30/03/2010

Guy Bourdin kokusu alıyorum



Kurt Geiger'ın ilanını görür görmez zihnimin dehlizlerinden Guy Bourdin imajları koşup geldi. Duvarıma pek yakıştı bu ilan. Renkleri itibariyle de gözlerimi besliyor. Bu sezon, bu uçuk renklerle kafayı bozmuş vaziyetteyim. Krema rengi rugan Repettolarla açılışı yaptım. Bakalım yaz bitene kadar daha ne pudra renkleri, ne ten renkleri konuk olacak gardırobuma.

Tırnak boyacıları

Bu Chaneller boyayacaksa tırnaklarımı,
Ellerimi kendilerine teslim ediyorum seve seve.
Bu güneş parıldamaya devam edecekse,
Dışarı bakacağım, gulyabani kılıklı binamızın 7. katından hüzün ile.

27/03/2010

You funny thing

Marie Claire'in nisan sayısında yer alan 'Funny Girl' konusu için Emel'le birlikte fotoğraflandık. Bir de üstüne röportajlandık. Bu kez cevap veren taraf olmak enteresandı. Buyrunuz:



25/03/2010

Gülengül


Günün BİRinde erenGÜLün BİRi yüzünüzü GÜLdürebilir...

24/03/2010

Geç-mişli geçmiş zaman

Bir anın geçer geçmez 'geçmiş zaman' olmasından hep çok etkilendim. Geçen vakitler kıymetli oluyor benim nazarımda. İkinci el kıyafetlere ve objelere düşkünlüğümü de buna bağlıyorum. Beni yaşamadığım geçmişlere götürüyorlar. İspanyol ikizler de benim gibi nostalji düşkünü olacaklar ki Les Jumelles adını verdikleri internet sitesinden geçmiş kokulu aksesuarların satışını yapıyorlar. Üstelik fiyatlar da gayet alınabilir meblağlarda seyrediyor.






Anja Aronowsky Cronberg, yazdığı makalede nostaljiyi şöyle anlatıyor:
Nostalgia, which derives from Greek roots, but was coined, not in Ancient Greece, but by Johannes Hofer, a Swiss doctor, in 1688. This new disease was diagnosed as what Swiss expatriates suffered from when forced to leave their homeland to study, work or fight for their country on foreign shores. The longing for home could be aroused by anything from a smell to the sound to the sound of familiar music, much like memories are awakened for (post)modern nostalgics today, and the only way to completely cure this disease was a return home. Interestingly, nostalgia shared certain elements with another disease common in the seventeenth century-melancholia. However, whereas melancholy was a disease that mainly affected the intellectual, its heaviness of the heart seemingly emerging as a direct by-product of critical reason, nostalgia was mainly found in soldiers, sailors and those who moved from rural areas to the cities in search of a better life.

Near to the wild heart




"How was she to tie herself to a man without permitting him to imprison her? How was she to prevent him from enclosing her body and soul within his four walls? And was there some means of acquiring things without those things possessing her?"

Clarice Lispector



22/03/2010

Youthquake

Diane Vreeland, 60'ların Londra'sını tanımlamak için türetmişti bu kelimeyi. Deborah Turbeville, 1981'de Vreeland'in ayaklarını işte böyle fotoğraflamıştı. Bu fotoğrafı, iki gün önce The Wapping Project'te görüp uzun uzun seyredalmıştık. Yanımdaki kavalyemle birlikte...


Üç gün önce de okulumdaki serginin duvarında Vidal Sassoon'un sözlerini gördüğümde çok hoşuma gitmişti. Gençlik depremiyle sarsılan Londra'da, saçlar Sassoon'dan sorulurdu. Mini etekler Mary Quant'tan, çubuk krakerler de Twiggy'den...


Bunları biliyor muydunuz?

