11/10/2016

Eyvah canımız sıkılmıyor!


"Canım sıkılıyor" dediğimizde yapılan kötü bir şaka vardı: Sıkı can iyidir, kolay çıkmaz! Elimizde canı sıkılanların daha uzun yaşadığına dair bir kanıt yok ama biraz boş kalmanın, içimize dönüp kendimizle samimi ilişki kurmak, dolayısıyla huzurlu olmak, yaratıcı işler yapmak için gerekli olduğunu söyleyen çalışmalar var. "Yetişkin emziği" akıllı telefonlar ise artık unuttuğumuz bu duyguyla aramızdaki en büyük engel. Bakın nasıl...

Birkaç ay önce ülke gündemi dakika başı değişirken telefonuma yapışık yaşamaya başladığımın farkına vardım. Evet, olağanüstü bir durumla karşı karşıyaydık. Ancak yaptığım, bu olayın bende yarattığı duygu değişimlerini anlamaya çalışmak yerine onlardan alabildiğine kaçmaktı. Nasıl mı? Saatler boyunca Twitter’da twit okuyarak, WhatsApp gruplarından gelen mesajlara cevap vererek, Facebook’ta paylaşılan haberlere tıklayarak. Sözüm ona kaygımı hafifletmeye çalışıyordum. Ne var ki elimde telefonla geçen saatlerin sonunda hiçbir şey yapmamış gibi hissediyordum. Çünkü açgözlü bir şekilde bilgi tüketirken düşünmeyi bir kenara bırakmıştım. Duyum ve düşünme olmadığı için telefonumdan pek de farkım kalmamıştı aslında; mekanikleşmiştim. Pek çoğumuz gibi, psikoterapist Engin Geçtan’ın İnsan Olmak kitabında bahsettiği şeyi yaşıyordum. Geçtan, insanın doğaya olan bağımlılığından kurtulabilmek için diğer insanlarla bir araya gelerek teknolojiyi geliştirdiğini, ancak bu kez de onun tutsağı olup olmadığı sorusunun ortaya çıktığını söylemişti. Şüphesiz akıllı telefonlar hayatlarımızı kolaylaştırıyor. Fakat kendime ve etrafıma şöyle bir baktığımda, telefonları belirli amaçlara hizmet eden araçlar olarak görmekle, onlara bağımlı olmak arasındaki çizginin aşıldığını görebiliyorum. Siz de bir restorana gittiğinizde, şayet telefonunuzu elinizden bırakabilirseniz çevrenizdeki insanları gözlemleyin. Pek çoğunun, kafaları önlerine eğik, yüzleri telefondan yansıyan ışıkla aydınlanmış olarak oturduklarını ve yemek yeme eyleminden tamamen koptuklarını fark edeceksiniz.

Telefonlar, insanların düşünceleriyle baş başa kaldıkları zamanı bile ele geçirmişken onlara bu kadar bağlanmamızın psikolojik nedenlerini Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Adil Sarıbay şöyle açıklıyor: “İnsan beyni, fırsat bulursa belirli örüntüler içine girme eğilimi gösterir. Beynimiz, haz veren bir madde veya faaliyet keşfettiği zaman bunun daha fazlasını edinmek üzere hareketlerimizi yönetir.  Ayrıca, insan ırkı, diğer memeliler gibi görsel ve işitsel uyaranlara çok duyarlı. Cep telefonunun bağımlılık potansiyelinin bir kısmı, her yere götürebildiğimiz bir cihaz olarak bu tür uyaranları bol bol sağlamasıyla ilgili. Bu uyaranlardan (örneğin bir oyunda puan toplamak, Facebook’ta bir paylaşıma gelen “like”) hoşlanıyoruz; bunlar, beynimizin zevk merkezini uyarıyor. Beyin, ödül olarak yaşadığı her davranışı tekrarlama eğilimindedir. Bu da bağımlılığın kapısını açar.” Cep telefonlarımızın bizi bir gün içinde ne kadar çok “ödüllendirdiğini” bir düşünün. Instagram’a koyduğumuz fotoğraflardan tutun da attığımız twitlere ve Facebook’ta paylaştığımız durum bildirimlerine kadar her şeyin karşılığında bir kalp kazanabiliyoruz. Telefondan gelen her uyarı tonu, ekranda yanan her bildiri ışığı bize anlık doyum sağlıyor. Gerçek hayatta yoksunluğunu çektiğimiz onayları, cep telefonundan kopardığımızı sanıyoruz. Aslında iç dünyamızın çoraklığı yüzünden ona daha da sıkı sarılıyoruz.

