16/10/2017

İmrenilen bir yaşamın bedeli nedir?


Yirmili yaşlarından itibaren Vogue’un göz kamaştırıcı dünyasının bir parçası olan Joan Juliet Buck, Vogue Paris’in genel yayın yönetmenliğini yapan tek Amerikalı oldu. Kitabı The Price of Illusion’da (Yanılsamanın Bedeli), hem moda dünyasının hem de gösterişli yaşamının yarattığı yanılsamalarla yüzleşiyor. Şimdi bu yüzleşmeyi kendisinden dinliyoruz.


Joan Juliet Buck’ın evlenirken giydiği leylak rengi etek ve bluz, Karl Lagerfeld’in özel tasarımıydı. Buck, 2001’de Vogue Paris’teki işinden olduğunda ve yerine Carine Roitfeld geçtiğinde, kendisini teselli etmek için ne yapabileceğini soran da Lagerfeld olur. “Vogue’un başındayken kesinlikle couture koleksiyonundan bir hediye kabul etmediğimi biliyorsun. Şimdi bunun tam zamanı,” diye karşılık verir. Böylece, Chanel defilesinde ön sıraya kurulup beğendiği couture kostümü seçer. Teselli olmuş mudur? Belki sadece kısa bir süre için. Yaşamının büyük bir bölümü ünlü tasarımcılar ve onların yaratıcı kreasyonlarıyla sarılı olan bir kadın için kıyafetler ne ifade eder? Buck’ın yazdığı The Price of Illusion (Yanılsamanın Bedeli) kitabını okuduktan sonra kendisiyle söyleşmek üzere onu aradığımda ilk sorduğum soru bu oldu. “Moda mı? Moda hakkında konuşmak konusunda pek iyi değilim. İnsanları ve onların kalplerinden geçenleri konuşmayı yeğlerim,” dese de, sohbetimiz ilerlediğinde birdenbire üzerindeki sabahlığı anlatmaya koyulduğunda nefesimi tutuyorum. “Şu anda üzerimde 80’lerden beri giydiğim Charvet imzalı çok güzel bir sabahlık var,” diye başlıyor söze. “19. yüzyıldan kalmış gibi görünüyor. O kadar şık ki beni keyiflendiriyor. Giysiler, insana zevk veriyor.” Mevzuyu modanın etrafında döndürmek istememesine rağmen, hem kitabında hem de konuşurken, şahsen tanıdığı tasarımcıları ve onların tasarladıklarını anlatmadan edemiyor. 


Buck’ın modayla olan ilişkisi, 1973 yılında, 23 yaşındayken Vogue İngiltere’nin konular editörü olmasından çok öncelere dayanıyor aslında. Kitabın başlarında, babası Jules’un özel dikim Brioni gri takım elbiselerinden ve annesi Joyce’un Hermès Kelly çantalarından bahsediyor. Bir başka anekdotta, dergide çalışmaya başlamadan önce babasının isteği üzerine, onunla birlikte Yves Saint Laurent’ın Londra’daki butiğine giderek giyim tarzını nasıl baştan aşağı değiştirdiğini anlatıyor. Hollywood’da yapımcı olan babası, sadece giyim tarzında söz sahibi olmakla kalmıyor, gençliğinde oyuncu olmak isteyen kızının kariyerini de etkiliyor. “Babamı katiyen hayal kırıklığına uğratamazdım. Bana oyunculuğu bırak dediğinde bıraktım. Yazı yaz dediğinde yazmaya başladım,” diyor kitapta. Babasının devasa gölgesi daima kızının yaşamının üzerine düşmüş adeta. “İlk romanımı yazarken, rüyamda babamın beni takip ettiğini görüp duruyordum. Ona, ‘Yeter artık, git başımdan’ dediğimi hatırlıyorum. Babam, herkese hükmetmeyi seven bir adamdı. Keşke hayatımda bu kadar baskın bir figür olmasaydı. Kitabı yazarken öyle çok şeyi sırf onu memnun etmek için yaptığımı fark ettim ki! İşte bu da kitabın trajedisi,” diyerek düşüncemi doğruluyor.


