19/09/2018

Bırakalım kadınlar beyaz saçlarıyla taçlansın!


Kadın cinsi için kurtulmak mühim mesele. Yüzündeki kırışıktan, poposundaki selülitten, basenlerindeki yağlardan, saçındaki beyaz tellerden kurtulmak ister kadın. Kozmetik ve moda endüstrisinin dışarıdan cicili bicili görünen dayatmaları ve kitle medyasının toplumsal cinsiyet düzenine hizmet eden dili el birliğiyle bu isteklerin gerçekliğine inandırır bizi. Kadınları bedenlerine yabancılaştıran, ona kanlı canlı bir organizmadan ziyade bir makineymişçesine muamele etmelerine sebep olan da budur işte. Zaafları hem yaratan hem de bundan nemalanan sistem tıkır tıkır işler. 

Aynı sistem, yaşamın doğal seyrinin bir gereği olan yaşlanmayı, kadın söz konusu olduğunda tatsız bir gelişme olarak kodlar. Hele hele göz önünde ve ünlü bir kadın yaşlandığında neydi, ne oldu diye iç geçirilmesini bekler. 

Fransız Yeni Dalga Sineması’nın başarılı oyuncularından Anna Karina, geçtiğimiz hafta sona eren 71. Cannes Film Festivali’nde kırmızı halıda göründüğünde, Cumhuriyet’in Twitter hesabından ünlü ismin hayranlarını üzdüğünü söyleyen bir tweet atıldı. Hayranları neden üzülebilirdi? Benim ilk aklıma gelen, oyuncunun vefat etmesi. Oysa üzüntünün kaynağı, 77 yaşındaki bir kadının, 60’lı yıllardaki gibi gencecik görünmemesiydi! Muhtemelen gelen tepkiler üzerine tweet daha sonra silindi ve haber içeriği kaldırıldı. Cinsiyetçiliği ortadan kaldırmak, bir tweet silmek kadar kolay olsa keşke! 

Diyelim ki Karina’nın yerine yaşlı bir erkek oyuncu kırmızı halıya çıksaydı, yılların onun dış görünüşünde yol açtığı “tahribat” bu şekilde konu edilir miydi? Hiç sanmıyorum. Oysa bir kadını ideal güzellik standartlarına göre yargılamak neredeyse bir refleks. Aslında erkek egemen bir kültürde doğup büyüdüğümüz ve toplumsallaştığımız için bu refleks hepimizde mevcut. Bize düşen, ona karşı uyanık olmak, davranışlarımıza sinsice sokulan cinsiyetçi düşünceleri fark etmek ve sorgulamak. 

Kadının yaşlanmasına dair son sözüyse Ursula Le Guin’e veriyorum: 

“Bırakalım askerler kahramanlık madalyaları alsın. Kadınlar yaşlı ölsünler, beyaz saçlarıyla taçlansınlar, madalyaları insan kalpleri olsun.”

*27 Mayıs tarihli Cumhuriyet PA7AR'da yayınlandı.

Tarihin görünmez kadınları

Mileva Marić’in kim olduğunu biliyor musunuz? Bir ipucu veriyorum: Albert Einstein. Bu isim çağrışım yapmazsa şaşmayın. Nasılsa tarihimiz, erkeklerin başarıları, zaferleri ve icatlarıyla dopdolu! Kadınlar, tarihin öznesi olarak kabul edilmedikleri için hiç var olmamışlar gibi yapmak en kolayı. Hem Einstein dururken ilk karısı Mileva Marićkimin gözüne çarpar ki?

