15/02/2018

Ayrıksı couture ustası

Azzedine Alaia, defile takvimlerine uymadan, daima yaratıcılığının döngülerini takip ederek tasarım yaptı. Tek başına alkış almanın, kendisine yardım eden atölye çalışanlarına karşı saygısızlık olacağına inandığından, hiçbir defilesinin sonunda selam vermedi. Kemikleşmiş moda düzeninin içinde Alaia usulü yavaş bir yaratım ve üretim sürecine sadık kalırken, kalıptan dikime tüm couture tasarımlarını elleriyle yapmaktan hiç vazgeçmedi. Kasım ayında aramızdan ayrılan tasarımcı, hem kurallarını kendi belirlediği çalışma tarzıyla hem de yarattığı özgün estetikle modada eşi benzeri olmayan bir isim.


“Kimilerine göre lüks, çok para sahibi olmak ve gösterişli bir arabaya binmektir. Benim içinse bunlar hiçbir şey ifade etmiyor. Güzel bir tabak yemek olmaksızın bunların ne anlamı olabilir ki? Bence lüks, her gün tam istediğin şeyi yapabilmek, sevdiğin arkadaşların ve ailenle bir tabak spagettinin yanında fesleğen ve domatesle süslediğin leziz mozarella salatasını paylaşmaktır.” Azzedine Alaia’nın bu söyledikleri, onun bir tasarımcıdan öte, nasıl bir insan olduğunu anlamak için iyi bir başlangıç. Zira onu tanıyanların, en az muazzam tasarımları kadar çok bahsettikleri bir konu varsa, o da Alaia’nın mutfağı. Her öğlen atölyesinde çalışanlara yemek pişirip onlarla birlikte yemek yiyen, aynı zamanda evi ve butiğinin de bulunduğu Paris, Marais’deki mekanına röportaj yapmaya gelenleri de mutlaka sofrasında ağırlayan bu ufak tefek adama göre zenginliğin yolu mutfaktan ve paylaşmaktan geçiyor. Moda yazarı Cathy Horyn, Alaia’nın atölyesinin karman çorman ortamını ve kaotik havasını ilk kez 1999’da soluduğunda öylesine etkilenir ki tasarımcıya Paris’e her geldiğinde kendisini ziyaret edip edemeyeceğini sorar. “Benim evim, senin evindir” karşılığını alır. İlerleyen yıllarda, gerçekten de burada kendini evinde hisseder Horyn. Alaia, evinin kapısını aynı cömertlikle pek çok insana açar. Bunlardan biri de, on altısında çalışmak üzere ilk kez Paris’e geldiğinde tüm parasını çaldıran ve bir arkadaşı vasıtasıyla kendini Alaia’nın evinde bulan Naomi Campbell’dır. Ünlü modelin Paris’te kaldığı yegane yer burası olurken, Alaia da o günden sonra kendi deyimiyle babasıdır. Doksanlı yılların süpermodellerinden Veronica Webb, “Bana, Naomi ve Stephanie’ye (Stephanie Seymour) çatalı nasıl tutacağımızı, nasıl yürüyeceğimizi, kendimizi nasıl prezante edeceğimizi o öğretti. Bize özbeöz çocuklarıymışız gibi davrandı” diyerek, tasarımcının modellere kol kanat gerişini anlatır. Alaia da bir zamanlar Paris’te genç bir yabancı olarak hayata tutunmaya çalışmış, bunun zorluklarının da hep bilincinde olmuştur. 1940 civarında (tam doğum yılı belirsiz) Tunus’ta doğan tasarımcı, on yedi yaşında Paris’e yerleşir. Gelir gelmez Christian Dior’da çalışmaya başlaması, Cezayir Savaşı’nın patlamasıyla aynı zamana denk geldiği için modaevinde sadece beş gün kalabilir.


