10/01/2023

Bir türlü olumlanamayan bedenler


Birkaç ay evvel, beden olumlama ve moda ilişkisini tartışmak üzere çoğunluğu kadınlardan oluşan bir grupla toplandık. Son yıllarda modadaki dal gibi, kusursuz kadın temsilinin yerini çeşitliliğin almasının, kadınların kendi bedenleriyle kurdukları ilişkiyi değiştirip değiştirmediğini merak ediyordum en çok. Yoksa çeşitlilik de yeni güzellik normları yaratarak bizi gene yetersiz ve kusurlu hissetmeye mi mahkum ediyordu? 

 

Konuşmaya hazırlanırken meseleyi zihnimde evirip çeviriyordum ki, bir anda kendimi lise yıllarımda buldum. Benim açımdan kadınlığa geçişin yükünün ağırlaştığı bir dönemdi bu. Çünkü toplum ve ailem, cinsiyetçi ve eşitsizliklerle dolu bir dünyada, toplumsal baskıyla ezileceğim fikrine alıştırmışlardı beni. Kadındım ya ayağımı denk almam gerekiyordu. Yükün baskısını ilk duyumsayan bedenim oldu. Her şeyden önce bedenimi korumakla yükümlü olduğumu öğrendim. Erkeklerin bakışlarından, laf atmalarından, tacizlerinden... Oturmasını kalkmamasını bilmezsem, davranışlarıma dikkat etmezsem başıma geleceklerden ben sorumluydum. Bu durumda, beden ve arzular kontrol altında tutulmalıydı. 

 

Bedenin kontrolü, aynı zamanda dış görünüşün ataerkil kültürün güzellik dayatmasına göre şekillendirilmesi anlamına geliyordu. Benden ne çok şey bekleniyordu! Bir kadın olarak tüm bunlara uysallıkla boyun eğmem gerektiğine iyiden iyiye inanmaya başladım. Hem zaten etrafımdan duyduğum tüm telkinler, akıl vermeler benim iyiliğim içindi. Başka türlüsü mümkün olabilir miydi hiç?

 

Ergenliğimde tam bir çırpıydım ve bu özelliğimle etraftan takdir toplardım. Zaman içinde kilo aldım, vücudum dolgunlaştı, beğeni alan fiziğim doğası gereği değişmeye başladı. Ailemdeki kadınlardan, “O kadar çok tatlı yeme,” sözünü duyar oldum sıklıkla. İdealden saptığımı fark ettim; tez elden bir şeyler yapmalıydım. Tam bu esnada, istediğim kadar tatlı ve abur cubur yiyip kusma fikri geldi aklıma. Nereden çıkmıştı acaba bu fikir? Bir yerlerde mi okumuştum? Kız arkadaşlarımdan mı öğrenmiştim? Doğrusu hiç hatırlamıyorum. Kusmak korkunç bir eziyetti ama hem dilediğim kadar yiyip hem de kilo almayacaksam bu eziyete katlanmaya değerdi. Gözümden yaşlar aka aka yediklerimden, bedenime yağ olarak döneceğine inandığım yiyeceklerden kurtulmaya giriştim. O günlere bakınca, bunun alışkanlık haline gelip yeme bozukluğuna dönüşmemesinin tamamen şans eseri olduğunu görüyorum.

 

Ancak o yaşlarda bedenime böylesine hoyrat davranmamın izlerini halen taşıyorum. Bu yaz, İtalyan yazar Elena Ferrante’nin Napoli romanlarını dünyadan soyutlanmış vaziyette, kendimden geçerek okurken, roman kahramanlarından Lenu’nun dış görünüşü konusundaki memnuniyetsizliklerinin fazlasıyla canımı acıtmasını buna bağlıyorum. Kadınlar arasındaki ortak duygulara seslendiğini düşündüğümden, üzerine bastıra bastıra çizdiğim cümlelerden bazılarını paylaşmak istiyorum. 

 

“Mümkün olan her an tuvalete kapanıyor ve soyunup aynada kendime bakıyordum. Kim olduğumu bilemez bir haldeydim. İçimden, topal, şaşı haliyle annem çıkana kadar değişmeye devam edeceğim ve beni artık kimse sevmeyecek kuşkusuna kapılmaya başladım.”[1]

 

“Bu arada aynada öfkeyle kendimi inceliyordum. Yüzüm yorgundu, çenemde minik sivilceler vardı, gözlerimin çevresindeki morluk âdet kanamamın yaklaştığını haber veriyordu. Çirkinim, kısa boyluyum, memelerim kocaman.”[2]

 

Kahramanımız Lenu, bu sözlerin ilkini ergenlikte, ikincisini yirmili yaşlarının ortalarında sarf ediyor. Ferrante bize, bedenlerimizle tutuştuğumuz kavganın nasıl da sürüp gittiğini göstermek istemiş besbelli. Üstelik bu sadece şişmanlık ya da zayıflıkla ilgili bir mesele de değil. Kadınlar, bedenlerinin her santimini “kusur” bulmak üzere taramaya koşullanmışlar âdeta. Neden? Yaradılışımız mı böyle? Hayır tabii ki. 

 

Akademisyen, yazar Susan Bordo, Unbearable Weight: Feminism, Western Culture and the Body adlı kitabında, “Hiçbir beden, gerek kültürün etkisinden gerekse onun toplumsal cinsiyetlendirilmiş anlamlarından kaçamaz,” der.[3] Sayısız güzellik kriterinin kadınların bedenlerine nasıl nakşedildiğini anlamak için buradan hareket edebiliriz. Ataerkil değerlerle yoğrulan toplum, kadını bu kriterlere uyma derdine düşürerek güçsüz kılıyor. Kadın bir türlü olmuyor, olamıyor. Çünkü daima yetersiz, daima eksik hissetmesine yol açan setler çekiliyor önüne. Şişmansan zayıfla, sarkıksan sıkılaş, kırışıksan gerginleş, bir deri bir kemiksen kilo al. Taleplerin ucu bucağı yok. Bunlardan birini yerine getirseniz da yetmez; hop bir başka “kusur” çıkıverir önünüze. 