Ben bilmiyordum. Tween'in Londra'daki Harvey Nichols'ın vitrininde olabileceğini, papyonlarını aksesuar olarak takmak isteyebileceğimi ve hatta Matches'ta da karşıma çıkabileceğini. Daha neler neler öğrendim aslında. Ama sabır eyleyiniz. Şimdilik ipuçlarıyla yetininiz.




Ayrıca, Matches'ın vitrinindeki dantele sarılı deniz toplarına bayıldığımı ve Miss Selfridge'ın vitrininde Tim Walker'vari tatlar yakaladığımı da bilmiyordunuz. Ama şimdi öğrendiniz işte.



A foggy day


20 Mart 2010 tarihinde saat 17.00 itibariyle Neal's Yard'dan ayrıldığımda hissettiklerimi Billie Holiday'den daha iyi anlatabilecek biri olamazdı.

How long I wondered,

Could this thing last

But the age of miracles hadn't past

For suddenly, I saw you there

And through foggy London town

The sun was shining everywhere...

16/03/2010

Çiçeklendim


Bugün, gözlerimin gördüklerini sizin gözlerinizin de görmesini isterdim. Ne yazık ki fotoğraf makinemi almadan çıkmışım sokağa. Tek hedefim pasaportumun süresini uzatmak olduğu ve Bağlarbaşı denen yerde ilhamın 'i'sine rastlayacağımı düşünmediğimden makine evde ıstırahatteydi. Pasaport şubesi polis kılıkları, silahlar ve resmiyetle doluydu. Sokaklarsa inanılmaz mimari yapılarla. Bir binanın üzerinde 1885 ibaresini okudum. Ermeni okullarının taş binalarını hayran hayran seyrettim. İki katlı eski püskü evlere bakakaldım. Velhasıl Bağlarbaşı bir taşra kasabası gibiydi. Birkaç saatliğine şehirden ayrılmış gibi oldum. Bu şehrin beni hala şaşırtması ne hoş!


Bu fotoğrafları da eve gelince çektim. Bahçedeki ağaç birkaç gündür gözümü alıyordu.

I am Love

Tilda Swinton, kısa paça beyaz pantolonu, gri pardesüsü, Salvatore Ferragamo babetleri ve kahverengi Hermes Birkin çantasıyla görünüyor ilk sekansta. O her zamanki androjen havasından eser yok. Varlıklı bir ailenin mensubu olduğu her halinden belli. Nowness'da gösterilen küçücük bölümde bunları görüyorum 'I am Love'a dair. Filmin fragmanı için böyle buyrun:


I am Love Trailer - In UK Cinemas April 9
Uploaded by metrodome_film. - Check out other Film & TV videos.

Am I only dreaming?

Tim Walker'ın fotoğrafladığı karelerin böyle bir etkisi var insanın üzerinde. Rüyadaymış gibi hissettiriyor. Uykuyla uyanıklık arasındaki arafta. Fotoğraflar, sezonun iç çamaşırı trendini selamlasa da asla seksi veya iç gıcıklayıcı değil. Kafasında erengüller açan bir kadının seksapelle uzaktan yakından alakası olamaz zaten. Yine de biraz 'kadın' olmanın bir reçetesi var mı?



15/03/2010

Plastic fantastic

Melissa, fall '10 koleksiyonunu sunuyor.
Vivienne Westwood, krema rengi peep toe ayakkabının önüne kiraz konduruyor.
Ben, Londra için hayaller kurmaya başlıyorum.
Sen, bir kase kiraz yerken beni düşünüyor musun?
Nadide anılarımız saklanıyor mu?
Betty Boop'lu kırmızı Adidaslarım hatırlanıyor mu?

13/03/2010

Kiss me sweet


Yeşilliklerin önündeki iki model bir demet sümbülden farksızlar. Mis mis de kokuyorlar mı acaba?
Kiss kiss
Mis Mis
Miss Miss
Mis kokulu, özlemli öpücük gibisi var mı?

11/03/2010

Bu blogun sahibi nerelerde?