Los Angeles’ta doğan Buck, babasının mesleğinden ötürü Hollywood’un görkemli dünyasıyla küçük yaşlarında tanışır. Vaftiz babası John Huston’ın kızı Anjelica Huston, çocukluğunda en yakın arkadaşı olur. Arabistanlı Lawrence filminin unutulmaz başrol oyuncusu Peter O’Toole, ailenin bir ferdi gibidir. “Biliyorsun ben gerçek olmayan bir dünyadan geliyorum,” diyor, Hollywood’u kastederek. “Filmler, ve sinema yıldızlarıyla çevrili; sahte bir dünyada büyüdüm. Ne var ki onların yarattığı yanılsamayı seviyordum. Aynı zamanda ben de yanılsamalar yaratmaktan hoşlanıyordum.” Ailenin Paris ve Londra’daki evleri ünlülerin uğrak duraklarından olur. Buck, henüz üç yaşındayken Paris’te bir saray yavrusunda yaşamaya başlarlar. Böylece Fransızcayı anadili gibi konuşmayı öğrenir. Ailesinin sunduğu imtiyazlı ve bir o kadar yüzeysel yaşam tarzı, onun geleceğini de bu yönde şekillendirmesinde rol oynar. Kitapta da dediği gibi, “Görüntü benim için her şeydi, görüntü gerçeğimdi.” İçinde bulunduğu sanrılı dünyayı sürdürebilmek uğruna görüntünün yüzeyselliğine tutunur.


Buck’un gençlik yıllarında Glamour’la başlayan dergi yazarlığı serüveninde Women’s Wear Daily, Condé Nast Traveler, Vanity Fair ve Vogue gibi itibarlı yayınlar yer alır. 1994’te kendisine Vogue Paris’in genel yayın yönetmenliği teklif edilir ve Buck, görevi kabul eder. “Korkunç bir şekilde sonuçlandığı için bu dönemi yazmayı hiç ama hiç istemedim. Ama elbette herkesi ilgilendiren asıl konu buydu,” diyor. Kitap boyunca devam eden sayısız ünlünün resmi geçidi, sıra Vogue Paris dönemini anlatmaya geldiğinde daha da kalabalıklaşıyor. Üstene üstlük buna, dergi dünyasının iç yüzünü anlatan, iştah kabartan anekdotlar ekleniyor. Mesela, Anna Wintour’la olan gerilimli ilişkisi satır aralarında göze çarpıyor. İlk kez bir derginin yayın yönetmenliğini üstlendiği için Vogue Paris’in başına geçer geçmez işin duayeni olan arkadaşlarından tavsiyeler alır Buck. “Kendim olmaya devam edebileceğimi söyleyen tek bir tavsiye bile yoktu,” diyor. “Bu da şu nahoş gerçeği yüzüme vurdu: Bir düşünceye gömülüp gece boyunca yazı yazmadığım, bir erkekle karanlıkta baş başa kalmadığım veya Anjelica’ya esprili bir dille maceralarımı anlatmadığım takdirde kim olduğum hakkında en ufak bir fikrim yoktu.” Buck, yedi yıl içerisinde derginin okuyucu kitlesini ikiye katlayacak temalar ve konularla başarıyı yakalarken varoluşsal sorularla da boğuşmayı sürdürür. Kazandığı parayı kıyafetlere yatırmasını anlatırken kendisini kapana kıstırılmış edilgen biri olarak tarif eder. Kısır döngüden neden çıkamadığını öğrenmek istediğimde, “Çünkü bunu nasıl yapacağımı bilmiyordum” diyor açık yüreklilikle. “Çıkmak için oradan kapı dışarı edilmem gerekiyordu. Sonunda önemli olanın, insanın özgürlüğünü bulması olduğunu anladım.”

Vogue Paris macerasının bitişi Buck için can yakıcı olur. Milano Moda Haftası sırasında, patronu onu karşısına alır ve uyuşturucu kullandığı gerekçesiyle bir süre rehabilitasyon merkezinde kalmasını istediğini söyler. Buck kaldığı oteldeki odasına geri döner. “Altı ay önce Missoni ve Jil Sander’dan sipariş ettiğim kıyafetlerin bulunduğu poşetler koltuğun üzerindeydi. Bundan böyle sahip olmadığım hayatım için kıyafetler… Patronum işe geri dönebileceğimi söyledi ama bunun doğru olmadığını biliyorum.”


