rehberiniz Seda Yılmaz’ı takip edin

Yolculuğumuz South Kensington’da moda haftası için hazırlanan çadırların yan yana sıralandığı Natural History Museum’da başlıyor. Saat başı yeni bir defileye ev sahipliği yapan çadırlardan biri bu sabah Bora Aksu’yu ağırlıyor. Çadırın içi öylesine renkli ve hareketli ki adeta Londra’nın puslu havasına nispet yapıyor. Gökyüzü somurtsa bile Bora ve ekibi daima gülümsüyor. Tüm ekip Bora’nın güler yüzü ve pozitif enerjisinden nasibini almış olmalı diye geçiriyorum içimden. Kuliste mankenlerin toprak renklerinden oluşan makyajları yapılırken podyumda son hazırlıklar sürüyor.
Herkes heyecan içinde işini yapmaya çalışırken gözüm askılardaki kıyafetlere takılıyor. Mankenlerin onları üzerlerine giyecekleri anı sabırsızlıkla bekliyormuş gibi bir halleri var. Tüvitler, kadifeler, ipekler, yünlüler ve derilerin aralarında konuştuklarına kulak misafiri olmak istiyorum. Bora’nın yolculuğunu onlardan dinlemek üzere askılara doğru yöneliyorum. “Bora’nın sonbahar koleksiyonunun hikâyesi Hz İbrahim’in yolculuğundan aldığı ilhamla başladı. Bu yolculuğun ne kadar süreceği ve Hz İbrahim’in nereye gideceği belli değildi. Ayrıca, 1. Dünya Savaşı sırasında Sarıkamış’ta şehit olan askerlerin yolculuğu da koleksiyonun içine sızan temalardan biri. Sarıkamış’a giden askerler de tıpkı Hz İbrahim’in yolculuğu gibi bilinmeze doğru yol alıyorlardı. Koleksiyon, İngiliz sanatçı Cathy de Monchaux’nun organik ve mimari şekillerine de atıfta bulunuyor. Bora yıllar önce Whitechapel’de Monchaux’nun sergisine gitmiş ve çalışmalarında deri, kumaş ve metal gibi farklı malzemeleri kullanarak tanımlanması zor organik şekiller yaratan sanatçıdan çok etkilenmiş,” diyor tüvit ve gururla ekliyor: “Bu koleksiyonda en çok bana rastlayacaksınız. Bora yine farklı dokuları birleştirmedeki ustalığını gösterdi. Beni incecik ipeklerle bir araya getirip şahane tasarımlar yarattı. Dökümlü ceketlerde de beni kullanarak koleksiyona maskülen bir dokunuş kattı.” İpek, tüvidi fazlaca kendini beğenmiş bulduğunu fısıldıyor kulağıma. “Kendini şovun gözdesi sanıyor. Bora’nın yaratıcılığı olmasa biz kumaşların hiçbir özelliği yok,” diyerek tüvitten duyduğu rahatsızlığı dile getiriyor. “Ben, Bora’nın kadınlara özgürlük tanıyan ve feminenliği koruyan belle époque dönemine göndermelerde bulunduğu formlarda hayat buldum. Bu sezonun en belirgin özelliklerinden biri kıyafetlerin oldukça hacimli olması. Etekler ve elbiselerdeki hacimli görüntünün mimarı benim,” diyor. Kadife araya giriyor: “İpek Hanım ve Tüvit Bey, detaylar bensiz hiçbir şeye benzemezdi. Etekler, pantolonlar ve mankenlerin üzerindeki o koca koca hacimli trençkotlar benimle güzel.” Dantel, “Ben el emeği, göz nuruyum. Bora her koleksiyonuna benden bir parça koymayı ihmal etmez,” diyerek kadifenin sözünü kesiyor. Tam bu sırada derinin tüm kumaşların konuşmalarını bastıran sesi duyuluyor: “Bu kumaşların kavgası hiç bitmez. Bora mezuniyet defilesinden bu yana her koleksiyonunda beni kullanıyor olmasına rağmen onlar kadar yaygara koparmıyorum.” Kumaşlar arasındaki bu çekişmeye son vermek bana düşüyor. Hepsinin gönlünü alıyorum teker teker. “Sonbahar-kış sezonunun temalarına giden yol sizlerin başarıyla bir araya getirilmesinden geçiyor. Hepiniz harikasınız,” diyorum. Sonunda hepsinin yüzü gülüyor. Toprak renklerinin yanı sıra uçuk pembeler ve koyu yeşillerin hakim olduğu kumaşlar mankenlerin üzerlerindeki yerlerini almadan önce hep bir ağızdan “Yaşasın Bora!” diye bağırıyor. Bora’nın başarısını herkesten önce onlar kutluyor. Tam bu sırada “Herkes yerini alsın. Kıyafetler mankenlere giydirilmeye başlansın,” komutunu duyuyorum. Askılardaki kıyafetler göz kırpıyor bana son kez ve ben iyi şanslar diliyorum tüm kumaşlara ve Bora’ya. “Umarım kıyafetleri podyumda, mankenlerin üzerinde de beğenirsin,” diyor Bora. “Her koleksiyonumda olduğu gibi bunda da kişisel izlenimlerimden yola çıktım. Sonrasında bir sürü farklı öğe girdi tasarımlarımın içine. Örneğin, bu elbisede bir tutam punk akımını, bir ölçek Edwardian dönemle birleştirdim. Tabi içine hayallerimi de katmayı ihmal etmedim,” diyor uçuş uçuş bir elbiseyi göstererek.
Kulisten defilenin yapılacağı salona geçiyorum. İçerdeki kalabalık Bora’yla sonbahar yolculuğuna çıkmak için sabırsızlanıyor. Kumaşların sesini duyamayacaklar belki ama sundukları görsel şölene tanık olacaklar. Mankenler podyumda belirmeye başladığı anda tüm gözler Bora’nın yarattığı şaheserlere çevriliyor. Dökümlü ceketler, işlemeli elbiseler, dantel detaylar, kadife etek ve pantolonlar bir bir arz-ı endam ediyor podyumda. Herkes Bora’nın farklı kumaşları bir araya getirerek yarattığı tasarımları hayranlıkla izliyor. Bu sırada tüvidin “Bu sezonda benim zaferime tanık olacaksınız,” diye haykırdığını bir tek ben duyuyorum ve gülümsüyorum. Sonbahar yolculuğu Bora’nın izleyenleri selamlamasının ardından kopan alkışla birlikte son buluyor.
Kuliste Bora’yı ilk kutlayanlardan biri The Daily Telegraph gazetesinin moda yazarı Hilary Alexander oluyor. “Bayılıyorum senin tasarımlarına. Harika bir şovdu. Tebrik ederim,” diyor. Bora her zamanki alçak gönüllü gülümsemesiyle karşılık veriyor. Onu, yeni sezonda ağırlıklı olarak kullandığı tüvitten ayıran en önemli özelliği de bu işte. Hiçbir zaman zafer kazanmış bir komutan edasıyla hareket etmemesi ve mütevazılığından ödün vermemesi. Çadırdan ayrılırken Bora’yla yaptığım ilk röportaj geliyor aklıma. Her tasarımının içine bir tutam sevgi eklemeyi unutmadığını söylemişti bana. Sevgiyle yaptığımız her işin başkaları tarafından nasıl beğenildiğini konuşmuştuk. “Yemekler de sevgiyle pişirildiğinde daha lezzetli olur. Benim tasarımlarımdaki sevgiyi de hissediyor insanlar. Bu görünmeyen bir güç,” demişti. Bora’nın tasarımlarının alamet-i farikasının içlerine kattığı sevgide gizli olduğunu o zaman anlamıştım. İşte bu yüzden moda dünyası Bora’yla çıkılacak daha nice yolculukları dört gözle bekliyor.