Burada burada! Bu alanı susuzluktan kurumuş çiçekler gibi boynu bükük bıraktığının farkında. Sizi kelimelerinden mahrum bıraktığının da. Ancaaakkk önümüzdeki ay bir sürü sözcüğünü okuyacağınızı söylerse onu affedebilir misiniz :) Ayrıca Cumartesi günü Posta gazetesi alırsanız ekinde The Wondrous World of Wonderland'den bahsedildiğini okuyacakmışsınız.
Bu çiçekleri sizin için fotoğraflamış; Pazartesi akşamı Babylon Lounge'da. Hadi şimdi barışın.


08/03/2010

Gifted

Hediyelerim geldi Paris'ten. Onları bana bahşeden incir kokulu Rapunzel 'gifted.' Ben de hediyelere sahip olduğum için 'gifted'. So we are both 'gifted.'

Before (hediyeler açıldığı anda yüzümden saçılan gülücüklerle birlikte)



After (yeni masamdaki yerlerine kurulduktan sonra etrafa gülücükler saçan hediyelerim)


07/03/2010

Oscara bir kala ödüllendim


Yaratıcı blog ödülüne layık görüldüğümü öğrendim. Billur Saatçi'den gelen elektronik mektup sayesinde. Blogosferden bağımsız bir gezegende yaşadığım için şaşkın ama mutluyum.
Şimdi benim de 7 adet blog seçmem gerekiyormuş. Buyrunuz listem:


Ödül törenine geçmeden önce kendimiz hakkında sevdiğimiz 7 adet maddeyi de sıralamamız gerekiyormuş. Pis 7'li:

1. Hayalperest
2. Hayalperest
3. Hayalperest
4. Hayalperest
5. Hayalperest
6. Hayalperest
7. Anti-realist

05/03/2010

Aloise Corbaz'ın renkli düş bahçesi

Son Alman imparatoru II.Wilhelm’le yaşanan hayali aşkın tesiriyle şizofreninin kıyısında, akıl hastanesinde geçen bir hayat... Bu hayatın kahramanları, Aloise Corbaz ve ürettiği şaheserler oldu.


Aloise Corbaz’ın resimlerine bakmak, fantastik bir dünyaya balıklama dalmak demek. Bu dünyada, onun idealize ettiği benliği, teatrel sahnelerde resmedilmiş olarak karşımıza çıkar. Akıl hastanesinde gözetim altında tutulan Corbaz görünmez asla. Capcanlı ve rengarenk resimlerde, faytonlar, tahtlar, krallar, kraliçeler, çiçekler ve mücevherler göze çarpar. Corbaz’ın hayali aşkının emareleri olan bu motifler, daha çok kadın figürlerinde hayat bulur. Her resim, onun yaşamaktan ziyade düşlediği hayatın yansımalarıyla doludur. Çünkü o, deliliğiyle yaratıcılığı, düğmeyle ilik gibi birbirine geçmiş bir dahi.


1886 yılında İsviçre, Lozan’da doğan Corbaz, 11 yaşında annesini kaybettiğinde hayatının geri kalanını etkileyecek bir durumla karşı karşıya kaldı. Kontrol düşkünü bir ablanın himayesinde büyümesi hiç kolay olmadı. 25 yaşına geldiğinde bir rahibe aşık olması da. Bunu öğrenen ablası, mürebbiye olarak çalışması için onu Almanya’ya gönderdi. Corbaz, Alman imparatoru II.Wilhelm’in okulunda görev yaptığı sırada imparatora hayali bir aşkla bağlandı. Savaşın patlamasıyla birlikte Lozan’a geri döndüğünde psikolojik problemleri baş gösterdi ve 1918’de akıl hastanesine yatırıldı. 2 yıl sonra gizlice resim yapmaya başladığında diş macunu ve yaprakların suyu gibi enteresan malzemeler kullandı. Ortaya çıkardıklarını keşfeden ve onu destekleyen, doktorlarından Jacqueline Porret-Forel’di. Daha çok mum boyayla renklendirdiği resimleri, kağıt bulamadığı zamanlarda gazete, dergi ve kitap sayfalarının üzerinde vücut buldu. Forel bu durumu, “Gün geçtikçe daha da kötüleşmesine rağmen zihninde gizli bir gelişim söz konusuydu. Resimleri, yeniden yarattığı dünyasının mahzeni gibiydi. Aloise olmayı bırakıp, kendini yaratıcı ilan ediyordu” diyerek anlatıyor.