National Geographic’in Deha adlı belgesel serisinde Einstein’ın hayatını seyredene dek ben de Marić’in ismini hiç duymamıştım. Neredeyse her bölümü, böyle zehir gibi bir kadın nasıl olur da görmezden gelinir diye söylene söylene geçirdim. Marić, 1896’ta, Zürih’te fizik ve matematik eğitimine başladığında tanışır Einstein’la ve 1914’te kendisinden boşanana kadar onunla omuz omuza çalışır. Okudukları üniversitede, ilk kadın akademisyenin 1985 yılında göreve başladığı düşünülürse, ne denli erkek egemen bir ortamda, cinsiyet ayrımcılığına maruz kalarak eğitimini sürdürdüğü üç aşağı beş yukarı tahmin edilebilir. O dönemde bu bölümü bitiren ikinci kadın olması, onun az buz bir azme sahip olmadığının göstergesidir aslında. Gelgelelim Einstein, 1900’de ilk akademik makalesini Marić’le birlikte kaleme aldığı halde makalenin üzerine sadece kendi adını yazar. Çiftin ortaklaşa çalışmalarının, Einstein’ın kariyeri üzerindeki etkisini tam olarak bilebilmemiz mümkün değil ama ünlü bilim insanı, 27 Mart 1901 tarihli mektubunda Marić’e şöyle yazar: “Görelilik kuramı üzerine beraber emek verdiğimiz çalışmalarımız başarıyla nihayete erdiğinde öyle mutlu ve gururlu olacağım ki!” 


Marić gibi sayısız kadının tarihteki yokluğunu, tarihsel anlatılardaki hiyerarşiye borçluyuz. Bu hiyerarşiye göre kadının hikâyesinin pek öyle kıymet-i harbiyesi yokken; her şey erkeğin hikâyesinin etrafında döner. Tarih dediğimiz de buna göre yazılır. Stabilo’nun kayda değer olanın altını çiz adlı reklam kampanyası, tarihin dışladığı kadınlardan bazılarını fosforlu kalemlerle işaretleyerek görünür kılarken, hegemonik tarih anlatımının ne menem bir şey olduğunu anlamamızı sağlıyor. Bir fotoğrafta, nükleer füzyonu keşfeden Lise Meitner’le tanışıyoruz. Keşfi birlikte yaptığı erkek fizikçi Otto Hahn Nobel ödülünü kazanmış; ne hikmetse Meitner bu ödüle layık görülmemiş. Bir başka fotoğrafta, NASA’da, erkek güruhunun arasında zar zor seçilen Katherine Johnson’u görüyoruz. Kendisi, Ay’a yapılan ilk uzay yolculuğunda, uzay mekiği Apollo 11’in Dünya’ya sağ salim dönmesini sağlamak üzere hesaplamalar yapan matematikçi. Sahi, kadınların tarihini yazmak için ne kadar çok fosforlu kaleme ihtiyacımız olduğunun farkında mısınız? 

*22 Temmuz tarihli Cumhuriyet PA7AR'da yayınlandı.

Feminizmin etiket fiyatı


Feminizminizi nasıl “tüketmek” isterdiniz? Tişörtünüzün mü, yoksa bez çantanızın üzerindeki sloganla mı? Feminizm, ilk kez bundan dört yıl önce, Fransız modaevi Chanel’in kadın hakları eylemi şeklinde kurguladığı defilesiyle lüks modaya alet edildiğinde, piyasanın iştahının kabardığı anlaşılmıştı. Kısa sürede, moda devlerinden tutun da online alışveriş platformlarına kadar pek çok markanın söyleminde, feminizmle ilintili olarak kadınları güçlendirme iddiası göze çarpar oldu. İkinci el online alışveriş sitesi Modacruz, kadına güç katan moda sloganını benimsediğinde kendi kendime sormadan edememiştim: “Alışverişin tam olarak hangi safhasında güçlenmiş hissediliyor acaba?” 

Tüm bunlar olup biterken, Amerika’nın başkanlık koltuğuna kadın düşmanlığı tescillenmiş bir başkan oturunca, Trump’ı ve onun kadınların kazanılmış haklarına pervasızca saldırılarını protesto etmek üzere dünyanın dört bir yanında kitlesel kadın yürüyüşleri düzenlendi. Bunu, çok sayıda kadının, maruz kaldığı cinsel istismar ve tacizi #MeToo diyerek ifşa etmesi takip etti. Yani, etliye sütlüye karışmayan, kadının bireysel güçlenmesini yeterli bulan, ticarileşen feminizme karşı, güçlü ve kitlesel bir kadın hareketi dalgası yükseldi.

