21/04/2007

Discovery of exotic

MYSTERY AND EXOTICISM THAT DISTANCE HIDES INSIDE ALWAYS CREATE AN IRRESISTABLE DESIRE IN HUMAN BEINGS TO DISCOVER THAT WHICH IS FAR AWAY. THROUGHOUT HISTORY EXOTICISM, WHICH IS THE SYMBOL OF STRANGENESS, ATTRACTIVENESS AND FOREIGNNESS, SOWED SEEDS OF CURIOSITY IN THE HEARTS OF PEOPLE TRAVELLING FOR DISCOVERY.

Westerners who relate the concept of “other” to mystery and exoticism had the chance to display their development with these voyages. The discovery of exotic countries came to help the West, which always needed to create the “other” in order to define itself. I hear Westerners who encounter the primitive tribes in the lands that they discover saying: “Look at them! They don’t even know how to talk. Let’s take these people to where we live so that they can all see how developed we are!” These people, who had worthy characteristics such as being untouched and free from corruption, were unaware that they had been labelled as exotic. They were carried away to fairs in Europe and America and exhibited there. Millions of curious eyes examined them like they would view various kinds of animals in a zoo. These ‘human fairs’ were established at the beginning of the 19th century and they were more popular than zoos at that time because they gave the opportunity to people to see something wondrous and different. People who encountered these ‘primitives’ for the first time at these fairs were astonished and praised Darwin’s theory of evolution. Every visitor left these fairs a little bit confused, but nevertheless satisfied. Everything was just like they had expected. Western people who fit better to the environmental conditions successfully passed from the filter of natural selection and provided the formation of new generations. They didn’t have any doubt that the West was the symbol of development and the primitive people of exotic countries were the sign of backwardness.
The first exotic
Even though the concept of exoticism that was came into use for the first time at the beginning of the 19th century acquired different meanings with changing social and cultural dynamics, it was generally used to define less developed communities. But after each inch or terrain was discovered and the world turned out to be a small village, it became almost impossible to define and find the distinct and exotic. Differences that were formerly called primitivism came to acquire new meanings with postmodernism. Therefore, the concept of exoticism shed itself of the negative connotations that were associated with it. Baudrillard, who is a prominent French intellectual of this post-modern era, defines exoticism as the sharp and sudden perception of an eternal disagreement, rather than an ordinary foreignness or touristic fantasy. Let’s now take a trip to the exotic lands which are history’s symbol of primitivism and today’s symbol of uniqueness.
Shores of the ocean
An endless clear blue sky, a boundless sea that looks like an enormous aquarium covered with a coral reef, pearl-white sands and huge palm trees… This scene is like seeing a mirage in the desert for most people. But for the jet-set of the world and rich tourists it represents a scene of a play that they themselves are the leading actors and actresses in. They are so pleased to perform this play on the exotic islands that are on the shores of the ocean that they experience this authentic practice every year. The ones who escape from the artificiality of city life and have a holiday in Hawaii, the Caribbean, Maldives, Seychelles or Bahamas feel a freshness that is just like the taste that a natural fruit juice leaves on the lips. Thus, this feeling of freshness accompanies them in their journeys which are the antidotes of modernism. Natural and untouched are widely accepted for these people who try to get away from the speed and intensity of city life. Doesn’t it seem like an ironic search on the part of the people of developed countries who throughout history relate being ‘untouched’ to primitivism? Members of the bourgeois class now willingly go to the lands where people that they formerly defined as primitive are living. But, it is wrong to explain their choices simply as an escape from modernism. Nowadays, the concept of exoticism is associated with uniqueness and naturalness and this is another push factor for them to visit these holiday paradises.
Aloha
Are people living in these exotic countries happy with the transformation of their lands into holiday paradises? Most of us have a picture in our minds of these places in which there are indigenous people that welcome the tourists with their own distinct smile saying: “Aloha!” This scene, which is right out of the movies, makes it difficult for us to believe that in the past people living in exotic lands struggled to protect their lands from Westerners. However, the legend that is told about Tainos natives shows that indigenous people who entertain millions of tourists today were not very hospitable to Westerners in their first visits. It is hard to guess whether or not Tainos natives who were living in Las Galeras - the largest island of Caribbean where Christopher Columbus first stepped onto the “New Continent”- were trying to protect their naturalness while struggling with the invaders coming form the “Old Continent.” But, according to the legend, during the whites’ invasion of the island the sky was covered with pitch black arrows. In order to reflect this struggle one of the beaches of this island was called The Beach of Las Fleshas (The Beach of Arrows).