 

Buluşmamıza katılan kadınlardan biri, ablaları ona bacaklarının kalın olduğunu söyledikten sonra etek giymeyi bıraktığından söz etti. Bir başkasını erkek arkadaşı tenkit etmiş. “Göbeğini açıkta bırakan tişört giymişsin ama göbekli olduğun için sana pek yakışmamış.” Diğeri, şık bir restoranın barında otururken bir adam yanına yaklaşmış ve “Hiç mutlu olmadığınız belli. Bu burunla olamazsınız zaten,” deyip kartvizitini önüne koymuş. Meşhur bir estetik cerrah olan zat şöyle devam etmiş: “Önce burnunuzu düzeltiriz, sonra da dudaklarınızı doldurursak oldu bu iş.” Yakın çevreden tutun da hiç tanımadığımız kişilere kadar herkesin kadınların bedenleri hakkında böyle pervasızca fikir beyan etmekte beis görmemesi, eril dayatmaların işleyişini gösteriyor. 

 

Oyuncu Emma Watson’ın iddia ettiği gibi, koltuk altı kıllarımızı alma veya almama yönündeki tercihimizle güçlenmemiz ve şıppadak kendimizle barışmamız ihtimal dahilinde bile değil. Dişi bedeni değersizleştirilip dururken tercihlerimiz yerine, bize tercih diye sunulanın altında yatana bakmamız hayrımıza olur. Çünkü bu tercihler gökten zembille inmiyor, patriyarkal kültüre eklemlenmiş durumda. 

 

Mesela, çağımızın popüler kültür ikonlarından Kim Kardashian’ın geçen yıl kurduğu iç giyim markası Skims’in ilk başta solutionwear, yani çözüm giysisi olarak tanıtılmasına bir bakalım. Demek korseler ve vücut şekillendiriciler kadınlara çözüm adı altında pazarlanıyor. Demek ortada bir sorun var ki çözüm aranıyor. Oysa markanın internet sitesinde gezindiğimizde sadece zayıf mankenler görmüyoruz; çeşitlilik yerinde. Sözümona bütün bedenler olumlanıyor. Fakat satılan ürünler, ne tip bir bedene sahip olurlarsa olsunlar, kadınlara bedenlerini şekillendirmeyi, değiştirmeyi ve yontmayı vadediyor. Çelişkili mi? Hem de nasıl! 

 

Beden olumlama hareketi sayesinde popüler kültürün, modanın ve reklamların tek tip beden temsiline maruz kalmaktan kurtulmuş olsak da, güzellik idealleriyle mücadele etme konusunda yerimizde sayıyoruz. Çünkü tıpkı temsil edilen bedenler gibi idealler de çeşitlendi. Zayıflık normu yıkıldı yıkılmasına ama, ortaya çıkan yeni normlar güzelce çeşitlilikle paketlenip tercih kisvesi altında bize sunuluyor. Korsenin geri geldiği bir çağda, neyi neden tercih ettiğimiz üzerine daha fazla kafa yorsak fena olmaz.



[1] Elena Ferrante, Benim Olağanüstü Arkadaşım, Çev: Eren Yücesan Cendey, Everest Yayınları, İstanbul, 2020, s. 109.

[2] Elena Ferrante, Terk Edenler ve Kalanlar, Çev: Eren Yücesan Cendey, Everest Yayınları, İstanbul, 2020, s. 45.

[3] Susan Bordo, Unbearable Weight: Feminism, Western Culture and the Body, University of California Press, California, 2003, s. 212.


 

10/03/2022

Feminizm şirketleşirse

Bugünlerde giysilerden kozmetik ürünlerine pek çok tüketim ürünü kadınları güçlendirme iddiası taşıyor. Girlboss dizisiyle yeniden gündeme gelen, online alışveriş sitesi Nasty Gal’in kurucusu Sophia Amoruso kadın güçlenmesini en iyi pazarlayanlardan. Seda Yılmaz, milyon dolarlar kazanıp patron olan Amoruso’nun feminizmin rol modeli olamayacağını savunuyor. 

Sophia Amoruso, henüz 30 yaşındayken 350 milyon dolar değerinde bir şirketin sahibiydi ve Forbes dergisinin Amerika’nın Servetini Yaratan 50 Kadını listesindeydi. New York Times gazetesine göre teknolojinin Sindirella’sıydı. 22’sinde üniversiteyi bırakıp, Starting an eBay Business for Dummies (Meraklısına eBay Şirketi Kurma) kitabını okuyarak eBay’de Nasty Gal Vintage adlı bir mağaza kurmakla işe başladığı düşünülürse, Amoruso’nunki kadın girişimciliği alanında tam bir başarı öyküsüydü. En nihayetinde, sıfırdan yarattığı Nasty Gal, 350’den fazla çalışanı olan dev bir markaya dönüşmüştü. Girişimciliği ve başarısını anlattığı #Girlboss kitabı uzun süre çok satanlar listesinde kalırken Amoruso, popüler kültürün feminizm sembolü olmuştu bile. Girlboss dizisi yayınlanmaya başladıktan sonra verdiği bir röportajda, Girlboss kavramını feminizmle aynı kefeye koymadığını söylemişti. “Girlboss, kendimiz için başarının ne anlama geldiğini seçmekle ilgili.” Instagram’da Girlboss’a kısaca bir göz atmak bile onun kendisiyle çeliştiğini gösteriyor aslında. Pırıltılı, pembe ve yumuş yumuş “güçlendirici” sloganların ağırlıkta olduğu hesapta, feminizm ciddi bir malzeme olarak kullanılıyor. Mesela, Amoruso’nun iki ucunda evrak çantası bulunan bir halter çubuğunu sırtladığı fotoğrafını ele alalım. Modern feminizme dair kafa karıştırıcı bir mesaj içeren bu imaj, güçlenmenin ancak erkeklerin taşıdığı evrak çantasının içini para doldurmakla gerçekleşeceğini ima ediyor. Yani para, eşittir güçlü kadın. Bir kadının ekonomik bağımsızlığa sahip olmasının özgürleşmesindeki önemini asla yadsımıyorum. Ancak bunun tek başına yeterli olmadığını düşünüyorum. Toplumu dört koldan saran cinsiyetçiliği ve iktidarın tahakküm kurma mekanizmalarını görmezden gelerek sadece kariyerin kadınları güçlendireceğini iddia etmek gerçek dışı. Üstelik sırf meslekler ve maaşlar söz konusu olduğunda bile kadın-erkek eşitsizliği dimdik karşımıza dikiliyor. Aktivist akademisyen bell hooks, Feminizm Herkes İçindir kitabında bu konuya şöyle değiniyor: “İmtiyazlı kadınlar, kendi sınıflarındaki erkeklerle birlikte daha fazla ekonomik güce kavuşunca, sınıfla ilgili feminist tartışmalar etkisini kaybetmeye başladı. Bunun yerine kadınlar, zengin kadınların ekonomik kazanımlarını tüm kadınlar için olumlu bir işaret olarak görmeye teşvik edildiler.” Bu doğrultuda, Amoruso’nun yaptığı gibi feminizmi metalaştırmak da mübah hale geldi. Hooks, sınıfsal güce sahip kadınların, feminist platformu oportünistçe kullanırken, bir yandan da feminist politikaları yok ettiklerini ve sonunda kendilerini yeniden tabi kılacak bir ataerkil sistemin sürmesine yol açtıklarını söylüyor. “Sadece feminizme değil, kendilerine de ihanet ediyorlar.” 