Küresel kapitalizm boş durur mu? Moda üzerinden feminizmi sömürmenin türlü türlü yollarını bulmaya devam etti. Sözgelimi, Fransız modaevi Dior, Hepimiz Feminist Olmalıyız yazılı tişörtlerine 710 dolar fiyat biçti. 1947’de, Christian Dior tarafından kurulan markanın başına iki yıl önce ilk kez bir kadın tasarımcının geçmesinin, üstüne üstlük bu tasarımcının feminizmi sahiplenmesinin tesadüf olduğunu düşünmek naiflik olur. Hatta Maria Grazia Chiuri’nin, ilk defile öncesinde tasarımlarından ziyade feministlerin kutsal kitaplarından sayılan Kurtlarla Koşan Kadınlar’dan bahsetmesinin de. Yakın zamanda, Paris’teki Dior mağazası, 1968 protestolarının sloganlarıyla beraber, kadın güçlenmesi gibi beylik feminist sözlerin yer aldığı posterlerle giydirildiğinde, sektörün saygın internet sitelerinden Business of Fashion, attığı tweet’te “Bu pazarlama hamlesi satışa dönecek mi?” diye soruyordu. Duydunuz sihirli kelimeyi: Satış. 

Tüm bu gelişmelere iyi tarafından bakacak olursak feminizmin sesinin daha çok çıktığına sevinebiliriz. En azından artık feminist kelimesine öcü muamelesi yapılmıyor. Fakat asıl mesele, politik ve kolektif bir hareket olan feminizmin, kurumsallaşmış cinsiyetçiliği ortadan kaldırmak, toplumsal cinsiyeti dayatan iktidar mekanizmalarını sorgulamak ve yıkmak için verdiği mücadele. Bu mücadelenin sonucunda ne mi olucak? Amerikalı aktivist akademisyen bell hooks’un dediği gibi, “Feminizm, kendini tümüyle gerçekleştirmiş kadın ve erkekler olarak özlediğimiz toplumu yaratabilmemizi mümkün kılacak; özgürlük ve adalet hayallerimizi gerçekleştirebileceğimiz bir toplumda hep beraber yaşayabilmemizi sağlayacak.” 

*12 Ağustos tarihli Cumhuriyet PA7AR'da yayınlandı.

Tüketimin gerçek bedeli


Çağımızın, insanı, doğayı ve emeği hiçe sayan tüketim modelinin adı kullan-at. Hız kesmeyen üretim ve tüketim döngüsünü sürdürmedeyse hızlı moda markalarının üstüne yok. Üç yıl önce yayınlanan The True Cost (Gerçek Bedel) belgeseli, tarladan tekstil fabrikasına kadar hızlı modanın tedarik zincirinin her aşamasını takip ederken, bu döngüyü gözler önüne seriyordu. 

Belgeselden aklımda en çok yer eden, 23 yaşındaki Bangladeşli tekstil işçisi bir kadının söyledikleriydi. “Geçtiğimiz yıl, tarihin en büyük tekstil fabrikası facialarından birinin gerçekleştiği Rana Plaza’da binden fazla insan öldü. Kimsenin, bizim kanımızla üretilen kıyafetleri giymesini istemiyorum” demişti. Küreselleşmeyle birlikte üretimin, üçüncü dünya ülkelerine taşınmasının bu ülkeleri kalkındıracağı savı nasıl da fos çıktı!

Moda devleri için kıyafet üretiminde başı çeken Bangladeş’te, tekstil işçilerinin yüzde 85’inden fazlasını, dünyada bu sektörün en az maaşlı emekçileri olan kadınlar oluşturuyor. Bu kadınlar, son derece kötü koşullarda, hiçbir hakları olmaksızın çalışıyorlar. Sendika kurmaya kalkıştığında işverenin şiddetine maruz kalanlar bile var. Malum, neoliberal düzenin işleyişini sürdürmek için her yol mübah!  