14/04/2007

Nil'in harikalar diyarı

Gelmiş geçmiş en ünlü ikon ve rol model Barbie, Nil Karaibrahimgil’le buluşup tacını bir günlüğüne Nil’e devretti. Barbie Nil’in harikalar diyarına bir yolculuk yapmaya ne dersiniz?

Barbie’nin Nil’le buluştuğu gün Nil’in heyecanına ortak olmak üzere ekipçe stüdyodayız. Yüzyılın en şaşaalı isimlerinden birini karşılamak kolay değil elbette. Hepimiz en az onun kadar kusursuz görünmek için birbirimizle yarışıyoruz. Küçükken Barbie’leriyle oynamayı hiçbir şeye değişmeyen Nil için Barbie’yle buluşmak bir rüyanın gerçeğe dönüşmesi anlamına geliyor. Nil’in nasıl bir Barbie olacağını o kadar merak ediyoruz ki bir an önce kıyafetleri seçmeye başlıyoruz. Barbie’yi ‘Nilleştirmenin’ zamanı gelmiş oluyor. Zaten Nil de “Barbie’nin içinden Nil’in fırlaması lazım” diyerek nasıl bir Barbie olacağı konusunda ilk ipuçlarını veriyor bize.

Huzurlarınızda Barbie Nil
Nil’i Barbie’ye dönüştürme projesinin ilk adımı saç ve makyajla atılıyor. Nil, Barbie’yi kendine benzetmek için yapacaklarını tasarlıyor kafasında. Makyajı yapılırken “Eskiden çillerimden nefret ederdim. Şimdiyse bayılıyorum. İnsan ne kadar değişiyor” diyor birdenbire. Barbie’nin temsilcisi olduğu kusursuz güzellik ekolünün takipçisi olup olmadığını sorduğumda “Kusursuz güzelliği hem arıyorum, hem aramıyorum. Her kadın gibi ben de kendimi güzel görmek istiyorum fakat bir yandan da güzelliğin artık çok tüketilmiş bir kavram olduğunun farkındayım. Anti-estetiği kusursuz güzelliğe yeğlerim. Vitrinde duruyormuş gibi olmayı sevmiyorum” cevabını alıyorum. Annesinin küçükken kaşlarını almasına izin vermediğinden bahsediyor. “Ne zaman cımbızı elime alsam koşa koşa gelir kaşlarımı almamın yasak olduğunu söylerdi. İyi ki de öyle yapmış” diyor ve annesine sesleniyor: “Anne üzerinde ‘Shut Up’ yazan bandı getirir misin?” “İşte Barbie’nin ‘Nilleşmeye’ başladığı an” diye geçiriyorum içimden. Saçları yapılırken kafasına takılan beyaz saç bandının üzerine ‘Shut Up’ bandını yapıştırıyor. Ardından üzerine giydiği kocaman fiyonklu elbisesiyle sabırsızlıkla açılmayı bekleyen bir hediye paketini andırıyor.
Fotoğrafları çekilmeye başladığı anda kameranın kadrajına Nil’in farklı yüzleri yansıyor. Stüdyoda sürekli değişen yüzüyle bizleri şaşırtan Nil, Barbie gibi daima farklı rollere bürünmediğini söylüyor. “Her yerde aynı insan olmaya çalışıyorum. Farklı rollere bürünmeyi kaldırabilecek bir yapım yok. Arkadaşlarımın arasında nasılsam konserlerimde de öyleyim aslında” diyor.
Farklı rollere bürünmese de onun Barbie gibi yaşsız kadınlardan biri olduğunu düşünüyorum. “Keşke yaşsız olsam. Ruhen kendimi 13 yaşında gibi hissediyorum. Arada bir 60 yaşındaymış gibi hissettiğim dönemler de oluyor ama genelde çocuk ruhlu bir kadınım” derken gözlerinde o çocuk ruhun hınzır bakışlarını yakalıyorum.
Nil’in hınzır bakışlarına yüzünden eksik olmayan gülümsemesi eşlik ediyor. Gülmeyi ve güldürmeyi çok sevdiğini söylüyor. “Bazen negatif duygulardan kaçarken pozitif ve güler yüzlü bir insan oluyorum. Çok neşeli görünüyorsam o ruh halinin negatif yöndeki uzantısı da muhakkak vardır” sözlerini duyunca Nil’in bol ironi sosuyla süslü şarkılarının sırrını çözüyorum. ‘Evlenmek Gerek’ parçasında bir yandan “Gözyaşlarıyla sulanmam, evlilik benim solmam gerek” diyordu, bir yandan da “Şimdi benimle kimler evlenmek ister, canım hem yuva kurmak, hem eğlenmek ister” diye haykırıyordu.

