28/02/2010

Modanın İstanbul'u fethi

İstanbul’un artan kreatif enerjisinden payına düşeni alan moda, her geçen gün zenginleşiyor. Seda Yılmaz, İstanbul Moda Haftası defilelerinin kulislerinden Galata’nın hip butiklerine, modanın peşi sıra şehri dolaşıyor. Fotoğraflar. Erbil Balta


Geçtiğimiz eylül ayında, dünyanın en önemli trend analiz şirketlerinden WGSN’in (Worth Global Style Network) trend avcılarından ikisi İstanbul’u ziyarete geldiğinde, birkaç gün boyunca onlarla birlikte şehirdeki moda atmosferini içime çektikten sonra, bu alanda yaratıcı anlamda bir hareketlilik yaşadığımıza ikna oldum. Çukurcuma ve Galata civarında onlarla birlikte keşfettiğimiz küçük dükkânlar, “İstanbul’da böyle cevherler de mi varmış?” dedirtecek türdendi. Yaşadığım şehre bir yabancı gözüyle bakmanın bu kadar eğlenceli ve zihin açıcı olmasını beklemiyordum doğrusu. Gezimizin son gününde, trend avcılarıyla Cihangir’deki Demeti Meyhane’de yemek yerken, şehrin modası hakkında sohbete daldık. WGSN’in Avrupa editörü Anna Laub, “Beyoğlu’nun enerjisi çok yüksek. Buradaki dükkânlarda karşılaştığımız genç yetenekler gerçekten ilgi çekici. Şehrin kültürel ve tarihsel zenginliğini, bu genç ve enerjik yaratıcılıkla birleştirebilirseniz modada çok ilerleyebilirsiniz” dediğinde zihnimde bir ampul yandı. Bugüne kadar hep bir tekstil şehri gözüyle baktığım İstanbul, günün birinde bir moda şehri haline gelebilir miydi? İşte bunun yanıtını bulmak için, İstanbul modasının izini sürmeye karar verdim. Moda tarihimizin kısa geçmişine bakıldığında, Türklerin yaratıcılıkla imtihanının, kopyalamaktan öteye gidemediğini görüyorum. Bu durumun ilk farkına varışım, üniversite yıllarıma rastlıyor. Staj yaptığım moda dergisinin cevval moda editörü, Cengiz Abazoğlu’nun o sezonki tasarımıyla Alexander McQueen’in birkaç sezon önceki tasarımlarından birisi arasındaki “benzerliği” göstermişti. İşte o zaman, “Türk modası” diye bir olgudan söz etmek için çok erken olduğuna karar vermiştim. İstanbul, ancak tekstil gücüyle öne çıkabilirdi. Türkiye’nin, dünyanın dördüncü büyük tekstil üreticisi olması da bu inancımı doğruluyordu aslında. Hızlı üretimleriyle modaya yön veren sokak modası markaları Topshop ve H&M’de de artık “Made in Turkey” etiketli kıyafetlere rastlamak şaşırtıcı değil. Miu Miu, Prada ve Burberry’nin çantalarının ise Türk deri markası Matraş tarafından üretildiği biliniyor. Ayrıca İstanbul Tekstil ve Konfeksiyon İhracatçıları Birliği (İTKİB), 2004’ten bu yana “Turquality” projesiyle dünyaya açılmaya soyunmuş Türk hazır giyim markalarına maddi destek sağlıyor. Öte yandan, tasarım konusunda hâlâ İtalya gibi ülkelerle aşık atacak durumda değiliz. Yine de Türkiye’nin köklü markalarından birinde satın alma yöneticisi olan Başak Kocabıyıkoğlu’nun sözleri, olaya tümüyle farklı bir açıdan bakmamı sağlıyor. “İtalyanlar, güçlü bir moda tarihine sahipler, ama Türkler gibi esnek olmayı beceremiyorlar,” diyor Kocabıyıkoğlu ve devam ediyor: “Hüseyin Çağlayan’la yaptığımız bir sohbette, çok iyi iş çıkardıkları için İtalyanlarla çalışmayı sevdiğini söylemişti. Ancak defileden bir gün önce adamları arayıp bir şeyi değiştirmek istediğinde de tümüyle paralize olduklarını eklemişti. Türkler ise her konuda esnekliğe sahipler. Hızlı devinen moda dünyasında, bu esnekliğin başarı getireceğine inanıyorum.”