Esasında, çantasında görünen ve ona bağımlı yaftasının yapıştırılmasına yol açan şırıngalarda, doktor tavsiyesi üzerine vücudunu dengelemek için kullandığı deniz suyu bulunmaktadır. Rehabilitasyon merkezinde temiz olduğu da ortaya çıkar zaten. Burası, yanılsamalarıyla ilk kez yüz yüze geldiği yer olur. Çıktıktan sonra New York’a dönmek istemez. “Orada Vogue Paris’in eski yayın yönetmeni olarak anılacağımı biliyordum. Eğer dönseydim, insanlar bana bakıp, ‘Aman Tanrım hiç şık görünmüyor’ demesinler diye deli gibi alışveriş yapacaktım.” Bunun üzerine New Mexico’ya gidip kim olduğunu ve ne istediğini bulmaya çalışır.

Buck’ın kariyerindeki talihsizlikler bununla kalmaz. 2011’de, Arap Baharı’nın arifesinde Suriye’ye giderek Devlet Başkanı Beşar Esad’ın eşi Esma Esad’la yaptığı röportaj yüzünden kıyamet kopar. Çünkü Vogue Amerika için kaleme aldığı yazıda, Suriye gerçeğine dair tek kelime etmez. Esma Esad’ı “görkemli, genç ve çok şık” diye portrelerken, Esad ailesi için de “çok demokratik” der. Bu olayla birlikte dergi dünyasından aforoz edilir. “Konu, hayallerimdeki yaşamın sona ermesi değildi; sona eren itibarım, maaşım ve 40 yıl boyunca beni gerçeklerden koruyan Vogue atmosferiydi.” Yanılsamaların korunaklı dünyasından, gerçeklerin sert zeminine düşüş gerçekleşir. “Bu kitapta hayatımın beklenmedik ve çelişkili olaylarını bir araya getirirken, çocukluğumdaki ve yaşamımın devamındaki yanılsamaları anlatmak zorunda olduğumu gördüm. Zira olan biteni şekillendiren bunlardı. Ancak böylece gerçeği hissetmeye başladım.” Son olarak, “Ödediğiniz bedel neydi?” diye soruyorum. 69 yaşındaki Buck hiç tereddütsüz yanıtlıyor: “Gençliğim.”

*Vogue Türkiye Eylül sayısında yayınlandı.

01/10/2017

İki şehrin gölgesinde

Bir yanda vakarı, metropol yaşamı ve devinimiyle Paris, diğer yanda egzotizmi, renkleri ve canlılığıyla Marakeş. Ekim ayında, Paris ve Marakeş’te açılacak Yves Saint Laurent müzelerinin şerefine, tasarımcının yaşamını olduğu kadar, tasarım anlayışını da şekillendiren bu iki şehirle ilişkisine ve iç dünyasına ışık tutuyoruz.