Amoruso’nun simgesi olduğu sözde feminizm, kolektif bir güçlenmeden çok, kişisel bir güçlenmeye işaret ediyor. Zaten 2014’teki bir röportajında, kendisine çok ağır geldiği için feminist kelimesini kullanmaktan pek de hoşlanmadığını ifade etmişti. “Güzel bir kelime ama ortaya çıkıp bir Girl Boss (kadın patron) olmanın yapılabilecek en feminist şey olduğunu düşünüyorum.” 2015’de, Nasty Gal çalışanı dört hamile kadını işten çıkardığında, kadın patron feminizminin lafta kaldığı ortaya çıktı. Çalışanlar şirkete dava açınca olay basına yansıdı ve oldukça eleştirildi. Fotoşopsuz ünlüler, seks ve kadın modası sloganıyla yayın yapan feminist internet sitesi Jezebel, yetersiz yönetim kadrosuna sahip olduğu ve işten çıkarmalarla vahşi kurumsal hayat kültürüne hizmet ettiği gerekçesiyle Nasty Gal’i eleştiren haberler yayınladı. Para dolu evrak çantaları, kadınları güçlendirme amacı taşımıyormuş demek!




Girlboss usulü feminizm

Amoruso, 2016’da Nasty Gal’in iflasını açıkladığında Girlboss kavramı ve temsil ettiklerinin de iflas edeceğini düşünmek naiflik olurdu tabii. Bugün Instagram’da Girlboss etiketinin altında 6 milyona yakın fotoğraf bulunuyor. Amoruso’nun hayatı, yarı gerçek yarı kurgu olarak Netflix yapımı Girlboss dizisiyle ekranlara geliyor. Dizide canlandırılan narsist ve benmerkezci Amoruso karakteri pek sevilesi değil. Hoş, öyle olması da gerekmiyor. Asıl tartışmalı olan, büyük bir şirket kurmanın feminist bir eylem olarak gösteriliyor olması. 

 

Amoruso’nun artık yeni bir şirketi var. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde Girlboss adını taşıyan bu medya şirketi, kadınlar için başarının tanımını değiştirmeye odaklanıyor. Mart ayında, ilk Girlboss mitingi Los Angeles’ta düzenlenmeden önce Amoruso, Instagram hesabından şöyle bir duyuru yaptı: “Tutkulu oldukları konular hakkında konuşmak üzere meraklı yaratıcılar, kanaat önderleri ve “tastemaker”ları bir araya getiriyoruz. Pazarlamadan marka yaratmaya, maaştan istifa etmeye, hatta sağlık ve cinselliğe kadar pek çok işe yarar bilgiyle dolu bir gün olacak.” Miting, fiyatları 350 ila 600 Dolar arasında değişen biletleri satın alan 500 kadının katılımıyla gerçekleşti. Amoruso, sahneye çıktığında, Girlboss’un ne olduğunu değil de, ne olmadığını anlatmaya başladı. “Aynı adlı bir kitap yazmış olsam da Girlboss bir kitap değil. Televizyonda bu isimle yayınlanan çok komik bir şov olsa da bir Netflix dizisi değil. Girlboss bir his, bir felsefe. Tarihte ilk kez, kadınların kendi tercihlerine göre başarıya yeni bir bakış açısı getirmelerinin yolu.” Konuşmacılar tecrübelerini paylaşırken duvarlardaki aforizmalar da Girlboss usulü feminizmi yansıtıyordu: “Korkusuz ol! Hayatına sahip çık!” Nasty Gal iflas etmiş olsa da Amoruso, kadın patron olma sırlarını paylaşmaya devam edeceğe benziyor. Bu uğurda hafifsıklet bir feminizm algısı yaratmak da işinin bir parçası.


*Vogue Türkiye’nin Haziran 2017 sayısında yayımlandı.

07/01/2022

Döngüsel moda mümkün mü?

Bizden önceki kuşaklar, giysilerini kimi zaman onararak kimi zaman dönüştürerek sonuna kadar değerlendirme alışkanlığına sahipti. Hızlı üretim ve tüketime dayalı düzen, insanı ve doğayı sömürürken bu gibi alışkanlıkları da kolektif belleklerden sildi. Artık kullan-at anlayışıyla mücadele ederek giysilerin yaşam döngüsünü uzatma ilkesini benimseme zamanı. 

Yeni olanın her daim aklımızı çeldiği bir çağda, elimizdekiyle yetinmek, onun kıymetini bilmek neredeyse nostaljik bir hâl aldı. Üzerimize giydiklerimizin üretim sürecinin toprakta, yani tarımla başladığını unutturan bu düzende giysilerimizin ömrü kısaldıkça kısalıyor. Çünkü hem bir çırpıda onlardan hevesimizi alıyoruz hem de hızla yıprandıklarını görüyoruz. Moda endüstrisi yeniye bağımlı tüketiciler yaratmakla kalmadı, aynı zamanda üretim modeliyle de dünyanın doğal kaynaklarını hırsla sömürdü ve sömürmeye devam ediyor. Hıza ve bolluğa dayanan, kullanıp atmayı sıradanlaştıran bu doğrusal model sürdürüldüğü sürece, ne üretim ve tüketim hacminin ne de ekolojik yıkımın önüne geçmek ne mümkün. 