Moda tasarımı alanındaki etkinliklerin sayısındaki artışı göz önünde bulundurduğumda ümitsizliğe kapılmak için çok erken olduğunu düşünüyorum. Geçtiğimiz yıl, İstanbul Fashion Days ve Fashionable İstanbul adlı iki farklı moda etkinliğine katılmıştım. İTKİB ve Moda Tasarımcıları Derneği’nin desteğiyle gerçekleştirilen İstanbul Fashion Days, şehrin bugüne dek gördüğü ilk gerçek moda etkinliğiydi. İTÜ Taşkışla binası başarılı bir mekân seçimi olsa da birçok tekstil firmasının standlarının dizili olduğu alandan geçip defileleri izlemeye gitmek, “Moda mı, tekstil mi?” ikilemini getiriyordu insanın aklına. Yine de bir ilk olarak güzeldi. İstanbul Fashion Days’den kısa süre sonra düzenlenen Fashionable İstanbul ise Türk modasını geliştirme misyonunu üstlenmekten ziyade, sosyetik bir moda buluşması gibiydi. Roberto Cavalli, Angelo Missoni ve Vivienne Westwood’un İstanbul’a gelmesi sürpriz olsa da tasarımcıların daha önce başka moda haftalarında sundukları kıyafetlerin gösterilmesi, hevesleri kursakta bırakmıştı. Neticede, İstanbul Boğazı manzaralı bir çadırda “front row”a İstanbul sosyetesinin ileri gelenleri oturmuş, moda editörleri ise defileleri en arka sıralardan izlemek zorunda kalmıştı.

Bu anlamda, İstanbul’un moda haftası sıfatını belki de daha fazla hak eden İstanbul Fashion Days’in İstanbul Fashion Week adını alan ikincisi, 3-6 Şubat tarihleri arasında Santralistanbul’da gerçekleşti. Bu defa, hazır giyim markalarının bulunduğu fuar alanının, defile bölümünden farklı bir yerde konumlanması, pozitif bir gelişmeydi. Yabancı basın mensuplarının ve satın alma ekiplerinin sayısındaki artış da gözden kaçacak gibi değildi. İstanbul Fashion Week düzenleme komitesinden Neslihan Torun, İstanbul’un moda arenasının, New York veya Londra gibi kentlerdekine alternatif olması için daha çok yolumuz olduğunu söylüyor ve ekliyor: “Moda başkenti olmak fazla iddialı bir tavır. Önümüzde kat edilmesi gereken çok yol var. Ancak geç başlamamıza rağmen hızlı ilerliyoruz.”


Etkinlik boyunca tanıştığım yabancı gazeteciler ve satın almacılar da organizasyonu “İstanbul modasının emekleme dönemi” olarak görüyordu. Genel kanı ise genç tasarımcıların defilelerinin daha ilgi çekici, enerjik ve şaşırtıcı olduğu yönündeydi. Örneğin, Fransızların büyük bölümü, defilelerin içeriğinin yeterince sağlam olmadığını; tasarımcıların siyah, beyaz ve yapısal kreasyonlarıyla birbirlerine çok benzediğini düşünüyordu. Moda editörü ve çağdaş sanatçı Melis Ağazat ise genç tasarımcıların daha da yenilikçi olması gerektiğini düşünenler arasında: “Genç tasarımcıları takip ediyorum. Beğendiğim ve inandığım parçalara, yaptığım moda çekimlerinde yer veriyorum. Fakat yapılan işleri özgün ve yenilikçi bulmuyorum. Bence bir koleksiyon, müzik parçasından farksızdır. İnişleri, çıkışları ve bir ritmi olması gerekir. Kalıp, kup, form, siluet ile vaat edilen kadının uyum içinde olduğu bir koleksiyona henüz rastlamadım. Varsa yoksa origami, masal kahramanları ve efsaneler... Bunlar dünya modasının kodlarından çok uzakta. Genç tasarımcıların biraz daha çağdaş olmaları gerekiyor.”