1936’da, Cezayir’in Oran şehrinde dünyaya gelen Yves Saint Laurent, ilk kez 17 yaşındayken annesiyle birlikte gittiği Paris’te, lüks cadde Avenue Montaigne’de gezerken, 30 numaralı binanın önünde durdu ve “Kısa süre sonra burada çalışmaya başlayacağım anne,” dedi. Bu kapı numarası, dönemin Paris’inin en şanlı haute couture modaevi Christian Dior’a aitti. Saint Laurent’ın dile getirdiği, bir arzudan öte, yaratıcılığına güvenen genç bir adamın iradesinin göstergesiydi. Nitekim, 19’unda öngörüsü gerçekleşti ve Christian Dior’un yanında mesleğe adımını attı. İki yıl sonra, Christian Dior’un vefatını takiben, gelmiş geçmiş en genç couture tasarımcısı olarak tarihe geçmesine yol açacak gelişme yaşandı. Dior için hazırladığı ilk koleksiyonla ismi, gazete manşetlerine taşındı: “Saint Laurent, Fransa’yı kurtardı”. Ne de olsa, Christian Dior modaevi demek, Fransa demekti. Tasarımcının erken yaşta başlayan kariyerinin bir başka dönüm noktası, 1961’de sevgilisi Pierre Bergé’yle beraber kendi adını taşıyan modaevini kurması oldu. Modaevinin çatısı altındaki ilk 10 yılında, kadınların gardıroplarını modernleştiren en ikonik tasarımlarını yarattı. Smokin takım, transparan bluz, sanatı modaya taşıyan elbiseler, safari ceketi, maskülenlikle feminenliği dengeleyen takımlar… Saint Laurent, kadınları özgürleştiren tasarımlara imza atarken, kişisel özgürlüğünü feda mı etmişti acaba? Bu en çok, Paris’te yaşanan 68 olaylarından sonra, yerleşik düzene karşı mücadele eden gençlere gıpta ettiğini söylediğinde duyumsanır. “Onları riyadan uzaklaştıran özgürlüğü kıskanıyorum. Bazen kapana kısılmış gibi hissediyorum. Sanırım bu, başarının tutsağı olmakla ilgili. Hiçbir zaman genç ve gamsız olamadım.” Gerçekten de Saint Laurent’ın gençliği, tüm yaratıcılığını işine adayarak dur durak bilmeden çalışmakla, zaman zaman da kabuğuna çekilerek herkesten uzaklaşmakla geçti. Yaşıtları, 68 olaylarında burjuva ahlâkını hedef alıp, aileyi, otoriteyi ve toplumun üzerinde durduğu tüm değerleri yerle bir ederken o, Marakeş’te tatildeydi. Gazetelere kalırsa, her gece barikatların arasında dolanarak öğrencileri çiziyordu. Mesleğinde sanatçı duyarlılığına sahip olduğundan, değişimi hissetmesi için gösterileri katılması gerekmezdi elbette. 1968’in Temmuz ayında sunduğu, geleneksel haute couture normlarını hiçe sayan koleksiyonunun devrim diye nitelendirilmesi bunu gösterdi. Koleksiyonla ilgili, “Takım fikrinden, takımların kullanışlı, modern ve rahat dünyasından yola çıktım,” dedi. Kadınların pantolon giymelerinin neredeyse radikallik addedildiği yıllarda, Saint Laurent onlara pantolonu giymenin çeşit çeşit yolunu gösteriyordu.


Yoğun çalışmalar esnasında biricik sığınağı hep Marakeş oldu. Onu tanıyan pek çok kişi şehrin, Saint Laurent’ı çocukluğuna götürdüğünden söz ederdi. Paris sorumluklar ve zorunluluklardan ibaretse, Marakeş bunlardan kaçıştı. Saint Laurent ve Bergé, 1966 yılında buraya ilk yaptıkları seyahatlerde, halen varlığını sürdüren art deco otel La Mamounia’da kalırlardı. Bir süre sonra, şehirdeki ilk evleri Dar el-Hanch’ı satın aldıklarında buraya iyiden iyiye bağlandılar. Yıllar içinde evlerini değiştiren çift, bugün halka açık olan Jardin Majorelle’e 1980 yılında yerleşti. Saint Laurent, Marakeş’in, içindeki rengi ortaya çıkardığını söylemişti. “Her köşe başında, Delacroix’nın eskizlerini çağrıştıran bir grup insanın renk yoğunluğunu görürsünüz.”