Kantamanto'da satılmayan kıyafetlerin akıbeti
Kantamanto'da satılmayan kıyafetlerin akıbeti

Bir süre önce yayınlanan Fashionscapes: A Circular Economy adlı belgeselde, 30 milyon nüfuslu Gana’da kurulan dünyanın en büyük ikinci el pazarlarından Kantamanto’ya her hafta yaklaşık 15 milyon parça kıyafet gönderildiğinden söz ediliyor. Avrupa ve Amerika’daki haddinden fazla tüketimin sonucunda ortada kalan, bağışlanan ve geri dönüştürülen kıyafetler bu pazarda ikinci bir şans arıyor. Belgeselde önce devasa bir çöp yığınının ardındaki pazar yeri görülüyor. İzledikçe bu çöplerin, kaderine terk edilen giysiler olduğu anlaşılıyor. Yani gelişmiş ülkelerin sözde giysilerin ömrünü uzatmak adına seçtikleri yöntem, gelişmekte olan ülkelere çöp ihraç etmeleriyle sonuçlanıyor. Ganalı ileri dönüşüm tasarımcısı Samuel Oteng, bunu gönderilen giysilerin kalitesizliğine ve aynı zamanda miktarlarının fazlalılığına bağlıyor. Sonunda çoğunun denize karışmasının yarattığı çevre felaketi ise sadece Ganalıları değil, hepimizi ilgilendiriyor. Belgeselin yaratıcılarından sürdürülebilirlik aktivisti Livia Firth, Oteng’e “Bir hızlı moda markasının CEO’su Kantamanto’ya gelse ona ne söylemek isterdin?” diye sorduğunda, tasarımcının yanıtı bir hayli çarpıcı oluyor: “Neden gözünü kırpmadan dünyamızı yok ediyorsun?” 



Belgesel, özellikle hızlı moda ürünleri söz konusu olduğunda döngüselliğin pek de gerçekçi bir hedef olmadığını ortaya koyuyor. Döngüsel moda, kapalı döngü bir sistemin içinde atıksız üretime, ayrıca onarma, yenileme, kiralama ve takas gibi yöntemlerle giysinin ömrünün uzatılmasına dayanıyor. Böylece atık üretiminin ortadan kaldırılması, karbondioksit gazı salınımının durdurulması ve endüstriyel üretimin çevreye verdiği zararın önlenmesi amaçlanıyor. Sosyal bilimci Dr. Hakan Karaosman, döngüsel modanın büyüme hedefi taşıyan bir araç değil; tasarıma bir işlev olarak yaklaşan, çevresel ve sosyal adaleti vurgulayan bir amaç olarak anlaşılması gerektiğini söylüyor. “Kâr maksimizasyonunu hedefleyen, aşırı tüketimi vurgulayan uygulama ya da servisler yerine, moda tedarik zincirlerindeki çevresel ve sosyal sorunların çözülmesini sağlayan radikal bir sistem inşa etmeliyiz. Büyüme artık sadece finansal terimlerle ölçülmemeli. Bu sebeple daha az pazarlama kampanyası ve daha fazla gerçek radikal eylem görmeyi diliyorum.”

 

Karaosman’ın pazarlama kampanyasından kastı, büyük markaların sürdürülebilirliği ve döngüsel modeli göz boyamak adına kullanarak bu doğrultuda koleksiyonlar hazırlamaları ve birtakım kampanyalar yapmaları. Öte yandan, giysileri birden fazla ülkede, pek çok taşeron vasıtasıyla ucuz emek gücünü kullanarak ürettikleri gerçeği gözlerden saklanıyor. Ayrıca özellikle hızlı moda markaları döngüsel modeli çarpıtıyor. Tüketiciler, mağazalara konulan geri dönüşüm kutularına eskiyen giysilerini atarak moda endüstrisinin en çetrefil sorunlarından birinin çözülebileceğine inandırılıyorlar. Veyahut da plastik şişelerin geri dönüşümüyle elde edilen polyester kumaşlarla üretilen giysilerin, döngüsel modaya hizmet ettiğine. Halbuki bu noktada dikkatlerden kaçan iki önemli mesele var. Plastik şişeler ancak yeni şişelere dönüştürüldüğünde, yani aynı kapalı döngüde kaldığında döngüselliği tamamlanmış oluyor. Şişeleri bambaşka bir üretim alanına çekmenin, gözle görülmeyen çevresel bir etkisi de var. Geri dönüştürülmüş polyester ürün her yıkandığında, mikroplastik adı verilen beş milimetreden küçük plastik parçalar su giderlerine karıştıktan sonra denizlere, göllere ve hatta okyanuslara ulaşıyor. Oradan da balıkların midesine giriyor. Çevreye verdiğimiz zararı azaltacağımızı düşünerek satın aldığımız bir giysinin dönüp dolaşıp besin zincirimize dahil olması, moda endüstrisinin yol açtığı ekolojik sorunlara gerçekçi çözümler üretmekle ilgili daha fazla yol katetmesi gerektiğini gösteriyor.

 

Karaosman bu konuda, “Moda endüstrisi, döngüsel ekonominin dinamik ve paradoksal bir yapıya sahip olduğunu kabul etmek istemiyor. Günümüz çözümlerinin çoğu, yeşil kapitalizm anlamına gelen ve aşırı tüketimi tetikleyen ekonomik büyümeye odaklı. Döngüselliği benimsemek için adil ve sürdürülebilir bir moda endüstrisine geçişimizi hızlandırmak adına radikal mekanizmalar geliştirmemiz gerekmekte,” diyor. 