Hikayenin Paris’ten önceki kısmında Alaia, çoktan modayla haşır neşir olmaya başlamıştır. Onu moda ve sanatla tanıştıran, hatta ilk Picasso kitabını hediye eden, yanında yardımcısı olarak çalıştığı ebe Madam Pinot olur. Alaia’yı, babasının rızası olmamasına rağmen Güzel Sanatlar Enstitüsü’ne yazdırıp heykel üzerine eğitim almasını sağlayan bu kadın, ondaki cevheri ilk fark eden kişi olmalı. Heykeltıraşlığa yeteneği olmadığını anladığı anda okulu bırakan Alaia, bir terzinin yanında çalışmaya başlar. Buradan, Tunus’un burjuva kadınlarını giydirmeye uzanan yol, sonunda Paris’e çıkar. 

Dior modaevinde yaşadığı hüsranın ardından 1960’ta Kontes Nicole de Blégiers’in buradaki evine yerleşir. Beş yıl süresince hizmetçi odasında yaşar ve bir yandan kontese kıyafetler dikerken, bir yandan da onun çocuklarına bakıcılık yapar. Daha sonra bir röportajında, o dönemde Kuzey Afrika’dan gelen biri için hizmetçi odası bulmanın bile ne denli zor olduğuna değinir. Kontesin sayesinde Paris’in kaymak tabakasından kadınlarla tanışıp onlar için de kıyafet dikmeye başlaması, Alaia isminin kulaktan kulağa yayılmasına vesile olur. Altmışlı yılların sonunda Paris’in Sol Yakası’nda iki odalı küçük bir daireye taşındığında, burayı aynı zamanda atölyesi olarak da kullanır. Artık Alaia tasarımlarını giyen kadınlar arasında Greta Garbo ve Fransız film yıldızı Arletty vardır. Tasarımcı yine de göz önünde olmamayı sürdürür. Rothschild ailesinin mensuplarından, sosyal kelebek Cécile de Rothschild, o dönemde kıyafetlerini diken Alaia için, “Moda dünyasında tanınmasının neden bu kadar zaman aldığını anlayamıyorum. Onu tek ilgilendiren şey, tekniğini geliştirmekti; para ve ün umurunda değildi” der. Bu durum, Alaia’nın kariyerinin ilerleyen yıllarında da değişmez. 2011’deki bir röportajında, maddi kaygıların yaratıcılıktan önce gelmemesi gerektiğini savunur. “Bugün yaratıcılığa zaman ayrılamıyor. Kimsenin bir silueti ya da kumaşı geliştirmek için vakti yok.” Modanın artan hızına ve bunun tasarımcılar üzerinde yarattığı baskıya dair de söyleyecekleri vardır: “Genç yetenekleri limon gibi sıkıp bir kenara atamayız. Dört kadın, dört erkek koleksiyonunun üstüne bir de satış için hazırlanan dört koleksiyon ve tüm bunların dört beş ay gibi kısa bir sürede yapılma gerekliliği hiçliğe tek yönlü gidişten başka bir şey değil. Bu insanlık dışı.”


Kendi yolunu bulmak
Seksenli yıllarda moda dünyasındaki hakim tarz, ya gösterişli ve abartılı tasarımlardan ya da formsuz ve androjen kıyafetlerden ibaretken Alaia’nın estetiği bu kategorilerin dışındaydı. Moda sistemine dahil olmaya karşı her zaman direnç göstermiş bir tasarımcıdan da bu beklenirdi zaten. Fransız ayakkabı tasarımcısı Charles Jourdan, 1979’da kendisinden bir hazır giyim koleksiyonu oluşturmasını istediğinde, metal fermuarlar ve tokalarla bezeli deri kreasyonlarla karşılaşacağını düşünmemiş olmalı ki, bunları çok sert göründükleri gerekçesiyle geri çevirir. Elle Fransa’nın genel yayın yönetmeni Nicole Crassat ise koleksiyonu çok beğendiği için deri elbiselerden birini derginin kapağına taşır. Alaia, ilk koleksiyonunu 1980’de Paris’teki dairesinde sunduktan sonra derginin üç editörüne moda haftasında giymeleri için tasarımlarından ödünç verdiğinde, bu kıyafetler, o dönem Women’s Wear Daily’de çalışan Bill Cunningham’ın dikkatini çeker. Şöyle yazar Cunningam: “Meçhul tasarımcı, kadınların kıvrımlarını vurgulayan kıyafetler tasarlıyor.” Çok geçmeden, Bergdorf Goodman’ın moda direktörü Dawn Mello, Alaia’dan bir koleksiyon hazırlamasını ister. Eylül 1982’de, tasarımcı ilk kez koleksiyonunu Amerika’da sergiler. Bergdorf Goodman’da satışa çıkan koleksiyondaki giysilerin tamamını defileden önce kendi başına ütülemek konusunda ısrarcı olması, onun kariyeri boyunca son derece titiz ve mükemmeliyetçi bir şekilde çalışmasının göstergelerindendir.