Defileleri aralarında sürekli modasantrik muhabbetler yapıldığı için zihnimde yeni fikirler yeşermeye başladı. Hakan Yıldırım defilesinin kulisinde, bir fotoğrafçının yaka kartında Zoo Magazine yazısını görünce dizlerim titredi. Yıllar önce Berlin seyahatimde keşfettiğim bu dergi, alternatif moda dergileri kulvarındaki en iyilerden. Koşarak yanına gittiğim fotoğrafçı Kasia Gatkowski, “Tasarımcı defilelerinin yanında Desa, Avva ve Gizia gibi tekstil markalarının defilelerinin yapılmasına anlam veremedim. Ekip olarak, en çok genç tasarımcıların işlerinden etkilendik,” dediğinde aklımda bir soru daha uyandı: İstanbul’da moda, tekstil endüstrisinden kopmayı nasıl başaracaktı?


Moda haftasının açılışının, takım elbiseli iş adamları tarafından kurdele kesilerek yapılması da aslında tekstilin, modadan önce geldiğinin bir göstergesiydi. Dünyanın çeşitli ülkelerinde gerçekleştirilen moda haftalarında ise tam tersine sektörün bir adım geride durduğunu ve modanın yaratıcı yönünün tümüyle sahne aldığını görüyoruz. Bizdeki moda haftasında da yaratıcılıkla karşılaştığım anlar oldu tabii. Defilelerin kulisleri, saç ve makyaj ekipleri, tasarımcıları, kıyafet giydiricileri ve modelleriyle çok canlıydı. Zaten defile başlamadan önce kıyafetleri askılarda süzülürken görmek bile insana ilham veriyordu. Defile saati yaklaşırken kimi tasarımcının sakin halini, kiminin Pasiflora şişesini kafasına dikerkenki anını görmek enteresandı. Her tasarımcının ünlü takipçilerinin kulisi ziyaret etmesi bir gelenek halini aldı. Gençlerden en çok ünlü çeken isim Özgür Masur oldu. Masur, arkadaşları Doğa Rutkay, Bengü, Burcu Kara ve Kemal Doğulu’ya, üzerinde şarkıcı Bergen’in fotoğraf baskısı bulunan tişörtler giydirdi. Masur’dan koleksiyonun öyküsünü dinlerken origamik detaylarla süslediği tasarımlarına dokunarak esin kaynağı Bergen’in etkisini hissetmeye çalıştım. Onunla aynı kulisi paylaşan diğer genç isimler, Zeynep Erdoğan, Simay Bülbül ve Zeynep Tosun’du. Tosun’un somon ve bebek mavisi gibi iç açıcı renklerdeki heykelsi tasarımları, kulisin en göz alıcı olanlarıydı. Rengarenk giyinme tutkuma karşı koymam imkansız olduğu için onun kıyafetlerinden etkilendiğimi itiraf etmeliyim. Genç tasarımcıların defile saati gelip çattığında kulisi terk ederken onlara sonuna kadar destek olunması gerektiğini düşündüm.