İroni kraliçesi

Nil şarkılarındaki mizah ve ironinin yaşadığı harikalar diyarına açılan kapı olduğunu söylüyor. “Bazen bu şarkıyı benden başkası yapmış olsaydı kıskançlıktan ölürdüm diyorum kendi kendime” diyecek kadar da açık sözlü. Bizleri harikalar diyarına biraz olsun yakınlaştırmak için ilk albümümün adını ‘Nil Dünyası’ koyan Nil, “Kendi dünyamdan yayın yapmayı kafama koymuştum. Yaptığım yayında o dünyanın havasına, suyuna ve atmosferine sadık kalacağıma dair söz vermiştim kendime” diyor. Nil, harikalar diyarının özüne o kadar sadık kaldı ki herkes burada neler olup bittiğini merak eder oldu.
Şubat ayında Londra’da verdiği ilk konserde Carling Academy Islington’a gelenler de bu diyarı merak edenlerdi. “Konsere gelenlerin tamamı Türklerden oluşmadı. Yabancıların müziğime nasıl tepki verdiğini görmüş oldum. Ayrıca, Natacha Atlas’la düet yapmak harikaydı.” diye bahsediyor bu konserden. Nil’in İstanbul dışında yaşayabileceği tek yer Londra olduğu için bu konserin Nil için ayrı bir önemi var. Londra’nın kendisini besleyen ve ona iyi davranan bir şehir olduğunu söylüyor. Ayrıca, bu şehre duyduğu aşkın karşılıksız olmadığının da farkında. “Onun da beni sevdiğini hissediyorum” diyor kocaman gülümsemesiyle. Londra’ya çok sık gidip gelmesini şehrin havasını sevmesine bağlıyor. “Çok dışa dönük bir insan olmama rağmen Londra’nın yağmurlu havası ve içine kapanık insanları bana iyi geliyor. Her gittiğimde ruhum arınıyor” diye bahsediyor kocaman bir beslenme çantasına benzettiği şehirden.

Sürreal bir karakter

Nil’in şarkı sözlerinde ve yazılarındaki spontane üslubunun konuşmasına da yansıdığını fark ediyorum. Bu spontane hali onu, sürrealist ressamlar Salvador Dali’yle Rene Magritte’in ortaklaşa yaptığı bir resim gibi algılamama neden oluyor. Tıpkı onların resimlerinde olduğu gibi Nil’in görüntüsü de akla ters düşen düşsel bir ortamda yer alıyor. Nil, Dali ve Magritte’in bilinçaltından gelen düşüncelerini özgürce resmettikleri şövalede yer alan bir imge gibi adeta. “Kendimi sürreal bir karakter olarak görüyorum gerçekten de” diyor. Kendisini böyle tanımlayan Nil’in şarkılarını ve yazılarını bilinç akışı yöntemiyle yazdığını duyduğumda hiç şaşırmıyorum. “Spontane olmak çok önemli benim için. Bir şeyi yazarken yarısında duraklarsam korkuyorum. İlhamımın beni ziyaret etmesi çok güzel oluyor. O zaman benden çok, ilhamım yazıyor. Hayatta en korktuğum şeylerden biri o spontan ilhamın kaybolması” diyerek ilhamıyla arasındaki ilişkiyi anlatıyor.
Spontanlığı sayesinde çekimin atmosferini de değişiyor. Her fotoğraf karesinde Barbie’ye kendinden bir şeyler ekleyerek yer alıyor Nil. Çekime gelirken yanında getirdiği iki büyük el çantası sürprizlerle dolu hediye paketlerini anımsatıyor bana. O her kıyafet değiştirdiğine el çantalarından fotoğraf karesinde “Nil!” diye bağıran bir aksesuar çıkıyor.
Kıyafet değişikliklerinden sonra ilk fikrini aldığı kişi annesi oluyor daima. Nil’in hayatında annesinin çok farklı bir yeri olduğunu fark ediyorum. “Benim için en iyisini düşünen ve tüm kaprislerimi çeken tek insan o. Hazır o da gençken, aynı şeyleri beğenip, aynı müzikleri dinleyip, aynı dergileri okurken mümkün olduğu kadar birlikte vakit geçirmeye çalışıyoruz” diyor. Etrafına enerji saçan bir insan olmasını annesi, babası ve kardeşine borçlu olduğunu söylüyor. “Ailem tarafından çok sevilerek ve şımartılarak büyütüldüm. Beni şımartırlarken kendimi çok fazla ciddiye almamam gerektiğini de öğrettiler” diye söz ediyor ailesinden.