Ne kadar bağımlıyız?
Geçtiğimiz yıl Britanya’da yapılan bir araştırma için 18-33 yaş arasındaki 23 katılımcıdan gün içindeki telefon kullanım oranlarını tahmin etmeleri istendi. Aynı zamanda, cep telefonlarına yüklenen bir uygulamayla bu oranlar ölçüldü. Katılımcılar günde ortalama 37 kere telefon kullandıklarını söylerken, gerçek rakam yaklaşık 85’ti. Telefon konuşmaları ve müzik dinlemenin de dahil olduğu kullanımla geçen süreyle ilgili tahminleri bir saat civarındaydı. Gerçekteyse 5 saat 5 dakika boyunca telefonla haşır neşirdiler. Bu sonuçlara bakarak, cep telefonu kullanımının neredeyse otomatikleştiğini iddia edebiliriz. Hepimiz farkında olmadan, zannettiğimizden çok daha kısa aralıklarla telefonlarımıza dokunuyoruz. Peki bunu neden yapıyoruz? Yalnızlıktan kurtulmak ve sanal aidiyetlere tutunmak için olabilir mi? Sarıbay, cep telefonunun yalnızlıktan kaçma aracı olarak görüldüğünü söylerken şunu atlayabileceğimiz konusunda uyarıyor: “Cep telefonu aslında çoğu zaman bizi yalnızlıktan değil, sosyal ilişki ve etkileşimlerin karmaşa ve belirsizliğinden kaçırıyor. Bu esnada bizi daha yüzeysel ilişkiler dünyasına hapsediyor.” Bu konuda kitapları olan Massachusetts Institute of Technology’de (MIT) görev yapan, sosyal psikolog Prof. Sherry Turkle’ı alıntılıyor: “Başka insanlarla aynı ortamdayken cep telefonu sayesinde psikolojik olarak o beraberlikten kopuyoruz. Ancak fiziksel mekanı paylaştığımız için sosyal bir etkileşim yaşadığımızı sanıyoruz. Halbuki teknoloji, ilişkilerimizi erozyona uğratmaya başladı: Birbirimize sorduğumuz sorular basitleşiyor ve kısalıyor, soruların cevaplarını dinleme sabrımız azalıyor, empati yeteneğimiz köreliyor... Yani bir açıdan yalnızlıktan kaçarken veya kaçtığımızı sanarken yalnızlaşıyoruz.” İşin aslı, yağmurdan kaçarken doluya tutuluyoruz. Yalnız kalıp, iç dünyamızın ve benliğimizin seslerine kulak vermek istemediğimiz için kendimizi dışsal uyaranlarla oyalıyoruz. Bunun sonucunda hem kendimize hem de çevremize yabancılaşıyoruz. Her an elimizin altında olan cep telefonu, çeşit çeşit “numaralarla” bu yabancılaşmanın biz farkına bile varmadan gerçekleşmesini sağlıyor.

Can sıkıntısının sonu
Diyelim ki bir arkadaşınızla buluşacaksınız. Buluşma mekânına biraz erken geldiniz. Ne yaparsınız? Boş boş oturup etrafı mı seyredersiniz? Yoksa e-postalarınızı kontrol eder, sonra Snapchat’e bir göz atar, Twitter’da birkaç twit okur ve boş vaktinizi “doldurmaya” mı çalışırsınız? Cevabınız buysa, siz de can sıkıntısının ne demek olduğunu aklından çıkaranlardan birisiniz. Artık canımızın sıkıldığı, düşüncelerimizin aylak aylak zihinlerimizde cirit attığı zamanların kontrolü cep telefonlarında. Yazar ve akademisyen Eva Hoffman, bir süre önce yayınlanan kitabı How to be Bored’da (Nasıl Sıkılmalı) sıkılmayı, kendi kendimize kalmayı ya da oturup boşluğa bakmayı unuttuğumuzu öne sürüyor. Hoffman’a göre, zaman zaman hiçbir şey yapmamak kendimizi tanıma açısından çok önemli. Tabii telefonlarımızın daimi bombardımanından vakit kalırsa. “Teknoloji pek çok yönden harika olsa da aslında problemi yoğunlaştırıyor. Ona büyük ölçüde bağımlıyız ve teknolojik cihazlarımızdan uzaklaşmak hepimiz için çok zor.”

Akıllı telefonlarımızı gömüp teknolojiden uzaklaşmamız gerekmiyor aslında. Telefon kullanırken daha bilinçli olmalı, kendimizle ve çevremizle geliştirdiğimiz ilişkide telefonun yerini yeniden gözden geçirmeliyiz belki de. Kendimizi tanımak için ne kadar çaba sarf edersek, çevremizle kurduğumuz ilişkiler de o kadar gerçek hale gelir. Gün içinde telefonları elimizden bırakıp düşünmeye az da olsa zaman ayıralım. Montaigne Denemeler’inde kendi içine çevrilebilen bir ruhumuz olduğunu yazmıştı. “Kendi kendine yoldaş olabilir; kendi kendiyle, çekiş dövüş, alışveriş edebilir. Yalnız kalınca sıkılır, ne yapacağımızı bilmez oluruz diye korkmamalıyız. Tibullus’un dediği gibi, ıssız yerlerde kendin için bir âlem ol.”

*Vogue Türkiye Eylül sayısında yayınlandı.