Birkaç yıldır genç tasarımcıları tanıtmayı misyon edinen halkla ilişkiler firması L’appart; Aslı Filinta, Begüm Salihoğlu ve Berra Terzioğlu gibi yeni isimlerle bizi tanıştırdı. Şirketin sahibi Feride Tansuğ, üç yıl önce Paris’teki butiğini kapatıp Türkiye’ye dönme kararı aldığında, Fransız modasının önemli isimleri çok doğru bir zamanlama olduğu konusunda onu cesaretlendirmiş. Tansuğ, Avrupa’nın diğer şehirlerinin moda anlamında artık doyduğunu, İstanbul’da ise bambaşka bir enerji olduğunu ve Avrupalılar’ın buradan çok önemli şeyler çıkmasını beklediğini söylüyor heyecanla. İstanbul Fashion Week’in “Genç Tasarımcılar” bölümünde sahne alan Zeynep Tosun defilesinden sonra, Amerikalı iki satın almacının tasarımcıya yağdırdığı övgüleri duyunca, Tansuğ’a hak veriyorum. İstanbul’daki genç modacılarla tanışmamızda, Banu Bora’nın mimar eşi Tayfun Mumcu’yla birlikte açtığı butiği Midnight Express’in de etkisi büyük. Tarzının kodlarını çözmüş kadınların tercih ettiği butikte, Bora Aksu, Ümit Ünal, Simay Bülbül, Zeynep Tosun ve Aslı Filinta’nın tasarımlarına rastlıyoruz. Beymen’in hip yanını ortaya koyan kardeş mağazası Blender’ın da artık Boa, Zeynep Tosun, Eternal Child ve Cicci Cocco gibi genç yerli tasarımcıların parçalarına yer vermeye başlaması ümit verici.


Moda haftasının kulislerinde, moda eğitimi alan pek çok öğrenciyle de tanıştım. Genel profildeki değişim çarpıcı. Aralarında moda kurbanı gibi giyinenler olsa da kendi tarzını bulmayı başaranların sayısı hiç de az değil. Kendi tasarladığı vatkalı gömlekle etrafta salınan Emre, ya da bir gece önce tesadüfen Pierre Cardin ile aynı araca denk gelen Cem; hepsi de okullarını bitirdiklerinde yurt dışında eğitimlerine devam etmeyi hayal ediyor. Bundan 10 yıl önce Türkiye’de moda eğitimi almanın ne kadar zor olduğu; moda ciddi bir meslek olarak görülmediği için, bir önceki jenerasyonda tasarımcı sayısının bir elin parmaklarını geçmediğini hatırlayın! Yurt dışındaki moda sahnesinde kendine yer açmış sayılı isimlerden Bora Aksu da yıllar önce, Türkiye’de moda eğitimi alabileceğine inanmadığı için Londra’daki Central Saint Martins’e gidenlerden. “O zaman, moda eğitimiyle ilgili bilinç oluşmamıştı. Bugünse, pek çok üniversitede ve kurumda moda eğitimi veriliyor,” diyen tasarımcı, bir süredir İstanbul Moda Akademisi’nde (İMA) drapaj dersleri vererek bu konuda üstüne düşeni yapıyor. Nişantaşı’ndaki renove edilmiş alımlı bir binayı mesken tutmuş İMA’yı diğerlerinden ayıran en önemli özellik, İngiltere’nin köklü moda okullarından London College of Fashion ile iş birliği yapması. Burada, moda tasarımı eğitiminin yanı sıra moda çizim teknikleri, moda fotoğrafçılığı ve moda yönetimi gibi alanlarda da kurslar veriliyor. Moda tasarımı eğitimini tamamlayan öğrenciler, tasarımlarını bir defilede sunarak moda sahnesine ilk adımı atma fırsatına sahip oluyorlar. Moda eğitimi alanındaki kısırlığı sona erdiren bir diğer kurum da LaSalle International Academy. Merkezi Kanada’da bulunan okulda, moda tasarımı dalında diploma ve sertifika programları veriliyor. Moda haftası boyunca kulağıma çalınan en yeni haberse, Fransa’nın güçlü moda okullarından ESMOD’un (l’Ecole Supérieure des Arts et techniques de la Mode) eylül ayında İstanbul’da bir şubesini açacağı oldu. Şu sıralar, okul için uygun mekan arayışı içinde olan ESMOD’cular, özellikle Galata civarıyla ilgileniyormuş.