Melodik aile
Küçükken evde sürekli şarkı söyleyen babasının sesini duyan Nil’in en yakın arkadaşları melodiler olur. Daha anne karnındayken duymaya başladığı tınıların onu hiç yalnız bırakmadığı söylüyor. Şu anda melodilerin kolaylıkla aklına gelmesini babasına borçlu olduğunu düşünüyor. Bazen yarattığı şarkıları “Allahım bu şarkıyı bana yolladığın için çok teşekkür ederim. Onu en iyi şekilde söyleyeceğime ve konserlerde en iyi şekilde temsil edeceğime söz veriyorum” diyecek kadar çok seviyor. Dikkatli dinleyen birinin şarkı sözlerindeki hafifliğin altında çok büyük bir ağırlık olduğunun farkına varabileceğini söylüyor Nil.
Küçükken evde dinlediği tüm şarkıların kendini geliştirmesine yardımcı olduğuna inanıyor. Evde Orhan Gencebay da opera müzikleri de dinlediklerini söylüyor. “Peki ya Madonna?” diyorum Madonna’ya olan hayranlığını şarkı sözlerine döken Nil’e. Gözleri parlayarak başlıyor Madonna’yı anlatmaya. “80’lerde ben büyürken patladı Madonna. Onun yaptığı her şeyden çok etkilendim. O, dünyadaki bütün kadınlar için kendini yenilemeyi ve değiştirmeyi sembolize eden müthiş bir isim. Daima bizleri şaşırtmasını seviyorum” diyor.
Madonna’nın hep bir farklılıkla karşımıza çıkması gibi Nil de daima sürprizler yapıyor bizlere. “İnsanlar ünlü oldukları zaman tutarlı olmaları gerektiğini düşünüyorlar. Bense albümlerimde tutarsız olmaya çalışıyorum. Üç albümün de çıkış parçaları birbirinden çok farklı. Kendimi tanımsızlaştırmaya çalışıyorum” diyor. Ayrıca büyüdükçe değiştiğini ve yaşadığı değişimlerden de mutlu olduğunu söylüyor. Daima değişim içinde olursa kendisinin de, onu sevenlerin de sıkılmayacağını düşünüyor.

Evin şımarık kızı büyüyor
İlk albümünde sevgilisinin aşkı ona iki beden büyük gelen kız çocuğu Nil’e ne olmuştu da ikinci albümde “Çocuk da yaparım, kariyer de” demeye başlamıştı? Şarkılarına baktığı zaman büyümeye başladığını gördüğünü söylüyor. “Birinci albümden ikinci albüme kadar olan süreçte büyüdüm. Tükürdüklerimi teker teker yaladım. 10 sene sonra neler söyleyeceğimi ben de çok merak ediyorum” diyor gülerek.
Eskiden çok daha patavatsız olduğundan dem vuruyor. “Artık birine kızmadan önce iki kere düşünüyorum. Empati kurmaya başladığımı fark ettiğim zaman büyüdüğümü anladım. Mesela, eskiden arkadaşlarımla bir araya geldiğimde sadece ben konuşurdum. Şimdi onları dinlemeyi de öğrendim. Bu da büyüdüğümün bir başka göstergesi” diyor.
Büyümek Nil’in evlilik ve çocuk sahibi olma konusunda daha fazla kafa yormaya başlamasına da neden oldu. “Nasıl bir anne olacağım konusunda hiçbir fikrim olmamasına rağmen çocukları çok seviyorum. Bir yandan çok korkutucu buluyorum çocuk sahibi olma fikrini ama bu konuda incelemelerde bulunmaya başladım. Çocuklu arkadaşlarımı ziyaret ediyorum. Geçen gün uzun süredir görmediğim iki tane kızı olan bir arkadaşımın evine gittim” diyerek evlilik konusundaki düşüncelerini paylaşıyor benimle.