Atölye: Yarı cennet, yarı cehennem
Saint Laurent’ın Paris’teki sığınağıysa atölyesiydi. 1961’de, şehrin 16. Bölgesi’nin kuzeyindeki Rue Spontini’de kurduğu modaevini, 1974 senesinde Avenue Marceau’ya taşıdı. 2002’de mesleği bırakıp, haute couture atölyesini kapatana dek burada çalıştı. Moda tarihçisi Jeromine Savignon, Yves Saint Laurent’s Studio: Mirror and Secrets (Yves Saint Laurent’ın Atölyesi: Ayna ve Sırlar) kitabında, Avenue Marceau 5 numaradaki atölyeyi yarı cennet, yarı cehennem diyerek tarif eder. “Burası, ıstırap dolu ve bir o kadar da geliştirici çelişkilerle şekillendi; Saint Laurent’ı bu denli hayranlık uyandırıcı kılan da bunlar.” Neden hem cennet hem de cehennem? Çünkü tasarımcının yaratıcı edimi, üretkenliğin yanında büyük bir yıkıcılığı da beraberinde getirmişti. Çalışma masasının arkasındaki panoda, çok sevdiği yazar Marcel Proust’un, Swann’ların Tarafı kitabında, besteci Vinteuil hakkında yazdığı şu cümle asılıydı: “Bu ilahi gücü, bu sınırsız yaratma gücünü hangi acıların derinliğinden çekip çıkarmıştı?” Saint Laurent’ın alkol ve uyuşturucu kullanımının arttığı 1976 yılının Haziran ayında, Marakeş’teki odasından çıkmadan, günler boyunca çılgınca eskiz çizmesi, kendi acılarını yaratıcılığa dönüştürme çabası olabilir miydi? 1976 Sonbahar-Kış Couture koleksiyonunun, sevdiği her şeyin birleşimi olmasını istedi. Visconti, Flaubert, Madame Bovary, Delacroix… “Romanlar, operalar ve resimlerdeki kahramanlarımı bir araya toplayan hayallerim bu giysilerde cisimlendi. Sevdiğim her şeyi ve kalbimi bu koleksiyona kattım.” Saint Laurent, koleksiyonu bitirir bitirmez sinir krizi geçirdi ve hastaneye kaldırıldı. O zamanlar dikim atölyesinin başında bulunan Jean-Pierre Derbord bin tane eskizin atölyenin zeminine serildiği anı yıllar sonra anımsadı: “Eskizlerin içinde boğuluyor gibi hissetmiştim. Her biri diğerinden daha güzel olan çizimleri görmek acı vericiydi. Çılgınlığı, o çıldırtıcı güzelliği, delirme halini hissedebiliyordunuz. Her şey, her detay Saint Laurent’ın zihninde ve hayalinde tasarlanmıştı. Bu insanüstüydü; bizim içinse ürkütücü: Bunların hakkını nasıl verecektik?”

Saint Laurent hakkında yazan pek çok kimse, onun depresif bozuklukla dünyaya geldiğini ya da çilekeş deha kimliğine bürünerek yaşadığını öne sürmüştür. En nihayetinde hayatı boyunca sayısız kez psikiyatri hastanelerinde yatmış ve tedavi görmüş birinden söz ediyoruz. Bense bunun, çocukluğuna ve yetiştiriliş tarzına dayandığına inanıyorum. 39 yaşındayken, “Yaşamımın ortasındayım. İnsanın, özel veya iş yaşamında ergenlikten erişkinliğe geçişini kabullenmesi pek kolay değil,” demişti. 39’una kadar ergenlikte olduğu varsayımına nasıl tutunduğunu anlamak için hayatına biraz daha yakından bakmak gerek. Saint Laurent’ın dünyasında, yetişkin bir insanın yaşamını tek başına idame ettirebilmesi için gerekli olan gündelik bilgilerin hiçbir zaman yeri olmadı. Fatura ödemek, bir restorana rezervasyon yaptırmak, eve tesisatçı çağırmak gibi basit şeylerin bile. Hayatın gerçekleriyle ilgilenen biri varsa o da sevgilisi Bergé idi. Savignon kitabında, ilişkideki bu dengeyi şöyle anlatır: “Bergé, baş döndüren yaratıcılık mucizesinin tekrar tekrar gerçekleşmesinin, Saint Laurent’ın ancak bir yanılsama balonu içinde, gerçek yaşamın baskısından azade ve her şeyden korunarak yaşamasıyla mümkün olduğunu biliyordu.” Gerçekten de tasarımcının korunmaya muhtaç davranışları özellikle en yakınındakilerin sık sık dillendirdikleri bir meseleydi.