Galata’nın, moda, tasarım ve yaratıcılık bakımından yıldızının parladığı bir dönemde bu habere şaşmamalı. Burada pıtrak gibi çoğalan butiklerin de bu “Yükseliş Devri”nde büyük etkisi var. Mahallenin cevherinin ilk farkına varanlardan biri, Camekan Sokak’taki Lastik Pabuç’un sahibi Can Soylu. Spor ayakkabı vahası olan butiğinde Alife, Creative Recration, Common Projects, Balenciaga ve Kris Van Assche gibi kült markaların nadide parçalarını satıyor. Galata’nın en stil sahibi sakini Soylu’ya göre, burada yaşanan kabuk değişimi henüz başlangıç aşamasında. Lastik Pabuç’un “ayağını sürtmesinin” ardından sıra sıra butiğin açılması da bu görüşünü doğruluyor. Moda tasarımcıları Öykü Thurston ile Yasemin Özeri’nin Galata’ya kazandırdığı Laundromat, farklı konseptiyle bölgenin en özgünlerinden biri. Her odasında farklı bir tasarımcının koleksiyonu sergilenen butikte; şu sıralar Güneş Dericioğlu, Kudret Saka ve Nihan Peker gibi genç yeteneklerin tasarımları var. Tasarımcıların üç ayda bir değişmesi, burayı yeni isimleri keşfetmek için ideal hale getiriyor. Galata’nın en yeni sakini La Mariquita da tıpkı Laundromat gibi tamamen yerli tasarımcılara ayrılmış bir butik. Lastik Pabuç’un yakınındaki mekanda, Ayça Sytmen, Zeynep Erdoğan, Ayşe Deniz Yeğin ve Müge Ersin gibi pek çok tasarımcının koleksiyonlarından parçalar bulmak mümkün. Son zamanlarda yerli ve yabancı basının ilgisine en çok mazhar olan butiklerden Building ise Serdar-ı Ekrem Sokak’ta açıldığından bu yana evrilerek, İngiliz ve İspanyol markalarının bulunduğu tasarımcı skalasına Türkler’i de eklemeye başladı. “Build Your Own Fashion” (Kendi Modanı Yarat) adlı proje kapsamında, üçer aylık periyotlarla genç tasarımcıların işleri satışa sunuluyor. Eda Akpınar, Nazlı Bozdağ, Elif Ergin ve Zeynep Duygulu, Building çatısı altında toplananlardan birkaçı.

Artık parlak genç tasarımcıları mum ışığıyla aradığımız günleri geride bıraktığımız anlaşılıyor. İstanbul’un yeni New York veya Londra olmasını beklemiyorum tabii. Şehrin modayla teşrik-i mesaisi uzun yıllar öncesine dayanmadığı için, bu şimdilik bir hayal. Fakat kendi kültürümüze modern yorumlar katarak, denenmemiş ve özgün olanı bulabiliriz. Maharet, şehre ve modaya doğru açıdan bakmayı bilmekte.

(Travel&Leisure dergisinin mart sayısında yayınlanmıştır)

26/02/2010

Think pink

dedi Melis.
"Ay nasıl olur?" dedim ben.
"Gel, bak her şey çok güzel olacak" dedi Melis.
Gidiyorum. İstikamet Elle. Pazartesi günü Melis'le önlüklerimizi giyip gideceğiz. Elle'li yeni eğitim dönemi başlıyor!

25/02/2010

Where is the wizard of Oz?



Dorothy'nin Mary Jane pabuçları kırmızıdır. Arkadaşımın babetleri pembe. Ama ikisininki de simli. Bu yüzden Oz büyücüsünü bekledik bütün gece. Gelmedi.
Sevgili büyücü, gelip beni bu dünyadan alır mısın? Bir süreliğine salyangoz misali kabuğumda yaşamak istiyorum.

Reklam kuşağı


Elle ve Elle Catwalk'un arasına Marie Claire'in ekini sıkıştırıp tost yaptım. Zira, her birinde benden bir parça var. Elle'de 'Defileler ne diyor?', Marie Claire ekte 'Noughties zamanlar' başlıklı yazılarda beni bulacaksınız. Elle Catwalk ise külliyen 'Made in Seda Yılmaz.'