Nil modası
Büyüse de değişmeyen tek şey var Nil’de, o da alışveriş ve modaya olan düşkünlüğü. Çekim boyunca Barbie’ye kendinden bir şeyler katarak Barbie’nin kendisine devrettiği tacı en iyi şekilde taşıyan Nil, tıpkı onun gibi kıyafetlere bayılıyor. Bunun için de kendini bir mimari proje gibi tasarlamayı sevdiğini söylüyor. “Her gün ne giyeceğini uzun uzun düşünen insanlardan değilim. Özellikle konserlerin öncesinde ne giyeceğimi tasarlıyorum ve bunu yapmayı da çok seviyorum” diyor.
Çok farklı renkler, kıyafetler ve aksesuarları bir arada kullanarak nev-i şahsına münhasır bir tarz yaratan Nil’in giyim zevkinin kardeşinin alay konusu olduğunu öğreniyorum. Kardeşi “Gardıroba girip, içinde son hızla dönüp, üstüne yapışan şeylerle sokağa çıkıyorsun. Portmanto gibisin” diyor Nil’e.
Kardeşinin portmantoya benzettiği Nil’in kendine özgülüğünün sırrı moda olan şeyleri giymekten köşe bucak kaçıyor olması. Ayrıca, dikkat çekmeyi çok seviyor ve “Bunun ünlü olmamla alakası yok. Görsel anlamda dikkat çekmek her zaman hoşuma giderdi” diyor. Hüseyin Çağlayan, Martin Margiela, Alexander McQueen, John Galliano ve Vivienne Westwood’u çok beğeniyor. Christopher Kane, Ashish ve Manish Arora gibi yıldızı yeni parlayan moda tasarımcıları da takip ettiğini söylüyor.

13/04/2007

Fizikle moda el ele


Sezonun içine helyum gazı basılmış gibi görünen elbise ve etekleri gözünüzü korkutmasın. Bunları giydiğiniz zaman uçan balonlar gibi havalanıp uçmayacaksınız. Peki, yer çekimine karşı gelmeden hacimli kıyafetler giymenin yolu nedir?

Fizikle modayı bir araya getirerek volümlü kıyafetlerin moda sahnesinde yer almasını sağlayan ilk tasarımcı Cristobal Balenciaga olur. 1950’lerde tasarımlarıyla kadınların doğada kapladığı yeri artıran Balenciaga’nın en önemli icatlarından biri olan balon etek bu sezonun en çok arzulananlar listesinde üst sıralarda yer alıyor. Moda dünyası dönem dönem hacimli kıyafetleri bizlere sunmuş olsa da, volümün sesi uzun süredir çıkmağı kadar çok çıkıyor bu sezon.
Hacim deyince aklınıza 80’lerin çuval görünümlü modellerini getirmeyin sakın. Ayrıca, hacmin sizi olduğunuzdan daha şişman göstereceği fikrini de hemen atın kafanızdan. Hacimli etek ve elbiseleri giymenin yolu hacmi dengelemekten geçiyor. Balon etekler vücuda oturan gömlekler ve babetlerle kombinlenmeli. Hacimli elbiseleri ise bolerolar ve topuklu sandaletlerinizle giymelisiniz.
“Elbise ve eteklerdeki hacim bana göre değil” diyorsanız, hacmi omuzlarınıza taşımayı öneriyorum. Karpuz kollu gömlekler ve bluzlar çocuksu bir şıklık arayanları sevindiriyor. Omuzlardaki hacim de doğru bir şekilde dengelenerek giyilmeli. Hem geniş formlu, hem de karpuz kollu olan üstler olduğunuzdan kilolu gözükmenize neden olabilir. Bu yüzden doğru orantılamaya özen göstermelisiniz.
Hacimli kıyafetlerle uçmayacağınızı söylemiş olsam da siz yine de bu kıyafetleri giydiğinizde ayaklarınızı yere sıkı basmayı unutmayın.

07/04/2007

Hokus pokus


Daha uzun görünmenin yollarını arıyorsanız usta sihirbaz modadan yardım isteyebilirsiniz. Modanın illüzyon numaralarını sergilemek için yüksek bel pantolon ve etekler, dolgu topuk ayakkabılar ve boyuna çizgililere ihtiyacı var. Renklerden de siyahı tercih ediyor.

Seyircilerimiz hazırsa moda illüzyon numaralarına başlamak istiyor. Perde açılır açılmaz büyük bir alkış tutmayı unutmayın lütfen. Moda, gördüğü tepkiden memnun kalırsa size en güzel numaralarını sergileyecek. Ve perde…
“Elimde görmüş olduğunuz yüksek bel pantolon ve etekler uçsuz bucaksız bacaklara sahipmişsiniz gibi bir görüntüye kavuşturma ustaları. Üzerlerine vücuda oturan üstler giymenizi öneriyorum. “Kum saati.” mi dediniz? Tam üstüne bastınız. Bu kıyafetlerin altına babet giymek gibi bir hata yapmayacağınızı biliyorum zaten. İstediğiniz upuzun bir boysa bunun için yüksek bellilerinizi topuklularla tamamlamanız gerektiğini siz de çok iyi biliyorsunuz.”
Moda, “Abrakadabra!” dediği anda siyah bir perdenin arkasından dolgu topuk ayakkabılar ve boyuna çizgili üstler çıkıyor ve moda başlıyor yeni numaralarına. “Yaz sezonunun mini ötesi minileri dolgu topuklar için ideal. Üzerine boyuna çizgili bir de gömlek giydiğiniz anda yaratacağınız göz yanılsaması daha da artar. Ana renklerdeki çizgililer kolejli havasına büründürür, rengarenk çizgililerle baston şekerlere benzersiniz. Enine çizgiler vücudunuzu enine doğru genişletir. Şaşırtmak için enine çizgililerle boyuna çizgilileri bir arada giyin.”
En büyük sürprizi sona saklıyor moda. “Şimdi sizlere illüzyonlarımın mimarıyla tanıştırmak istiyorum. Tüm kusurları örten tek renk siyah aynı anda hem ince, hem de uzun gösterme becerisine sahip.”
Salonda büyük bir alkış kopuyor ve sihirbaz moda “Hokus pokus!” diyerek ortadan kayboluyor. Sihirbazdan geriye kalanlar seyircilerin hafızasına uzun boylu görünmenin sırları olarak kazınıyor.