08/02/2007

Lüks mü kitsch mi?

Moda algılarımızla oynamayı seven Marc Jacobs’ın Louis Vuitton için tasarladığı örgü deri shopper çantayı görenlerin aklına “Lüks mü kitsch mi?” sorusu geliyor. Moda ve lüks kavramlarıyla ilgili beklentilerimizi daima sarsan moda dünyasının yaramaz çocuğu ise bu soruya cevap arayanları gülümseyerek izliyor.

Kurulduğu 1854 yılından bu yana lüks ve prestij dendiğinde ilk akla gelen markalardan biri oldu Louis Vuitton. Kadınların kalbini LV logolu çantalarla çalmaya başlamadan önce bavul yaparak Fransız aristokrasisine hizmet verdi. Kadınlar, 1892 yılında Louis Vuitton çantalarla tanıştı ve yıllarca sürecek olan büyük aşk hikayesi böylece başlamış oldu. 1998’de markanın sanat yönetmeni olarak göreve başlayan Marc Jacobs, sihirli parmaklarıyla Louis Vuitton çantalara dokununca sıra dışı Louis Vuitton modelleri moda sahnesinde yer almaya başladı. Jacobs, Takashi Murakami ve Stephen Sprouse gibi sanatçılarla bir araya gelerek Louis Vuitton çantaları çiçekler, gülümseyen kirazlar ve graffitilerle süsledi. Modanın sınırlarını zorlamayı seven dahi çocuk Jacobs’ın tasarımları her sezon bir yenilikle karşılaşmayı dört gözle bekleyen kadınların ilacı oldu. Jacobs, 2007 ilkbahar-yaz sezonunda ‘retro ve kitsch’ diye atan kalpler için bir çanta tasarladı. Büyükannelerimizin pazar çantalarını andıran örgü deri shopper’ın Louis Vuitton Trunks & Bags damgası lüksle kitsch arasındaki çizgiyi bulandırdı. Fakat bu bulanıklık, kadınların çantaya sahip olmak için can atmadığı anlamına gelmiyor. Sezonun en çok arzulanan çantasını tasarlayan Jacobs’ın önünde saygıyla eğilelim lütfen.