When we are sad


Find more videos like this on Channel Frederator RAW

Bu ara pesimizmle aramdan su sızmıyor. Arkadaşımdan yukarıdaki videonun içinde bulunduğu elektronik mektubu aldığımda kendimi, Aglai Mortcheva'nın yarattığı karaktere benzettim. Kendisi, mektubunu 'Aynı ben' ibaresiyle göndermiş. O zaman 'When we are sad' diyorum.

24/02/2010

Realitiye HAYIR!



SÜRrealiteye EVET!

You are so intimate





Urban Outfitters'ın romantik ablası Anthropologie'nin websitesini gezerken karşılaştığı biraz 50s, biraz girlie iç çamaşırları, arkadaşımın aklına beni getirivermiş.

Coco'yla 3 hafta

Fotoğrafçı Douglas Kirkland, 1962 yılında Coco Chanel'le 3 hafta geçirerek onun en 'au naturale' hallerini yakalamış. Coco, kendisine 'Madame' diye hitap edilmesinden hiç hoşlanmadığı için 'Mademoiselle' demeyi çabucak öğrenmiş Kirkland. Ben de yıllardır Mademoiselle Chanel parfümümü her pıspıslayışımda Mademoiselle'i yad ediyorum.



22/02/2010

Bon appetit


Başlangıç
Buharda pişmekten gözleri yaşarmış melankolik sebzeler

Ara sıcak
Genetiğiyle oynandığı için hayata küsen mantar sote

Ana yemek
Mini mini pötikareleri bulunan, kocaman fiyonklu gömleğin üzerine marin soslu blazer ceket

Tatlı
Pötikarelerle bir olup ortamı neşelendirmeye çalışan pötifurlar

Be mine and I'll be yours


Yine desenler tarafından hipnotize edildim. Bu kez art deco mimarisi ilhamlı olanlara teslimim. Daha önce de bu blogta kendisinden söz edilmiş olan Holly Fulton'un elleri ve gözleri dert görmesin!


Konu mimariden açılmışken, bir başka genç İngiliz tasarımcıyı daha takdim etmem gerekiyor. Zira kendisiyle 2006'da Notting Hill'deki Starbucks'ta yaptığım röportajda şöyle buyurmuştu:
"Bir mimar, pencerelerini farklı tasarlayarak binayı ilgi çekici hale getirebilir. Bense ayakkabıların topuklarını sıra dışı tasarlayarak farklılık yaratmaya çalışıyorum. Tasarımlarımda keskin hatlar kullanmayı seviyorum. Bu da ayakkabı tasarımıyla mimari arasında kurduğum ilişkiden kaynaklanıyor."
Nicholas Kirkwood'un yukarıdaki mimari şaheserini, Holly Fulton'un ipek gömleğiyle birlikte giyip, bu ikiliyi skin tight bir pantolonla tamamlamışmışım. Meğer ben pantolon da giyermişim! Benim olmuşlar; ben de onların.

21/02/2010

Çoraplarla ayakkabıların aklından neler geçiyor?



Doğumgünü yemeğinin yendiği masanın altında eğlenen, uslu uslu oturan ve etrafa hınzırca bakışlar fırlatan ayakkabılar vardı. Çoraplarla fısır fısır konuştuklarını duymaya çalıştım. Nafile.

20/02/2010

Saturday night fever


İşte böyle çıkılmalı, Cumartesi gece gezmesine.

Desenlesen sen beni

Güzel desenlere bakmak insanın ruhuna iyi geliyor.
Swash'ın tasarımcılarının, 18. yüzyıl botanist ve ilüstratörü Maria Sibylla Merian'dan ilham alarak yarattıkları desenler, ruhunun yerinde yeller esenlere de ruh kazandırabilir mi acaba?







Sen beni desenleseydin, ben de seni desenlerdim.

19/02/2010

How can you mend a broken heart?

diye soruyor Al Green.


İngiliz bir psikoloğa soruyorlar:
"Can you actually die of a broken heart?"
"To answer that scientifically I would have to cite research done by Nazis on Holocaust victims in which newborn babies were removed from their parents. One group was given human contact whilst another had no human contact and were fed mechanically with no touch by human beings. Those children died for no physical reason by the age of 6 or 7. The conclusion is that a person can stop thriving for life when there is no connectedness or belonging to others" demiş.