1964 yılındaki ölümüne dek tüm resimlerini akıl hastanesinde yapan Corbaz, bu yüzden ‘outsider art’ın en önemli temsilcilerinden sayılıyor. Her resimde kendini yeniden yaratan ve hayatını daha cazip kılmaya çalışan bir Corbaz’la karşılaşmak onun yaratıcılığının sınır tanımazlığını gösteriyor. Fransız sosyolog Jean Baudrillard’ın “Sanat, gerçekten ziyade ilüzyonla ilgilidir. Bir işin sanat eseri olarak kabul görmesi için bize ilüzyonun gücüyle ilgili bir şeyler söylemesi gerekir” sözleri, Corbaz’ın sanatını en iyi şekilde özetliyor aslında. Zira onun resimlerine bakıldığında ilüzyonun büyüsüne kapılmamak imkansız.

(Garanti Masters Online Magazine'in mart sayısında yayınlanmıştır)

04/03/2010

Keşke hiç durmasan hayat

Duruyor ama. Nursel'inki duruverdi. Bir anda. Ey hayat, işte böyle zamanlarda öyle anlamsız geliyorsun ki. Ne yapalım yaşıyoruz seni. Mecburen.
Bugün Nursel'in anısına Kafkas Pasajı'na gittim. Vintage Plak'ın kapısı kapalı. Gülmeyi seven muzır Nursel yok. Üst kata çıktım. Fotoğrafları karıştırdım. Bu fotoğraflardakiler de artık yok. Herkes, günün birinde 'yok.' Hayat, sen gerçekten var mısın?


Dearest

Daha önce senden hiç söz etmemiş olmama içerlemiş olabilirsin. Seni bu kadar severken nasıl oldu da hiç bahsin geçmedi? En çok çoraplarına ve ayakkabılarına meftunum bilirsin. Ancak websitene yeni sezonun aksesuarlarını koymamışsın. Ben de bir önceki yazdan bir seçki yaptım kendime. Gönlünü almam için yeterli olur mu? Yoksa Alber'e yaptığım gibi senden de sık sık bahsetmemi mi isteyeceksin benden? Bu arada kendisinin Lanvin'in 120. yaşgünü için tasarladığı kanvas çantaların enfes olduklarını söylemiş miydim?







03/03/2010

Çizgili defter

Çizgisizi tercih ederim. Sarı kağıtlı olanını özellikle. Ama şimdi arkadaşımın New York'tan getirdiği, kapağında Andy Warhol Idea Book yazanı kullanmaya başladım. Beyaz sayfaları ve arasındaki turnusol kağıtları hoşuma gidiyor.
Daisy de Villeneuve, London Fashion Week'teki Vauxhall Fashion Scout'un kazananlarının koleksiyonlarını nasıl bir deftere çiziktirdi acaba? Bir de kendisinin websitesini çok kıskandım. Bana da, bana da!






01/03/2010

You do something to me

Marlene Dietrich'in sesinden dinliyorum:

"You do something to me
Something that simply mystifies me
Tell me, why should it be,
You have the power to hypnotize me
Let me live with your spell
Do do that voodoo that you do so well
For you do something to me
That nobody else could do"

Hem Philosophy di Alberta Ferretti'nin öpücük desenli, ten ve mercan renkli elbiselerine söylüyorum bu şarkıyı,
Hem de...