07/11/2016

Radikal flanözler sokakta


Tarih boyunca kadının sokakla ilişkisinden eksik olmayan gerilim, kadını eve bağlamak ve toplumsal cinsiyeti onun kimliğine iliştirmek için kullanıldı. Ama ne olursa olsun şehrin sokaklarında gezinen, özgürlük peşindeki kadınlar her zaman var oldu. Lauren Elkin’in kitabı Flâneuse: Women Walk the City in Paris, New York, Tokyo, Venice and London (Flanöz: Paris, New York, Tokyo, Venedik ve Londra’da Şehirde Yürüyen Kadınlar), bizi bu kadınlarla tanıştırmakla kalmıyor, hepimize sokağa çıkma ve avarelik etme şevki aşılıyor.


Kentsel dönüşüm projeleriyle sayısız estetik operasyona maruz kalmışcasına ruhundan olmasına rağmen, İstanbul sokaklarında yürümek benim için bir serüven olmayı sürdürüyor. Karmaşası ve alacalı bulacalı haliyle beni daima şaşırtan bu şehri amaçsızca arşınlamanın hazzı bir başka. Her şeyden önce metropol hayatının dayattığı hıza bir başkaldırı bu. Yürümek, yavaşlamak ve şehrin dokusunu bir sünger gibi emmek demek. Merakım ve keşfetme isteğimle kol kola girip yürüdüğümde taksiyle ya da toplu taşımayla bir yerden bir yere giderken olduğundan çok daha fazla şey ilgimi çekiyor. Mecbur kalmadıkça bu araçları kullanmaktan bile kaçınıyorum aslında. 18 yaşımda rüştümü ispatlamak için ehliyet almış olsam da o günden bu yana direksiyon başına oturmuşluğum yok. Yani, adımlarımı şehrin ritmine bırakarak aylak aylak yürümek tam bana göre. 1840’larda Paris pasajlarında kaplumbağa gezdiren flanörlerle boy ölçüşemem elbette. Kendisi de bir flanör olan Alman felsefeci Walter Benjamin, bu örnekle flanörlüğün temposu hakkında bir fikir edinebileceğimizi söylemişti. Kimdir şehri kaplumbağa adımlarıyla aheste revan dolaşan bu flanör? 19. yüzyılın ilk yarısında, Paris’in sokaklarında ve pasajlarında aklına estiği gibi gezinen, bitmek tükenmez bir ilgi ve merakla şehri gözlemleyen bir kâşif. Fransızca’da avare gezgin anlamına gelen flâneur kelimesi, yazar ve çevirmen Ahmet Cemal’in anlatımıyla “avare dolaşırken aynı zamanda çevrenin izlenimleriyle düşünce üreten kişidir.” Şehrin devinimi onu büyülese de bu devinimin bir parçası değil, gözlemcisidir. Başıboş flanör şehrin sokaklarında kaybolurken kadın flanör, yani flanözün esamesi okunmuyor muydu acaba? Lauren Elkin, Flâneuse: Women Walk the City in Paris, New York, Tokyo, Venice and London (Flanöz: Paris, New York, Tokyo, Venedik ve Londra’da Şehirde Yürüyen Kadınlar) adlı kitabıyla bu soruya yanıt arıyor. Yazar George Sand’den sanatçı Sophie Calle’a, savaş muhabiri Martha Gellhorn’dan yönetmen Agnès Varda’ya sanatçıların flanözlük deneyimlerini ortaya koyarak flanör kavramının cinsiyetlendirilmiş yapısını sorguluyor. Yaşadığı şehirleri, yaratıcı ve gözüpek flanözlerin ayak izlerini takip ederek keşfeden Elkin, okuyucuya da modern zamanların planlı, programlı ve hızlı yaşam tarzına kafa tutma ve şehri yeni baştan keşfetme hevesini bulaştırıyor.   


Korunaklı yaşamdan şehrin karmaşasına
Çocukluğum süresince her yaz Tuzla’da bulunan sitemizde şehir hayatından uzak, korunaklı ve mutlu günler geçirirdim. O günlerin naifliği uzun yıllar benimle kaldı. Herkesin birbirini tanıdığı, tehlikeden uzak ve emniyetli olan bu ortamda yaşarken, insan dünyanın geri kalanının da bundan ibaret olabileceği izlenimine kapılabiliyordu. Bir terrarium’un yapaylığına sahip olan site yaşamı, Elkin’in çocukluğunun geçtiği, 50’li yılların Amerikan rüyasının yaratıcısı olan New York, Long Island’daki banliyölerle benzerlikler taşıyordu. Gençliği o yıllara tekabül etmese de banliyönün düzenli hayatından şehrin keşmekeşine karışma isteğini erken yaşta duyumsamaya başlar Elkin. Eleştirel düşünmeye başladığında, banliyönün mecbur kıldığı, tamamen taşıtlara bağlı bir  yaşam tarzına şüpheyle bakmaya başlar. Yürüme kültürünün olmayışının özellikle kadınları nasıl etkilediğini şu sözlerle anlatıyor: “Bu durum otoriter bir algı yaratıyor. Merak etmeyen bir kadın aile kurumundan bir adım öteye gidemez. Muntazam sistemi, yakındaki alışveriş merkezi, uçsuz bucaksız döngüler halindeki yollarıyla banliyö düzeni ona belirli sınırlar dayatır. Madame Bovary’den Revolutionary Road’a edebiyattaki isyânkar banliyö kadınlarının nasıl öldüklerini bir düşünün. Büyük hayaller kur, sonun ölüm olsun.” Kitapta etraflıca anlatılan Amerika’nın banliyö yaşantısı, günümüzde İstanbul’un çehresini değiştiren sayısız rezidans ve sitedeki yaşam tarzlarını çağrıştırıyor. Şehrin içinde bile olsa çevreden kopuk, güvenli ve içe dönük bu yaşam alanları alışveriş merkezleriyle çevreleniyor ve insanları biteviye bir döngünün içinde debelenmeye itiyor. Oysa yaşam sokaklarda.