Saint Laurent ve Bergé’nin arkadaş grubuna kabul edilmek, özellikle yetmişli yılların Paris’inde adeta bir statü sembolüydü. Loulou de la Falaise, Betty Catroux, Clara Saint ve Talitha Getty grubun demirbaşlarıydı. Yazar Alicia Drake, The Beautiful Fall: Fashion, Genius and Glorious Excess in 1970s Paris (Güzel Çöküş: 1970’lerin Paris’inde Moda, Deha ve Görkemli Abartı) kitabında, Saint Laurent ve klanının, popüler gece kulübü Le Sept’e girişini yazar: “Yves’in gelişinin koreografisi hep aynıydı. Nereye adımını atarsa atsın, anında etrafında koruyucu bir halka oluşurdu. Pierre, Clara, Loulou ve Betty bu halkanın ön sırasında olurdu.” Birkaç kez Saint Laurent’a gece gezmelerinde eşlik eden Paloma Picasso’nun görüşleri de dikkat çekicidir. Picasso, hem ondan çok daha genç, hem de bir kadın olduğu halde, kendini Saint Laurent’ı korurken bulduğunu anlatır. “Yves, karşısındakini, kendisinden sorumlu hissettirirdi. O hep dış dünyadan korkar ve fildişi kulesinde kalma ihtiyacı duyardı.” Yaşamını, etrafındakilere bağımlı kalarak sürdürmesi, büyümeye karşı bir dirençti belki de. Kız kardeşi Brigitte, bu konuda ağabeyiyle olan benzerliğinden bahsederken, “Günlük problemlerle kendimi sıkamam. Hem zaten hayatın o kısmını idare eden bir kocam var. Annem de tıpkı Yves ve benim gibiydi. Babam her şeyle ilgilenirdi, annemse adamakıllı şımartılmıştı. Biz, insanların bize göz kulak olmalarına ihtiyaç duyuyoruz,” demişti. Büyümeye direnen de, mesleğinde yaratıcılık ve üreticiliğin sorumluluğunu üstlenen de aynı adamdı. Dolayısıyla, Saint Laurent’ı, içsel çatışma, bağımlılık ve kronik depresyona sürükleyenin bu çelişkiden doğan gerilim olduğu söylenebilir.

Bir sanatçının portresi
Markası için hazırladığı ilk couture defilesinin üzerinden tam 40 yıl geçtikten sonra, 2002 yılında  emekliye ayrılmayı seçti Saint Laurent. Avenue Marceau’da düzenlenen basın toplantısında, modern kadının gardırobunu oluştururken, kadınların emrine amade olmak konusunda duyduğu isteği ifade etti. “Dileğim, geçtiğimiz yüzyılda yaşanan büyük özgürleşme hareketinde kadınlara eşlik etmekti.” Yaşamında karşılaştığı güçlükleri de açıksözlülükle anlatırken, depresyon, hastane, cehennem kelimelerini kullanmaktan kaçınmadı ve hatta yine Proust’tan bir alıntı yaptı. “’Haddinden fazla hassas insanlardan oluşan fevkalade ve acınası ailenin iyiliğini’ bana öğreten Marcel Proust’tu. Ben de bilmeden o ailenin bir ferdi olmuştum.” Tüm çıplaklığıyla insanların karşısındaydı. Saint Laurent, tıpkı bir sanatçı gibi, tasarladıklarıyla duyguları harekete geçirmeyi başaran bir tasarımcı olduğu için haute couture atölyesinin kapanışı bir devrin bitişiydi aslında. Bir defilenin sonunda gözleri yaşlanan izleyicilere, hazırladıkları koleksiyonu askıda gördüklerinde ağlayan atölye çalışanlarına ne kadar sık rastlıyoruz ki bu dünyada…