 

Moda sektörünün ihtiyaç dışı aşırı üretim sorununa çözüm bulma vaadiyle tutunduğu döngüsel modelin işlemesi için yapısal bir dönüşüme ihtiyaç duyulduğu aşikar. Bununla ilgili markalara daha dayanıklı ürünler üretmeleri konusunda baskı yapabilir; giysileri onarmak, takas etmek ve kiralamak gibi yöntemlere başvurabiliriz. Modada kullan-at kültürünü alt ettiğimiz ölçüde ekolojik yıkımı durdurabiliriz.


*Instyle Türkiye'nin Kasım sayısında yayımlandı.

11/04/2021

Moda fotoğraflarında değişen güzellik ve beden algısı


Barbara Kruger'in eseri

Yaklaşık on yıl önce erkek arkadaşımla Yeniköy’de gezerken ufacıcık bir kundura dükkanı gördük. Vitrindeki kadın ve erkek ayakkabılarının itinalı dizilişine hayran hayran baktıktan sonra içeriye girip buranın el emeği sinmiş kokusunu içime çekince, dükkana dair her şeyin çağın öğüten hızının aksine aheste ve mütevazı olduğunun farkına vardım. Kunduracıyla hoşbeş ettik. Erkek arkadaşım kendine bir çift ayakkabı ısmarladı. Oradan ayrıldığımızda, seri üretimin hüküm sürdüğü bu devirde böylesi kıymetli bir mesleğin ayakta kalması hakkında konuştuğumuz sırada, o zamanlar editörlerinden olduğum moda dergisini kast ederek, “Kunduracıyla sizin dergiye bir röportaj yapsana,” diye tavsiyede bulundu. Duraksamaksızın “Olmaz,” dedim. “Biz dergide sadece güzel insanlara yer veriyoruz.” Pat diye ağzımdan çıkıveren bu sözlerimin onun hiç hoşuna gitmediğini yüzüne bakınca anladım. Allak bullak olmuştu. Bense şaşkındım. Söylediğimde bir gariplik mi vardı ki? Moda dergileri göze hitap edeni göstermeyecekti de ne yapacaktı? 

 

Charles Baudelaire’e göre güzellik, “niceliğinin belirlenmesi çok güç olan ebedî, değişmez bir unsurdan ve koşullara göre değişen, göreli bir unsurdan oluşur - bu unsur da yaşanılan çağ, o çağın modaları, ahlâkî değerleri, duyguları ya da belki bunların hepsidir.”[1] 2000’lerin başlarında moda dergiciliğine merak sardığımda, içinde bulunduğum çağa özgü güzellik ölçütlerinin beni bu denli etkisi altına alacağını aklımdan bile geçirmezdim sanırım. Dergilerin parlak dünyasında pişmek, gözümü kusursuzluk yönünde eğitmek anlamına gelmişti benim için. Kunduracının temsil ettikleri hoşuma gitse de, kendisi zihnimde kurduğum estetik dünyanın dışındaydı. Bu dünyanın kuralları, kadınlar söz konusu olduğunda çok daha katıydı. Çünkü görsel kültürün kadın imgesinde kusura yer yoktu ve ben de yıllar içinde bu fikri büsbütün benimsemiştim. Bunun tek sebebi, moda dergilerindeki kadın bedenini estetize eden fotoğraflar değildi elbet. Filmlerden reklamlara, sosyal medyadan gazetelere kadar ne yana baksam herkes gibi güzellik kıstaslarına uygun olarak temsil edilen kadınlar görüyordum. Zira ideal olanın inşasında bütün kültür araçlarının seferber edilmesi daima şart olmuştur.

 

Moda döngüleri ve akımları, onar yıllık zaman dilimlerine göre değerlendirilir. Çağın ruhunun yansıması, tasarımlarda, moda fotoğraflarında ve reklamlarda görünür hale gelir. Buna bağlı olarak da bir kadın arketipi ortaya çıkar. Özellikle moda fotoğrafları, bu arketipin yaratılmasında, yayılmasında ve bununla beraber güzellik ve beden ideallerinin yerleşmesinde önemli bir rol üstlenir. Aslında bu fotoğraflar 20. yüzyılın başlarından beri moda basınında yer alıyor. Önceleri giysiler, illustrasyonlar aracılığıyla dergi sayfalarını süslerdi. 1900’lerde, Edward Steichen ve Baron Adolf de Meyer’in Vogue Amerika için çektikleri moda fotoğraflarını, modanın algılanması açısından milat kabul edebiliriz. Çünkü tasarımları kimi zaman toplumun kaymak tabakasına mensup kadınların, kimi zaman da modellerin üzerinde görmek dergi okuru için bir yenilikti. Zamanla kanıksanacak bir yenilik.


Annie Leibovitz'in Women adlı kitabından bir kare.

Annie Leibovitz'in Women adlı kitabından bir kare.
 

Peki kadınlar moda fotoğraflarına baktıklarında sadece kıyafetleri mi görürler? Fotoğraflar bize kıyafetten öte, onu sergileyen ve seyreden özneler hakkında neler söyler? Moda fotoğrafları da çeken Amerikalı fotoğrafçı Annie Leibovitz’in astronottan film yıldızına, Amerika’nın first lady’sinden madenciye farklı meslek gruplarından kadınları fotoğrafladığı bir seriyi topladığı Women adlı kitabının önsözünde, sevgilisi Susan Sontag şöyle yazar: “Kimse kadınların fotoğraflarının bulunduğu bir kitaba, kadınların alımlı olup olmadıklarını fark etmeden bakmaz. Dişil olmak, çoğunlukla hissedilen tanımına göre alımlı olmak ya da kişinin alımlı olmak için elinden geleni yapması, cezbetmesi demektir. (Eril olmanın güçlü olmak anlamına geldiği gibi.) Bu buyruğu tamamen hiçe saymak mümkünse de, hiçbir kadının bunun farkında olmaması mümkün değildir. Bir erkeğin dış görünüşüyle bir hayli uğraşması zayıflık addedilirken, bir kadının ‘yeteri kadar’ uğraşmaması ahlaki bir kusurdur. (...) Gençlik ve zayıflık gibi dış görünüşe dair idealler büyük ölçüde fotoğrafın imgeleriyle yaratılır ve dayatılır.”[2]

 

