29/03/2018

Moda terapi koltuğunda

Giydiklerimizin ruhsal yapımızla ne tür bir ilişkisi olduğunu düşündünüz mü hiç? Seda Yılmaz, Londra’daki Freud Müzesi’nde düzenlenen Psikanaliz ve Moda başlıklı konferansın konuşmacılardan, moda tarihçisi Valerie Steele ile modanın psikolojik boyutu üzerine söyleşti.


Giysilerle kurduğumuz ilişkinin görünen kısmında dış görünüş ve stil, görünmeyen kısmındaysa iç dünya ve bilinçaltı var. Pek farkına varmasak da davranışlarımızı asıl yönlendiren ikincisi. Yani, biz bilinç düzeyinde giysilere ne kadar düşkün olduğumuzu anlatıp dururken, buzdağının görünen kısmı hakkında konuşmuş oluyoruz. Görünmeyen kısımdaysa çocukluğumuzdan getirdiğimiz hikâyeler, annemizle özdeşleşme veya özdeşleşememe üzerine kurduğumuz ilişkinin izleri, korkular, kaygılar, arzular ve tutkular gibi nice kavram bulunuyor. Aslında bizi biz yapan bunlar olmasına rağmen, bilinç düzeyinin tanıdıklığını, bilinçaltının bilinmezliğine tercih ediyoruz. Çünkü muğlaklık bizi korkutuyor. Kendimden örnek verecek olursam, yüzeyde yıllar yılı moda ve giysilere duyduğum ilgi varken, derinlerde bu ilginin kadınlık algımın yoksunluğunun etrafında köklenmiş olduğunu psikoterapi aracılığıyla anlamam epey zaman aldı. Şimdi, modanın Freud’u diye anılan ve moda hakkında yirminin üzerinde kitap kaleme almış olan Valerie Steele’le birlikte modayı, terapi koltuğuna alıyoruz.

Çok sayıda insan modayı küçümsediği ve ondan nefret ettiği için modanın kendisini cezbettiğini söyleyen Steele, 1979’da Yale’de Modern Avrupa Kültürü ve Entelektüel Tarih üzerine doktora yapmaya başladığında, bu alana yönelmek gibi bir niyeti yoktu. Okulun ilk döneminde girdiği bir derste, modayı kültürün bir parçası olarak algılamasıyla birlikte kendi tabiriyle aydınlanma yaşadı ve moda tarihine odaklanmaya karar verdi. Modanın özellikle kimlik, cinsellik ve cinsiyetle ilintili olması ilgisini çekti. Steele, tez yazarken Freud okumaya başladı ve bu sayede modanın sosyolojik olduğu kadar psikolojik bir temele de dayandığını keşfetti. Viktoryen dönem modasının erotik yönlerini ele aldığı tezinde, bedene, bedenin teşhirine ve iç çamaşırına karşı tutumları incelerken referans kaynakları arasında Freud’un yapıtları vardı. Psikanalizin kurucusunu moda bağlamında şöyle değerlendiriyor Steele: “Freud, moda şöyle dursun, giysilerden bile pek bahsetmemişti. Sadece zaman zaman bazı çalışmalarında giysilerin bahsi geçer. Mesela, Düşlerin Yorumu’nda ayakkabı, düğme ve şapka gibi farklı nesnelerin cinsel sembolizmlerini anlatmıştı. Kürkün vajina kıllarını, kravatın penisi, yüzüğün vajinayı, sivri burunlu ayakkabıların fallusu simgeleyebileceğini söylemişti. Fetişizm üzerine yazdığı makalelerde, kıyafetlerin fetiş haline gelebileceğine dikkati çekmişti. Ona göre fetişist, iğdiş edilme korkusu duyan kimseydi.”