05/04/2007

Moda Afrika seyahatinde

Moda, bavulunu topladı ve tatil için Afrika’ya gitmeye karar verdiğini açıkladı. Sevenlerine “6 ayda bir yenilenen koleksiyonlar çok yordu beni. Biraz dinlenmeye ihtiyacım var.” dedi. Yaz boyunca Afrika esintili kıyafetler giyersek geri döner misin moda?

Modanın Afrika seyahatini ilk sezinleyenler tasarımcılar oldu. Hermes, Roberto Cavalli, Alessandro dell’Acqua ve Moschino defilelerinde karşımıza çıkan hayvan baskıları tasarımcıların tamtam seslerine kulak verdiğinin kanıtıydı. Vahşi doğanın desenlerini üzerlerinde taşıyan kıyafetlerin antidotu ise çiçekler oldu. Alexander McQueen, Giambattista Valli ve Louis Vuitton koleksiyonlarda açan çiçekler “Havada romantizm kokusu var!” diye haykırıyordu adeta. Hayvan baskıları ve çiçekler podyumlarda arz-ı endam ettikten sonra mağazlardaki yerlerini aldılar.
Leopar ve zebra desenli kıyafet ve aksesuarları giymek için ihtiyacınız olan tek şey biraz cesaret. Hayvan baskılarıyla, seksi görünenlerin bir adım ötesinde yer alan moda kurbanlarının sınırlarına geçmemeye özen göstermelisiniz. Zira bu kıyafetlerin içindeyken seksi görünmekle moda kurbanı olmak arasında çok ince bir çizgi var. Hayvan baskılarını giymenin ilk kuralı sadelik. Baştan ayağa leopar veya zebra desenli kıyafet ve aksesuarlarla vahşi ormanlardan fırlamış gibi görünme tehlikesiyle karşı karşıya kalabilirsiniz. Hayvan baskılarını çok vahşi buluyorsanız safari kıyafetleri sizin için daha doğru bir seçim. Bej renginin hakimiyetinde olan safari topraklarını turuncu ve yeşil gibi renklerle canlandırabililirsiniz. Safari kıyafetlerine canlılık katmanın bir başka yolu da tahta aksesuarlar kullanmak. Afrika ruhunun antidotu çiçeklerse çocuk ruhlu romantikler için.

Nergis bahçesi



Rupert Sanderson her birine farklı bir nergis çeşidinin ismini verdiği ayakkabılar tasarlıyor. Londra’daki gözlerden uzak mağazası 1950’lerin zarafetine ev sahipliği yapıyor.