Sontag’ın söylediklerini moda fotoğrafları ve beden algısı bağlamında da düşünebiliriz. Tarihsel olarak kadının bedenle ve doğayla, erkeğin akılla ve kültürle bir tutulmasından ötürü kadın bedeni hep daha fazla anlam taşımıştır. Bu ayrım aynı zamanda, toplumsal cinsiyet rollerinin de belirleyicilerindendir. Mesela kadınların bakımlı ve güzel olmaları beklenir. Hatta bu yüzden çocukluğumuzdan itibaren dış görünüşümüzü fazlasıyla önemseyecek şekilde yetiştiriliriz. Büyüdükçe, kendimizi yetersiz hissetmemize yol açan onca şeyden birinin de bedenlerimiz olması şaşırtıcı değildir. Hep bir kusur buluruz kendimizde. Zira kültürel olarak yaratılan ideal kadın imgesi zihnimizin bir köşesinde asılı durur. İstesek de istemesek de kendimizi kıyasladığımız bu imgenin beslenmesinde moda dergileri de etkilidir. Her on yıllık dönemde belirli değişiklikler olmasına rağmen, tektip güzellik algısının kutsandığı moda çekimlerinde 2010’lara gelinene değin beyaz, genç, kusurlardan âzâde, kürdan gibi mankenler ve ünlüler bulundu. Bu profilin dışında kalan kadınlar, dergilerde nadiren yer alabildiler.

Özellikle altmışlardan itibaren, moda dergilerinde temsil edilen bedenler gitgide inceldi ve böylece zayıflık norm haline geldi. Her sene trendler, saç modelleri, makyaj tarzları değişti değişmesine ama zayıflığın hegemonyası zerre kadar değişmedi. Dolayısıyla kadınların bedenlerinden hoşnutsuzluk duymaları, onu sporla, estetikle ve diyetle değiştirmek için sürekli çabalamaları gerektiği neredeyse kuşaktan kuşağa aktarılan bir bilgiye dönüştü. 

 

Oyuncu Jane Fonda’nın bu konu hakkındaki deneyiminin pek çok kadına epey tanıdık geleceğine eminim. Fonda, hatırlayabildiği en eski zamanlardan beri annesinin, arkadaşlarının, büyükannesinin, mürebbiyesinin, ablasının –çevresindeki bütün kadınların- fiziklerinin iyi-kötü yanlarından söz ettiklerini anlatırken, “Kalın butlar, küçük göğüsler, büyük bir popo, her zaman uğraşılacak bir olumsuzluk vardı. Hiçbirinin kendisinden memnun olmaması beni çok şaşırtıyordu. Zevk düşkünü film yıldızları ve sıska mankenlerin örnek olduğu “ideal kadın”ı arama çabasında olan kadınlar, kendilerine eziyet etmeye bile razı görünüyorlardı. Mesela, oldukça ince, güzel bir kadın olan annem şişmanlamaktan çok korkuyordu. Kilo alırsa fazla etlerini keseceğini bile söylemişti,”[3] diyor. 

 

Kadınların bedenlerini nesneymişçesine algılamaları, bedenlerinin kültürel olarak metalaşmasıyla yakından ilgili. Bedenimizi değiştirme uğruna kendimize eziyet etmeyi göze almamız, kadın olarak dünyaya gelmememizin kaçınılmaz bir sonucu değil kesinlikle. Patriyarkanın bizi bu şekilde toplumsallaştırması yüzünden bedenlerimize böyle muamele ediyoruz. 


F
otoğraf: Guy Bourdin

1970’lerde, Helmut Newton ve Guy Bourdin gibi fotoğrafçıların, moda dergileri ve markaların kampanyaları için yaptıkları çekimlerde çıplaklık temasının artmasıyla beraber kadın bedeni adeta bir fetiş nesnesine dönüştü. Moda kuramcısı Diane Crane, moda fotoğraflarının, pornografik yayınlardaki kapalı gözler, açık ağız, genital bölgeyi ortaya çıkarmak için açılan bacaklar, özellikle göğüslerde ve genital bölgede çıplaklık veya yarı çıplaklık gibi apaçık cinsel pozları bünyesine dahil ettiğine dikkati çekiyor.[4] Amerika’da, aralarında Glamour ve Cosmopolitan gibi popüler yayınların da bulunduğu altı moda dergisinde, 1985-1994 yılları arasında yayımlanan 1800 reklamı inceleyen bir araştırmada, kadın modellerin kalçaları, omuzları, sırtları, karınları ve üst bacaklarının erkeklere oranla dört kat daha fazla sergilendiği, özellikle beyaz kadınların bedenlerinin ön planda olduğu sonucuna varıldı.[5]

 


C
orinne Day'in 1993'te fotoğrafladığı Kate Moss.

1993’de, Vogue İngiltere’nin kapağına 17 yaşındaki Kate Moss’un çıkması, moda fotoğrafçılığında ve yaratılan ideal kadın algısında bir dönüm noktası oldu. Dönemin Cindy Crawford, Naomi Campbell, Christy Turlington, Claudia Schiffer gibi süpermodellerinin etine dolgun fizikleri ve gösterişli görüntüleri, yerini Moss’un bir deri bir kemik beden imgesi ve eroin şıklığı estetiğine bıraktı. Moss, kısa boyu, küçük göğüsleri ve doğal görüntüsüyle modanın kusursuz beden takıntısına başkaldırıyordu adeta. Anti-modanın vücut bulmuş haliydi. Vogue İngiltere’deki fotoğraflarını çeken arkadaşı Corinne Day’e göre, moda dergileri çok uzun süredir seks ve gösteriş satıyordu. O ise kendi deyimiyle fantezi alemine biraz gerçeklik aşılama derdindeydi. Onunla birlikte David Sims, Davide Sorrenti ve Juergen Teller gibi fotoğrafçılar da modanın cilalı imgelerine inat, ham ve gerçekçi kareler çekmeye başladılar. Bu fotoğraflarda sunulan estetik bambaşkaydı ve kadın temsilleri nispeten daha doğaldı. En azından erişilmez güzellik kriterleri pompalanmıyordu. Ancak bunlar, eroin şıklığı estetiğinin de sorunlu olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Moss’unki gibi neredeyse ergenlikteki bir genç kızın bedenine sahipmiş görünen modeller, darmadağınık yatak odalarında veya izbe otel odalarında, akşamdan kalmaymışçasına makyajı akmış, saçı başı dağınık, boş bakışlarla kameradan yansıyorlardı. Bu fotoğraflarda kadın bedeni erotik veya nesneleşmiş biçimde sergilenmiyor olmasına rağmen, bu defa da kırılgan bir kadın imgesi çıkıyordu ortaya. Ayrıca uyuşturucu kullanımını özendirdikleri yönünde de eleştiriler vardı. Eroin şıklığı, moda çekimlerinde ve markaların kampanya fotoğraflarında o kadar yaygınlaştı ki, dönemin ABD Başkanı Bill Clinton Mayıs 1997’de yaptığı açıklamada, “Eroinin yüceltilmesi yaratıcı değil, yıkıcı. Bu fotoğraflardaki insanlardan bazıları artık ölmeye başladığına göre, kıyafetleri satmak adına bağımlılığı yüceltmeniz gerekmediği daha da açık,” diyerek duyduğu rahatsızlığı kamuoyuyla paylaştı.