Giydiklerimizin anlamı
Steele, uzun yıllar korse ve topuklu ayakkabı üzerine çalıştı ve bunların fetişize edilmelerini inceledi. Korse giyen kadınların, baskıcı modanın kurbanı olduğu görüşünün karşısında durdu. “Korsenin kadınları güçlü kıldığına mı inanıyorsunuz?” diye sorduğumda, “Bence ne güçlü, ne de güçsüz kıldı,” diyerek söze başlıyor: “Moda, sadece nesnelerle, yani giysilerle alakalı değil; daha çok bu nesnelerin bizim için ne ifade ettiğiyle ilgili. Nesneler hakkında hikâyeler anlatan ve onlara anlamlar yükleyen bizleriz. Korsenin, erkek egemen toplumda kadını bastırmak ve güçsüzleştirmek için kullanıldığı fikrinin basite indirgenmiş olduğunu düşünüyorum. Kadınların 400 yılı aşkın bir süre korse giymelerinin pek çok sebebi vardı. Korsenin, onlara genç ve feminen bir görüntü kazandırması, saygınlık ve sosyal statü göstergesi olması bunlardan bazıları. Korse giymeyi yekpare ve değişmeyen bir tecrübe olarak görmektense, farklı dönemlerde farklı anlamlar taşıyan bir tecrübe olarak görmek daha doğru. Hem ben kadınların korse giymeyi bıraktıklarına da düşünmüyorum. Diyet, egzersiz ve estetik operasyonla korseyi içselleştirdiler.” Bir başka deyişle, kadınlar, bedenlerini disipline etmek için korsenin yerine farklı araçlar kullanmaya başladılar. Belki de asıl sorulması gereken soru şu: Kadın bedenleri, neden içinde bulundukları dönemin ideallerine göre şekillendirilmek mecburiyetinde bırakılıyor?

Çağımızın en önemli düşünürlerinden John Berger, Görme Biçimleri’nde, kadının hiç durmadan kendisini seyretmek zorunda olduğunu ve hemen hemen her zaman kendi imgesiyle dolaştığını söylemişti. “Bir odada yürürken ya da babasının ölüsünün başucunda ağlarken bile ister istemez kendisini yürürken ya da ağlarken görür. Çocukluğunun ilk yıllarından başlayarak hep kendi kendisini gözlemlemesi, bunun gerekli olduğu öğretilmiştir ona. (...) Erkekler davrandıkları gibi, kadınlarsa göründükleri gibidirler. Erkekler kadınları seyrederler. Kadınlarsa seyredilişlerini seyrederler. Bu durum, yalnız erkeklerle kadınlar arasındaki ilişkileri değil, kadınların kendileriyle ilişkilerini de belirler. Kadının içindeki gözlemci erkek, gözlenense kadındır. Böylece kadın kendisini bir nesneye -özellikle görsel bir nesneye- seyirlik bir şeye dönüştürmüş olur.” Görsel bir nesneye dönüşen kadın için dış görünümün önem kazanması kaçınılmaz olur; içsel varlıksa unutulmaya yüz tutar. Nasıl ki nesneler ruhtan yoksunsa, kadın da nesneye dönüşerek aynı yoksunluğa mı mahkum olur? Steele’nin bu konuya yaklaşımı, psikanalizdeki bakış kavramına dayanıyor. “Güç dağılımındaki dengesizlikten ötürü kadınlar, erkek bakışının nesnesi haline gelmeye her zaman daha yatkın oldular. Aynı şekilde, diğer kadınların bakışı da onlara yönelmiş durumda ve aslında bu, en az erkek bakışı kadar denetleyici ve tahakküm edici. Bugüne kadar hep erkeğin bakışı vurgulandı çünkü kadının kendini nasıl algıladığını ve sergilediğini belirleyen bu bakıştır. Fakat bu perspektifte haddinden fazla genelleme var bence. Modanın her imgesinin erkek bakışını içerdiğine ve kadını metalaştırdığına katılmıyorum. Kadınların, diğer kadınların bakışlarına da maruz kaldıkları unutulmamalı.” Seçtiğimiz giysilerin, iç içe geçmiş pek çok anlamla yüklü olduğunu özellikle vurguluyor. Mesela, topuklu ayakkabı giymenin, erotik ve feminen görünme arzusuyla ilişkili olduğuna inanıyor. Ancak toplumsal olayların da giysi tercihleri üzerinde etkili olabildiğini hatırlatıyor. “2000 senesinde, New York Times topuklulara inanılmaz bir talep olduğunu yazmıştı. Gerçekten de öyleydi. Ardından, 11 Eylül’ün yarattığı kaygı ortamıyla birlikte, topuklular ortadan kayboldu; düz ve spor ayakkabılar rağbet görmeye başladı.”