Elkin de şehrin, yaşamın ta kendisi olduğuna inandığı için 1999’da, 20’sindeyken Paris’in yolunu tutar. Galeries Lafayette’den aldığı iki küçük defterle şehrin sokaklarını arşınlar ve her vakit bulduğunda bu defterlere bir şeyler çiziktirir. Yürüyüşlerinde yalnız değildir hiçbir zaman; geçmişte aynı sokaklarda ilham bulan, özgürlüğün peşinden giden ve başkaldıran kadın yazarlar eşlik eder ona. Flanöz kavramının tam anlamıyla hakkını veren George Sand mesela. Sand, 1831 yılında, henüz 24 yaşındayken, iki çocuğundan birini yanına alarak taşradan ayrılır ve Paris’e yerleşir. Kıt kanaat geçinmeye çalışırken “taşranın etkilerinden bir an önce sıyrılmak, hem zamanın düşünceleri hem de üsluplarıyla, kısacası güncel olan her şeyle tanışmak ister.” Tiyatrolar, müzeler, kulüpler, sokaktaki yaşam... Her şeyi izler. Ancak dönemin giysileri, “çılgın bir kalabalık içinde kaybolmuş bir atom” gibi hissetmesine elverişli değildir. Bunun üzerine, kanunlar kadınların pantolon giymelerini yasaklamış olduğu halde radikal bir karar alır. Kendisine gri kaba bir kumaştan bir redingot, pantolon ve yelek diktirir. Gri şapkasını takıp, kalın yün kravatını da bağlayınca, sokaklarda dikkat çekmeden ve özgürce hareket etmeye başlar. Zarif ayakkabılarının yerini alan altı demirli alçak topuklu çizmeleriyle, “kaldırımlara sapasağlam basar, Paris’in bir ucundan diğerine uçuşur.” “Yürüyerek bütün dünyayı gezebilecekmiş gibi hissediyordum” sözleri onun tam anlamıyla bir flanöz olduğunun göstergesidir.

George Sand

Şehirler ve kadınlar
Şehirler, sokaklarını kadınlara açmak konusunda her zaman cömert olmadı. Paris’te 20. yüzyıla kadar kadınlar sokaklarda boş boş gezme özgürlüğüne sahip değildi. İngiltere’de 19. yüzyılda gece sokakta görülen her kadın fahişe olduğu şüphesiyle polis tarafında doktora götürülür ve bekaret kontrolüne zorlanırdı. Zafer Toprak’ın Türkiye’de Kadın Özgürlüğü ve Feminizm kitabında belirttiği üzere, Osmanlı’da uzun yıllar kafes ardında kalmış kadının temel sorunu kamusal alana çıkmaktı. “Kadının özgürlüğü sokaktan, sokağa çıkmaktan, yanında aile efradı olmaksızın sokakta tek başına yürümekten geçiyordu.”

Sokak, kadını dışlasa ve hatta yaftalasa da onun özgürlük arayışını elinden alamadı. Elkin, bu arayışı hiç bırakmayan kadınların ışığında flanöz kavramının derinlerine iniyor. İngiltere’nin kadını bastıran Viktoryen çağında yetişmiş olan yazar Virginia Woolf Londra sokaklarında dilediğince gezme cesaretini göstermeseydi kadınlara kendilerine ait bir odaları olmasını, ne olursa olsun üretmelerini ve para kazanmalarını söyleyebilir miydi? Elkin, Woolf’un ve romanlarında yarattığı pek çok kadın kahramanın flanöz olduğuna inanıyor. “Londra’da yürümeyi seviyorum. Kesinlikle taşrada yürümekten daha iyi” diyen Mrs Dalloway karakterini 20. yüzyıl yazınının en büyük flanözü sayıyor. Woolf’un şehirle kurduğu derin bağ ise 31 Mayıs 1928 tarihli günlük yazısında görülüyor: “Londra’nın kendisinin sonsuz bir çağrısı var, kışkırtıyor, bana bir oyun, bir öykü, bir şiir esinliyor, ayaklarımın beni Londra sokaklarında taşımasından öte zorluk çıkarmadan.” Sokakların sesinin, zaman zaman durup dinlediği ve yakalamaya çalıştığı bir tür lisan olduğunu düşünen yazar, bir anlamda kadınlara sokakların cazibesini gösteriyor.

Toplumsal normlar, örf ve adetler bugün dahi kadının sokakla ilişkisini sekteye uğratıyor. Kitabın sonsözünde, şehrin tarafsız olmadığını, feminizme dair bir mesele olduğunu söylüyor Elkin. “Tahran’dan New York’a, Melbourne’dan Mumbai’ye bir kadın halen şehirde bir erkeğin rahatlığıyla yürüyemiyor.”

*Vogue Türkiye Ekim 2016 sayısında yayınlandı.