Nasıl karar verdin ayakkabı tasarımcısı olmaya?
1998 yılına kadar büyük bir reklam firmasında yönetici olarak çalıştım. Bu işi hayatımın sonuna kadar yapmak istemediğimi fark ettiğim noktada istifa ettim ve Cordwainers College’da ayakkabı tasarımı okumaya başladım. Ardından İtalya’ya gidip Sergio Rossi ve Bruno Magli ile çalışmaya başladım.
Müthiş cesur bir karar vermişsin. Kaç yaşındaydın işini bıraktığında? 32 yaşındaydım. Eğer bu adımı atıp tasarım okumasaydım hayatım boyunca pişmanlık duyacaktım. Ben de hayallerini ve gerçekte ne yapmak istediğini anlatıp duran sıkıcı insanlardan biri olacaktım. İnsanlar isteklerini “1 yıl sonra yaparım” diyerek sürekli erteliyor ve bu istekler hiçbir zaman gerçekleşmiyor.
Peki neden ayakkabı tasarımına yöneldin?
Aslında tam bir açıklaması yok bunun. Her zaman kadın ayakkabılarını büyüleyici bulurdum. Ayakkabı tasarımının da bir çeşit mimari olduğunu düşünüyorum. İyi tasarlanmış bir ayakkabı, kadının siluetinde inanılmaz bir değişiklik yaratabilir.
Bruno Magli ve Sergio Rossi gibi köklü isimlerle çalışmak nasıldı?
Tek kelimeyle muhteşem. Çoğu tasarımcı atölyede vakit geçirmekten hoşlanmaz. Bense İtalya’da sabahtan akşama kadar bütün günümü atölyede geçirdim. İnanılmaz bir tecrübe oldu benim için.
Tüm tasarımlarında 1950’lerin elegan ve kadınsı ruhu var. Sen nasıl tanımlıyorsun tasarımlarını?
Seksi ayakkabılar tasarlamıyorum. Zarif ve feminen, tasarımlarımı en iyi ifade eden iki sözcük.
Sade ve şık tasarımlar yapmak oldukça zordur. Nedir sırrın?
1950’ler benim ilham perim. Bu dönemi ümit ve iyimserlik dönemi olarak adlandırıyorum. Savaş sonrası dönemin ihtişam ve estetiğini çok etkileyici buluyorum. Bu dönemde İngiltere’de ciddi değişimler gerçekleşti. 1951 yılında savaşın sıkıntılarının ardından dizayn ve gelişimi desteklemek için 'The Festival of Britain' düzenlendi. Bu festival, yaratıcılık döneminin başlangıcının habercisi oldu. Ayrıca, 50’lerde tüketimin, promosyon ve ünlülerin desteği olmadan gerçekleşmiş olması da inanılmaz buluyorum.
Bugünkü tüketimin tamamen reklam ve ünlülere dayalı olduğunu göz önüne alırsak gerçekten de inanılmaz.
Bunun daha ne kadar böyle devam edeceğini merak ediyorum açıkcası. Tasarladıklarını ünlü insanlar yoluyla pazarlamakla yaptığın işin ruhunu kaybettiğini düşünüyorum. Ünlü isimlere tasarlamaktansa daha zevk sahibi kişilere tasarlamayı tercih ederim. Dergilerde yer alan “Şu ünlü isim Rupert Sanderson’ın tasarımlarını giyiyor,” haberlerinden de hoşlanmıyorum. Moda yazarlarının tasarımlarımdan övgüyle söz etmesi çok daha önemli benim için.
Hayalindeki müşteri kim? Tasarımlarını kimin için yapıyorsun?
Zevk sahibi ve kendini bir ayakkabıyla şımartmanın ötesinde tasarımlarmın ruhunu anlayabilen herkes için. Ve tabi sadece ünlü bir ismin ayağında gördüğü için Bond Street’e gidip bir çift Gucci ayakkabı almayanlar için.
Rupert Sanderson’ın daha niş bir marka olmasını istiyorsun sanırım. Mağazanın Bond Street’in arka sokaklarından birinde yer almasının sebebi de bu mu?
Kesinlikle. İnsanların mağazıyı arayıp bulması fikri beni çok heyecanlandırıyor. Bir işi niş kalarak da yürütebilirsiniz. Benim işime para yatırıp bundan para kazanmaya çalışan insanlardan rahatsız oluyorum. Bir sürü mağazalar açarak beni büyütmek istiyorlar ama ben yavaş ilerleme taraftarıyım. Ne kadar hızlı yükselirsen, düşüşün de o kadar hızlı olur.
Topshop’da tasarımlarından birinin kopyası satılıyor. Bundan rahatsızlık duyuyor musun? Yoksa sen de Coco Chanel gibi “Kimse beni kopyalamağında gözyaşlarına boğulacağım” diyenlerden misin?
Kesinlikle Chanel’in dediklerine katılıyorum. Kopyalanmayı tercih ederim çünkü bu, yeterince ilgi çektiğimin göstergesidir. Bunun, en ucuz reklam ve tanıtım aracı olduğunu düşünüyorum.
Her tasarımına isim anneliği yapan nergisler neyi temsil ediyor?
Nergis, bana İngiltere’nin uzun kış mevsiminin ardından gelen baharı hatırlatır her zaman. Bir anlamda ümidin çiçeği benim için. Tasarladığım ayakkabıların isimlerini bir kitapçıda bulduğum 1954 yılından kalma ‘Classified List of Daffodil Names’ adlı kitaptan buluyorum. Kitapta 18.000 farklı nergis ismi var.
İnsanların seni “Yeni Manolo Blahnik” olarak tanımlaması konusunda ne düşünüyorsun?
Bunun tembel gazetecilerin işi olduğunu düşünüyorum. Bir bakıma yaptığım işe sayısızlık olarak görüyorum. İnsanların kafasında birkaç ayakkabı tasarımcısı isminden daha fazlasına yetecek kadar yer var.
Marilyn Monroe “Yüksek topukları kimin icad ettiğini bilmiyorum ama kadınlar ona çok şey borçlu,” demişti. Sen tercihini topukludan mı yoksa düz ayakkabıdan mı yana kullanırsın?
Topuklu ayakkabı kadının tüm siluetini değiştirme gücüne sahip. Topuğun şekli değiştikçe kadınların duruşu da değişir. Bunu çok etkileyici buluyorum. Topukluların çok çekici bir görüntü ortaya çıkardıkları bir gerçek ama kadınların düz ve şık ayakkabılara da ihtiyacı var. Babetlerin skinny jean'lerle giyilmesi trend'ineyse tamamen karşıyım. Hiç feminen değil bence.
Kimin tasarımlarını beğeniyorsun?
Christian Louboutin müthiş tasarımlar yapıyor. Her tasarımın bir ruhu var. Eskilerden ise Salvatore Ferragamo’yu çok beğeniyorum. Savaş zamanında bile tüm zorluklara rağmen tasarım yapmaya devam etmesi çok etkileyici.
Kış sezonunda bizi neler bekliyor?
Artık yaz sezonu ile kış sezonu arasındaki çizgi tamamen ortadan kalktı. Kış koleksiyonumda burnu açık ayakkabılar ve sandaletler var. Bunun güzel birşey olduğunu düşünüyorum. Sezonlar için tek bir trendden bahsetmek mümkün değil.
Tasarımlarını İstanbul’da satmayı düşünüyor musun?
Kasım ayında kız arakaşımla birlikte İstanbul’a tatile gittik ve ben şehre aşık oldum. Özellikle Boğaz ve Taksim inanılmaz güzeldi. İstiklal Caddesi’nde Robinson Crusoe kitapçısı ve Markiz pastanesi çok etkileyiciydi. Tasarımlarımın İstanbul’da satılmasını çok isterim.