Çocukluğun etkisi

Son olarak Steele bizi çocukluğumuz üzerine düşünmeye davet ediyor. “Büyürken annenin bakışı, babanınki kadar etkilidir. Bu bakışlarda bazen sevgiyi görürüz ama bazen de tenkit ve uyarıyla karşılaşırız. Kim olduğumuzu anlamaya çalışırken bize yönelen bakışların tümünü içselleştiririz.” Buna göre, pek çok konuda olduğu gibi, yetişkinliğimizde giysinin yaşamımızdaki yerini belirleyen etkenler arasında da çocukluğumuzun ve ebeveynlerimizle kurduğumuz ilk ilişkinin olduğu söylenebilir. Nitekim, psikanalist Adam Phillips, giysilerin erotik gücü üzerine yaptığı bir konuşmada, çocukların, annelerinin zihinlerinden geçenleri anlamaya çalışma yollarından birinin, onların giydiklerini anlamlandırmak olduğunu söylemişti. Anlaşılması güç olsa da giysilerin bir şeyler anlattıklarını ileri sürerken, dil ve giysi arasındaki bağa dair bir başka saptama daha yapmıştı. “Kişi konuşmaya başlamadan önce kendisiyle konuşulur, giyinmeden önce de birileri tarafından giydirilir. Zamanla, anneyle çocuk arasında, çocuğun hangi kıyafeti giyeceğine ve buna kimin karar vereceğine dair bir pazarlık başlar. Yani ortada, herkesin çocukluğundan hatırlayabileceği çok temel, gelişimsel bir hikâye var; bu da kıyafetle ilgili çekişme.” Phillips’in, özellikle anneler ve annelerin kıyafetlerinin üstünde durduğu bu cümleleri, bir anlamda Steele ile söyleşimize de ışık tuttu. Çünkü konu buraya geldiğinde, Steele ilk kez akademisyen kimliğini bir kenara bırakarak kendi çocukluğuna döndü ve sanırım farkında bile olmadan kişisel bir örnekle tüm konuştuklarımızı özetlemiş oldu. “Biz üç kız kardeşiz. Üçümüzün de annesi bir olmasına rağmen stillerimiz, dış görünüşe ve kıyafete verdiğimiz önem bambaşka. Bunun sebebi, üçümüzün annemizle kurduğu ilişkinin çok farklı olması,” diyerek söze başladı. “Konuşmamızın başında eskiden hep topuklu ayakkabı giydiğimden bahsetmiştim. Şimdiyse Lanvin ve Céline gibi markaların spor ayakkabılarını tercih ediyorum. Adam Phillips’in söylediklerini paylaşman aklıma çocukluğumu getirdi. Küçüklüğümde annem her zaman spor ayakkabı giyerdi ve ben de bundan nefret ederdim. Çünkü diğer anneler gibi topuklu ayakkabı giymesini isterdim. Bugün spor ayakkabısız dolaşmayan bir kadın olarak zaman zaman korkuya kapılıyor ve “Aman Allah’ım anneme mi dönüşüyorum? Ne kadar korkunç!” diyorum. Sonra eşim, benim spor ayakkabılarımın apayrı olduğunu, anneminkilere hiç benzemediğini söylüyor ve ben de bir oh çekiyorum.” 

*Vogue Türkiye Mart sayısında yayınlandı. Resimler, sanatçı Josephine King'e ait.