 

Bu açıklamadan bir ay sonra, Vogue İngiltere’deki “Modern Kıvrımlar” başlıklı moda çekiminde 44 beden manken Sara Morrison yer aldığında, ülkedeki kadınların çoğunun kendisiyle aynı bedende olduğunu ve fotoğraflarını görürlerse bunun onları özgüvenli hissettireceğini söyledi. Derginin genel yayın yönetmeni Alexandra Shulman ise temkinliydi. İleride 44 beden modelleri kullanmak gibi bir niyeti olmadığının, bunun tek sefere mahsus olduğunun altını çizdi. Unbearable Weight: Feminism, Western Culture and the Body kitabının yazarı Susan Bordo’nun zayıflığın, 20. yüzyılda egemen kültürel ideale dönüştüğüne dair tespitini doğrulayan bir açıklama gerçekten de.[6]

 

Kate Moss’un 90’larda modellikle başlayan yükselişi, 2000’lerde stil ikonuna da dönüşmesiyle devam etti. Moss, giyim tarzıyla trendlere yön verirken, moda fotoğraflarından hiç eksik olmadı. Onun, “Hiçbir şeyin tadı, zayıflığın verdiği hissin yerini tutmaz,” sözünü çağın özeti kabul edilebiliriz. Öyle ya devir sıfır beden devriydi. Kadınlar onun tarzını harfiyen takip ederlerken, bu sözün tesiri altında kalmamaları mümkün müydü acaba? Hem de görsel kültür bütünüyle kadınların kusurlarını törpüleyen, filtreleyen ve yok eden rötuşlu fotoğraflara teslim olmuşken?  

 



Elle dergisinin Ekim 2019 sayısının kapağında engelli yüzücü Sümeyye Boyacı yer aldı.


Güzelliğin, zayıflık ve gençlikle eşdeğer görüldüğü ve kadın temsillerinin bu denkleme göre yapıldığı sarmaldan yavaş yavaş çıkabilmemiz 2010’ları buldu. Aslında modanın o yıllara kadar bu konuda bir arpa boyu yol alamamasını düşününce, değişimin pek öyle yavaş değil, ışık hızıyla gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Böylece moda dergilerinin kapaklarında şişman, başörtülü, engelli, yaşlı, trans kadınlar görmeye başladık. Moda sektörü, norm kabul edilenin dışında kaldıkları için görmezden geldiği kadınların varlığını hatırladı. Fotoğraflarda kusursuz kadın imgesi yaratmak uğruna rötuşlanan selülitler, yağlar, sivilceler, lekeler aynen bırakılır oldu. Beden olumlama hareketinin mücadelesi sayesinde, modada çeşitlilik ve kapsayıcılık dönemi başladı. 

 

Değişim, moda dergilerinin içeriklerinden, editörlerin söylemlerine kadar her yerde kendini hissettirir hale geldi. 28 yıl boyunca Vogue İtalya’nın genel yayın yönetmenliğini yapan Franca Sozzani, 2012’de yaptığı bir konuşmada, “Zayıfın güzel, takip edilmesi gereken estetik kaidenin de zayıflık olduğu fikrini yerleştirmemize ne sebep oldu? Güzel ve kadınsı süpermodellerin devri neden kapandı ve onların yerini hiçbir kıvrımı olmayan gelişmemiş ergen modeller aldı? Neden bu, güzel kabul ediliyor?” diyerek öz eleştiride bulundu. 

 

Tüm bu olumlu gelişmelerin ardında, kapitalizmin yeni pazarları fethetme hırsının yattığını düşünebiliriz – ki bana kalırsa böyle düşünmek için pek çok nedenimiz var. Yine de moda dergilerinin ve markaların günah çıkarırcasına çeşitli ırklardan, farklı etnik kökenlere ve beden tiplerine sahip kadınları görünür kılma konusunda muazzam bir çaba sarf etmelerini umut verici bulabiliriz. Hiç olmazsa genç kuşaklar artık tektip bir kadın temsili görmeye mahkum değiller. Bunun, onları kendileriyle daha barışık kılıp kılmadığını zaman gösterecek sanırım. 

 

Öte yandan, Kate Moss’un 2000’lerdeki popüler kültür ikonluğu tacını, 2010’larda Kim Kardashian’a devretmesinin etkilerini göz ardı etmek mümkün değil. Kardashian, geleneksel güzellik kıstaslarının dışında kalan bir vücut yapısına sahip olduğundan kimilerine göre olumlu bir rol model. Fakat sadece zayıf ve beyaz değil diye onunla beraber yaratılan ideal kadın imgesini sorgulamamazlık edemeyiz. Onun aşırı feminen imajı, sayısız moda fotoğrafında cömertçe sergilemekten kaçınmadığı abartılı kum saati şeklindeki bedenine dayanıyor. Beli incecik, kalçaları havada, göğüsleri dolgun. Bu vücut tipinin, estetik müdaheleler, diyet ve sıkı bir spor rutini gerektirdiği aşikâr. Üstelik hem günlük hayatında hem moda fotoğraflarında göğsünü gere gere korse giyiyor Kardashian. Onun yarattığı beden algısı, bedenin heykel gibi yontulabileceği yönünde. Nitekim, Amerika’da 2015-2016 yılları arasında kalça estetiği yaptıranların oranı yüzde 34 artmış. 