03/02/2007

The handbag phenomenon

The battle between the army of handbags becomes increasingly intense. Do handbags come into power and dethrone designer clothes? asks Seda Yilmaz

Times was that there were only a few It-bags per season. Back in these old days Chanel 2.55, the Hermés Kelly and Birkin bags reined the fashion scene alone. Their hard-to-achieve status made them more and more appealing for women. Fast forward to the early 1990s, and get ready to witness the launch of a battle between handbags. Ever since designers recognize the growing power of handbags, a new bag is hailed each season as the “One.” Not surprisingly, women become obsessed with having all the It-bags of the season. They persistently look forward to seeing the next big thing. High fashion is there to meet women’s growing passion for handbags. The superbrands of today are well aware of the fact that the buzz for their handbags is far louder than the chatter about their outfits. So, are bags taking over?
The 1980s was the precursor for the It-bag mania of the following decades. It was the time when handbags became the tool for the display of conspicuous consumption. Chanel’s classic 2.55 was the staple of the Eighties. With its interlocking C’s and chain strap it was the icon of the status dressing. Once the Nineties arrived, the pace picked up. Prada’s black nylon rucksack was the crown of “It.” The triangular Prada logo turned out to be an instant status provider. However, Prada didn’t rule the fashion scene alone. In 1997, women were introduced to the Baguette bag. I suppose Silvia Venturini Fendi gave the name of a French bread to this bag as she foresaw the future of it. It was sold just like hot and tasty baguettes in a patisserie. Women wanted to carry these yummy Baguettes that were made in a variety of materials from white minks to woven raffia. After Prada and Fendi, it was the turn of Gucci’s Jackie, Dior’s Saddle bag, Louis Vuitton’s Speedy and YSL’s Mombasa. The It-bags of the Nineties paved the way for the handbag wars of recent years. They beckon the sirens of the growing power of handbags.
Today, handbags become design legends. Each season crowns at least five It-bags concurrently. Not surprisingly, fashion brands generate most of their money from the sales of their leather goods. Accessories are the engine that drives today’s fashion world. Gucci generates more than 80 per cent of its annual turnover from shoes, belts, wallets and most of all, bags. In Chloé’s case, handbags celebrate an apparent victory. “The bags outsell the ready-to-wear in Chloé. The Paddington bag is totally sold out in all Chloé boutiques and Selfridges,” says Laura Liverpool, Chloé brand specialist in Selfridges. “There is a 2-3 months waiting list for Paddington bag. Waiting lists make women feel special. They like waiting for the next big bag.”
So, are handbags becoming the conqueror of the fashion world? Thanks to high street fashion, designer clothes are copied as soon as they are displayed on the runway. Topshop, New Look, H & M and Miss Selfridge are there to provide the exact copies of designer outfits. So, it’s no surprise that women prefer designer handbags rather than outfits. They know that as long as they accesorise up, they can wear high street. By having the It-bag and wearing it with the hip clothes of the season they can keep up with the fashion trends. This is the easiest way to make their statement. They are still buying designer clothes, but if they have to make a choice between a designer outfit and a designer handbag, they will definitely invest in the latter. “Women can still wear the same clothes they have from last season. All they need to have is the new looking bag of the season. So, they look very much in touch with fashion. They think the bag is a better investment as it lasts longer,” says Clara Mullens, women’s designer department manager at Selfridges.
What makes designer handbags more preferable than designer outfits is their ability to say more about their owners. A designer bag is very powerful in terms of defining its owner. It says who you are, where you shop from, which social class you belong to. It conveys lots of different meanings and talks on behalf of its holder. It displays its holder’s cultural and economic capital. Hence, as Bourdieu puts it “the interest in self-presentation is proportionate to the chances of material or symbolic profit a person can expect from it.” Women are well aware of the symbolic profit they acquire by carrying a designer bag. Semiotic supremacy is the most beneficial symbolic profit of handbags. They are the easiest way to make a statement. So, women no longer need the designer outfit. The designer bag is there to tell who they are. Basically, it’s the portable social status symbol. This makes it more appealing than the designer outfit.
A bag is the ultimate uncomplicated purchase. It always fits, and there’s no concern about how much weight a woman puts on. Fendi can sell its B Bag to meaty women as well as skinny ones. Maxine Cywan, the product specialist at Liberty, says that the biggest recent change in buying patterns is that women want to spend less on clothes and more on upscale accessories. “No matter what size you are you can get the right look with the right bag. You don’t have to be a size 10 model to look really stylish. There is no age or size limit with handbags,” she says.
Undoubtedly, the handbag speaks louder than the outfit and that’s the secret of its success. Superbrands make use of this communicative power by coming up with a new It-bag each season. So, women become more and more obsessed with handbags. If there were to be a fashion hierarchy, they would certainly place handbags on top of it. Because women know that the more coveted their handbag, the higher their status in the social hierarchy.