http://www.rupertsanderson.co.uk/
33 Bruton Place
Mayfair London W1J 6NP

04/04/2007

Balerinler sokakta


Kim demiş Kuğu Gölü bir tek sahnede sergilenir diye? Rengarenk babetler giyen kadınlar Kuğu Gölü’nü sokağa taşıyor.

En çok kabarık etekler, baby doll elbiseler, kapri pantolonlar ve skinny jeanleri sever babetler. Rengarenk şoset çorapların içinde neşe içinde dans ederler. En mutlu oldukları dönem zarafet timsali Audrey Hepburn’ün onları ayağından çıkarmağı yıllardı. Salvatore Ferragamo öylesine sevdi ki babetleri ve Hepburn’ü 1954 yılında onun için özel babetler tasarladı. Hepburn’ün kloş etekleri, belini sıkıca saran kemerleri ve dar gömleklerine eşlik etti Ferragamo tasarımı babetler. Dönemin diğer ikonları sivri topuklarla arz-ı endam ederken, Hepburn babetleriyle hep çocuk kalmayı tercih etti. Hepburn’ün ardından Catherine Deneuve ‘Belle de Jour’ filminde Roger Vivier’in kocaman tokalı babetleriyle babet dünyasının yüzünü güldürdü. Babetler, Deneuve’nun filmdeki baby doll elbiseleriyle çok mutluydular. Bu babetler filmle öylesine özdeşleşti ki bugün bile ‘Belle Vivier’ adıyla satılıyorlar.
80’li yıllarda babetler biraz topuklu olmaya ve sivri biber gibi görünmeye karar verdiler. Sivri burunlu babetleri gören yuvarlak burunlu çocuksu babetler moda sahnesinden koşarak uzaklaştılar. Sivri biberlerin gazabına uğradık hep birlikte. 90’lar ise babetleri gözyaşları içinde bırakan bir dönem oldu. Spor ayakkabılar ve stilettolar moda sahnesine hızla girip ‘Bu romantik baleye bir son verelim artık.’ diye haykırdılar. Babetlerin imdadına 2000’ler yetişti. En çok Kate Moss güldürdü onların yüzünü. Moss’un skinny jeanleriyle giydiği babetler, bir anda tüm kadınların ayakkabı dolabının kraliçesi oluverdi.
Babetler bu sezon rengarenk ruganlara bürünerek çıkıyor karşımıza. Kırmızı rugan babetler elma şekeri sevenlere, yeşillerse çimenlerde koşup oynamak isteyenlere…