Saint Laurent, yüz yıl geçtiğinde de yaptıklarının ve eskizlerinin insanlar tarafından incelenmesini yürekten istemişti. Hayattayken, bu hayalini gerçekleştirmek üzere bir vakıf kurulmasının planlandığından söz etmişti. Tasarladığı 5000 haute couture giysi ve 15 bin aksesuarın yanında, çok sayıda eskiz, fotoğraf, koleksiyon panosu ve objenin bulunduğu Pierre Bergé-Yves Saint Laurent Vakfı 2004’te kuruldu. Vakfın kuruluşundan bu yana hazırlanan en büyük projeyse yakında hayata geçiriliyor. 3 Ekim’de Paris’te, 19 Ekim’de de Marakeş’te açılacak olan iki müzeyle, tasarımcının zengin mirası ölümsüzleşecek. 28 sene boyunca Yves Saint Laurent haute couture atölyesine ev sahipliği yapan Avenue Marceau’deki bina, bundan böyle Musée Yves Saint Laurent Paris olarak ziyaretçilere açılıyor. Müzenin Direktörü Olivier Flaviano, yıllar yılı hiç değişmeyen, tarih yüklü bir mekânın kapılarını açtıklarını söylüyor. Saint Laurent’ın kişisel eşyalarının, oradan ayrıldığı günkü gibi muhafaza edildiğini özellikle vurguluyor. Bu nedenle, atölyesinin, tasarladıkları kadar ilgi göreceğine şüphe yok. Kapanmadan önce, buradaki 125 personelin yarısından çoğunun 20 yılı aşkın bir süre tasarımcıyla birlikte çalıştığı düşünülürse, her şeyin korunmasına yönelik özenin kaynağı da anlaşılabilir. Burası adeta bir Yves Saint Laurent mabedi. Flaviano, “Gezerken modaevinin çalışma rutinini, haute couture koleksiyonlarının üretim aşamalarını ve Yves Saint Laurent’ın yaratıcılığının süreçlerini göreceksiniz,” diyor. Retrospektif niteliği taşıyan başlangıç sergisinde, tasarımcının 1966’da tasarladığı ilk smokin takım ve Mondrian elbise yer alıyor. Saint Laurent, 1962 senesinden itibaren bazı tasarımlarının prototiplerini, yani kendisi tarafından tasarlanan, atölyede onun direktifleri doğrultusunda dikilen ve de defilede gösterilen versiyonlarını saklamaya karar verdiği için bugün vakfın elinde çok zengin bir arşiv var. Müşteriler için üretilen parçalardan farklı olarak, tasarımcının ham yaratıcılığını içeren bu prototipler, modaevinin belki de en kıymetli hazineleri.


Marakeş’te açılacak olan musée YVES SAINT LAURENT marrakech (mYSLm), tasarımcının haute couture tasarımları ve aksesuarlarından bin parçanın saklanacağı büyük bir müze ve kültür merkezi olacak. Müzenin direktörü Björn Dahlström, Saint Laurent’a özgü temalar çerçevesinde düzenlenecek sergilerde, dönüşümlü olarak 50 parçanın gösterileceğini söylüyor. Maskülen ve feminen, Afrika ve Marakeş, sanat bu temalardan sadece birkaçı. Paris’te olduğu gibi burada da eskizler, fotoğraflar ve filmler, sergilenen giysi ve aksesuarlara eşlik edecek. Dahlström, müzenin Saint Laurent’a ithafen kurulduğunu, ancak bundan fazlasını içerdiğini ekliyor. “Oditoryumu ve büyük bir kütüphanesi olan bu mekânı, kültür merkezi haline getirmek istiyoruz. 19 Ekim’de, Saint Laurent sergisinin yanı sıra, Jacques Majorelli’in Marakeş’i başlıklı sergiyi de ziyarete açıyoruz. Her yıl çağdaş sanat, tasarım, antropoloji ve botanik gibi farklı alanları kapsayan sergiler düzenleyeceğiz.” Yves Saint Laurent olmasıydın kim olmak isterdin diye sorulduğunda, “Picasso, Proust, Matisse veya üçü birden” diye yanıtlayan sanat tutkunu bir yaratıcı ruha yaraşan bir müze olacağı aşikar.

Sözü, 37 yıl boyunca Yves Saint Laurent modaevinde çalışan Jean-Pierre Derbord’a bırakalım. “Saint Laurent için çalışmak, bir dine mensup olmak gibiydi. Kendinizi tamamen ona verirdiniz. Onun kuşkularını, acısını ve neşesini paylaşırdınız.” Galiba böylesi bir adanmışlığa ancak Saint Laurent lâyık olabilirdi.

*Vogue Türkiye Eylül sayısında yayınlandı.