17/02/2010

Little Miss Splendid


Mekan: Çukurcuma Mozk (Altıpatlar Sok. No:10)
Vakit: Şimdi'yi beş geçe, Kiki'ye beş kala
Gelinliğin ait olduğu dönem: 70'ler
Gelinliğin tadı: Krem brule
Gelinliğin sahibesi: Little Miss Splendid

Gerçekte varolduğunu az önce öğrendiğim Little Miss Splendid'e...

Tatlı Little Miss Splendid'im,

Nasıl oluyor da zihnimiz ve hafızalarımız tıkır tıkır işlerken mütemadiyen aynı patikalardan geçiyoruz? Patikaların kesişen yolları lilyum kokularıyla sarılı. Soluklanmak için oturduğumda, krem brule'mi senin boyadığın porselen tabakta yiyorum. İşte bu mutlu rastlantılar yumağıyla kalplerimiz birbirlerinin sadece bir tıkırtı uzağında.

Son kullanma tarihini geçirmeden tüketin

Kalemlerimin yakın dostları kağıtlar, Milk Gallery&Design Store'daki oyuncakların malzemesi olmuş. Milk Gone Mad sergisi 21 Şubat'a kadar uzatılmış. Mış'lı geçmiş zaman artık son bulsun. Bu sergi gidilip görülsün, gerekli ilhamlar depolansın ve buzdolabında muhafaza edilsin. İhtiyaca göre azar azar tüketilsin.



15/02/2010

What a difference a day makes

Şubat ayının en kayda değer günlerinden biri yaşandı bugün. Yine de mart ayı, koşa koşa gelir misin artık? Senin getireceklerini bekliyorum dört gözle! Takipte kalınız, sürprizler yakında buradan ilan edilecek.









14/02/2010

I'm always chasing rainbows


Gardırobun derinliklerinden çıkıveren şemsiyemin kılıfının üzerinde yazanlar (bkz. yukarısı) hislerime tercüman oldu.


Bir de şu deniz manzarası (bkz. yukarısı). Ah ahh....

My Alice


Yedi cihan Alice'le ilgili haberlerle dolduğu için biraz sinir oluyorum. She's my hero. Hatta Alice'in ta kendisi bendim-bu ülkede yaşamadığım zamanlarda. Tim Burton filmini çevirdiği için Alice'li haberleri görmeye alıştırmalıyım kendimi.
Paul and Joe'nun Alice in Wonderland koleksiyonunu tatlı buldum. Alice'in, çocukken anneannemlerin salonundaki koltuğa kurulup TRT'de izlediğim halini hatırlattı bana. Oysa yıllar sonra, 60'larda BBC için çevrilmiş filmini gördüğümde, onun küçüklüğümde tanıdığım renkli karakter olmadığını anlamıştım. Alice biraz karanlık, biraz da aksi bir kız çocuğuymuş.


Charles Lutwidge Dodgson'ın (nam-ı diğer Lewis Carroll) Alice Liddell ve kardeşleriyle geçirdiği zamandan esinlenerek kaleme aldığı kitabın ilk versiyonunun ismi, 'Alice's Adventures Under Ground.' Buyrun size kitabın önsözünden bir kuple:
Twenty five years later, in an article for the Theatre, he described the 'golden afternoon' that inspired the famous tale: "the cloudless blue above, the watery mirror below, the boat drifting idly on its way, the oars, as they waved so sleepily to and fro, and... the three eager faces... from whose lips "Tell us a story, please" had all the stren immutability of Fate!" He also recalled that "in a desperate attempt to strike out some new line of fairy-lore," he had sent Alice "straight down a rabbit hole, to begin with, without the least idea what was to happen afterwards." Many of the subsequent happenings were in fact, inspired by particular Oxford events, characters and situations which, though strongly tinged with fantasy, would have been instantly recognisable to the children.