 

Görüldüğü üzere bir tarafta çeşitlilikle, diğer tarafta da gerçek dışı güzellik idealleriyle karşı karşıyayız. Bu çelişki, moda dergilerinde ve fotoğraflarında da karşımıza çıkıyor. Asıl soru, modanın da ötesinde, beden ve güzellik algısı değişirken bile kadınlara yeni zaaflar kazandıran popüler kültür ikonlarının türemesinin, bu ikonların onları güçlendiriyormuş gibi yaparken aslında yine yetersiz hissetmelerine çanak tutmalarının kimlerin ekmeğine yağ sürdüğü. Kuşkusuz cevabı hepimiz biliyoruz.



[1] Charles Baudelaire, Modern Hayatın Ressamı, çev. Ali Berktay, İletişim Yayınları, İstanbul, 2003, s.92.

[2] https://archive.nytimes.com/www.nytimes.com/library/photos/leibovitz/sontag-essay.html

[3] Rosalind Coward, Kadınlık Arzuları, çev. Alev Türker,  Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1989, s.74-75.

[4] Diane Crane, Gender and Hegemony in Fashion Magazines: Women’s Interpretations of Fashion Magazines, The Sociological Quarterly, Volume 40, Number 4, s.545.

[5] https://journals.sagepub.com/doi/10.1111/j.1471-6402.1997.tb00135.x

[6] Susan Bordo, Unbearable Wight: Feminism, Western Culture and the Body, University of California Press, United States of America, 2003, s.46

*Bu yazı, Birikim Ocak 2021 sayısında yayımlandı. 

05/02/2021

Korsenin beklenmedik yükselişi

Netflix’in gelmiş geçmiş en çok izlenen dizisi olan Bridgerton sayesinde korseye duyulan ilgi katlandı.



Epeydir zamanımızın çoğunu evde geçirdiğimiz için kadınların beli lastikli her türlü giysiye meyletmesi ve sutyene mesafelenmesi gayet anlaşılır. Şaşırtıcı olan, biz rahatlığa bu denli alışmışken eBay ve Lyst gibi sitelerin bir süredir korse aramalarında ciddi oranda sıçrayış kaydetmesi. Bridgerton ve Featherington ailelerinin koket kadınlarını izlerken üzerimizdeki eşofman altına yüzümüzü ekşiterek bakıyoruz galiba.

 

Dizide Penelope’yi canlandıran ve çekimler boyunca korse giymek zorunda kalan Nicola Coughlan ise bu konuda gerçekçi. “Günün bitiminde korseyi çıkarmak tarifsiz bir duygu. Sutyen cenderesini on binle çarptığınızı düşünün. Kaburgalarınız koca bir oh çekiyor,” diyor. 

 

16. yüzyıldan itibaren Batılı kadınların hemen hemen 400 yıl boyunca farklı modellerde korseler giydikleri düşünülürse, kadın bedeninin hep bir ideale bağlı olarak biçimlendirilmeye çalışıldığı anlaşılır. 

 

Günümüzün korse merakı Bridgerton’dan epey önce başladı esasında. Korse ve onun yeni nesil varisi vücut şekillendirici iç çamaşırları son yıllarda ünlülerin de etkisiyle iyiden iyiye yaygınlaştı. Bir yandan beden olumlama hareketi sayesinde güzellik normlarına karşı mücadele verilirken ve böylece farklı beden tiplerinin temsiliyetine yer açılırken, bir yandan da bedendeki fazlalıkları sıkıştırıp örterek kusursuzluk dayatmasını yeniden üreten bu tür giysilerin öne çıkarılması modanın mutat çelişkilerinden biri kanımca.  



Kim Kardashian etkisi

Korsenin rağbet görmesinde en çok rol oynayan popüler kültür figürlerinin başında Kim Kardashian geliyor kesinlikle. 2019’daki Met Gala’da, üzeri kristallerle kaplı ıslak görünümlü Thierry Mugler elbisenin içine giydiği korsenin oluşturduğu abartılı kum saati görüntüsü, Kardashian’ın öncüsü olduğu gerçek dışı beden algısının şahikasıydı. O elbiseyle oturamadığını itiraf etse de, geçen yıl Instagram’da benzer bir korseyle çektiği videosunu paylaşmaktan geri kalmadı. Bunun üzerine pek çok takipçisinden tepki gördü. Sesini bunca insana ulaştırabiliyorken neden böylesi gerçeklikten uzak güzellik kıstaslarını yaymayı seçiyordu?

 

Kardashian sadece dış görünüşüyle değil, her beden için çözüm sloganıyla pazarlanan vücut şekillendirici markası Skims’le de bedenin durmaksızın dönüştürülebileceği mesajını veriyor. Sırf bu slogan bile bedenlerimizin düzeltilmesi gereken kusurları olduğunu ima ediyor. Çözüm diye sunulan, kadınların kendilerinden memnuniyetsizlik duymalarına hizmet etmekten başka bir şey değil. Oysa markanın internet sitesinde gezindiğimizde sadece zayıf mankenler görmüyoruz; çeşitlilik yerinde. Sözde bütün bedenler olumlanıyor. Fakat satılan ürünler, ne tip bir bedene sahip olurlarsa olsunlar, kadınlara bedenlerini değiştirmeyi vadediyor.

 

Şekillendirici ya da korse giyip giymemek bizim tasarrufumuzda olduğu için bunların ille de bir baskı aracı olarak kabul edilmeyeceği iddia edilebilir. Ancak bireysel tercih addettiklerimizin farkında bile olmadığımız toplumsal bağlamları mevcut. Hele hele beden söz konusu olduğunda belirli ideallerin nasıl tercih kisvesi altında kadınlara dayatıldığını düşünürsek, korsenin ve şekillendirici iç çamaşırının pek öyle masum iç giyim parçaları olmadığını anlayabiliriz. Bana inanmıyorsanız Penelope’ye sorun.