Alaia’yı Alaia yapan, mesleğine tutkuyla bağlılığı olduğu kadar insancıl yapısıdır da. Sadece kendisiyle ilgili konularda değil, dostları ve çalışanları söz konusu olduğunda da prensiplerinden asla ödün vermez. 1985’te, Bergdorf Goodman’da her sezon 750 bin dolarlık Alaia tasarımı satıldığı sırada mağazada büyük bir şov tasarlanır. Tasarımcı, sık sık birlikte çalıştığı fotoğrafçı Jean-Paul Goude’un seyahat masraflarını ödemeyi kabul etmediklerini öğrendiğinde mağazayla ilişkisini birdenbire noktalayıp, rakip mağaza Barneys’e geçiş yapar. Kuralları koyan her zamanki gibi Alaia olur.


Hayatta “Bu benim yolum” diyerek, hiç şaşmadan, sağa sola sapmadan, inandığı doğrultuda ilerlemek kimse için kolay değil. İnsanın önce kendini tanıması ve bilmesi, buna göre yolunu belirlemesi, ne olursa olsun bu yolu tutturmak konusunda güçlü ve iradeli olması gerekiyor. Alaia, inandığı şeyin uğrunda durmaksızın çalışarak (günde sadece üç, dört saat uyuyordu) kendini modaya uydurmak yerine, bu zorlu alanda kendi yarattığı şartlar doğrultusunda var olmayı seçer. “Sabit bir ritimde çalışmayı reddediyorum” der. “Yaratıcılığımı neden bunun uğruna harcayayım ki? Buna moda diyemeyiz, bu endüstriyel üretim.” Tasarımlarının üzerinde aylar ve hatta yıllar boyunca çalışmasıyla bilinen tasarımcı, zaman mefhumunu göz önünde bulundurmaz. En çok önemsediği şey kadın bedeni olduğu için her tasarımını canlı mankenler üzerinde yaratır. Onun, bedeni ikinci bir deri gibi saran tasarımları için Tina Turner’ın heykel benzetmesi yapması boşuna değildir.

Alaia, çalışma şeklini, “Sadece yaptığım kıyafete odaklanıyorum” diyerek anlatırken, başarısını tüm kadınlara borçlu olduğunu söyler. “Çünkü yaratırken yalnızca onları düşünüyorum.” Altı yılın üzerine ilk kez geçtiğimiz yıl temmuz ayında couture koleksiyonunu bir defileyle sergileyen tasarımcı, her zaman olduğu gibi tasarımlarının tekniği ve inanılmaz işçiliğiyle haute couture alanında bir duayen olduğunu gösterir. Ne olursa olsun başarısı hiçbir zaman onun başını döndürmez. “Herkes başarılı olmaktan hoşlanır ama bunun sonsuza dek sürmeyeceğini bilmek gerek. Başarı konusunda gösterişçi olmaktan yana değilim. Başından itibaren en çok para kazanan tasarımcı olabilirdim. En yüksek maaşlı iş tekliflerinin tamamını geri çevirdim. Çünkü bu bana göre değil.” En başa dönecek olursak, sizce lüks nedir?


*Vogue Türkiye Ocak sayısında yayınlandı.