Hızlı üretim yapan büyük şirketler, işçilerin sendikal haklarını kullanmalarını engelleyerek, gözü kârdan başka bir şey görmeyen kapitalist sistemi doyuruyor. Dünyanın 93 ülkesinde 650 mağazası bulunan Flormar, bu şirketlerden. 

Kullan-at tüketimin kozmetik alanındaki temsilcilerinden olan marka, sendikalı oldukları gerekçesiyle çoğu kadın, 115 işçiyi kapının önüne koydu. Kadın işçiler, 15 Mayıs’tan bu yana fabrikanın önünde direnişte. Direnişteki arkadaşlarına alkış tutan veya selam veren işçilerin de işlerinden olması, sermayenin işçiyi hizaya sokmaya çalıştığını gösteriyor. 

Emek sömürüsüne maruz kaldıkları için sendikada örgütlenme haklarını kullanan kadınların direnişten vazgeçmeye niyeti yok. Hatta tüm kadınları, dayanışmaya ve Flormar ürünlerini protesto etmeye çağırıyorlar. 

Daha ucuza, daha çok üretmenin faturasının kimlere kesildiği ortada. Peki ya biz tüketirken bunu aklımıza getiriyor muyuz?

*10 Haziran 2018 tarihinde Cumhuriyet PA7AR'da yayınlandı.

Ve böyle buyurdu erktidar!

Kadınız ya, “Onu giyme, bunu giy. Öyle gülme, böyle gül. O yana bakma, önüne bak” sözleri hep bir yerlerden çalınır kulağımıza. Aile, mahalle, toplum ve devlet birer kontrol ve ahkâm kesme mekanizması olarak durmadan kendilik sınırlarımızı ihlâl eder. Kimisini sindirir duydukları, kimisini de başkaldırıya iter. Ancak ne olursa olsun tahakküm, Demokles’in kılıcı gibi tepemizde sallanır durur. Hele hele, çoğulculuğu ortadan kaldıran otoriter veya totaliter rejimler altında yaşanıyorsa, kadına yönelik baskının dozu daha da artar. 

Teokrasiyle yönetilen İran’da, herkesin, ama bilhassa kadınların yaşamı yasaklarla kısıtlanıyor. Neden özellikle kadınlar? Kanunu koyan, dini çıkarları doğrultusunda eğip bükerek kanunlara yediren, devleti yöneten, her konuda söz sahibi olan eril iktidar da ondan. Geçtiğimiz günlerde, 18 yaşındaki İranlı genç kadın Maedeh Hojabri, başörtüsü olmaksızın dans ederken çektiği videolarını Instagram’da paylaştığı için tutuklandı. Çünkü İran yasalarına göre kadınlar başlarını örtmek zorundalar; erkeklerin bulunduğu bir ortamda ve kamusal alanda dans etmeleri ve şarkı söylemeleri de kanunlara aykırı. 

Salıverildikten sonra İran’ın TRT’sine yüzü buzlanmış bir şekilde çıkan Hojabri, gözyaşları içinde yaptığının ahlâka aykırı olduğunu itiraf etti. İranlı aktivistler ise, bunun hükümetin sıklıkla başvurduğu bir taktik olduğunu ve kadının zorla itirafa mecbur bırakıldığını savundu. Zaten yayının bir korku filmini çağrıştıran atmosferinin, toplumda dans etmeye yeltenen kadınların gözünü korkutmayı amaçladığı çok açıktı.

Sizce bu kadınları durduruyor mu? Hayır tabii ki. Dünyanın her yerinde, kadınların erkek egemenliğine karşı direniş ve mücadelesinin o kadar köklü bir geçmişi var ki (tarihin başlangıcından beri!), bu mücadeleci ruh, betonu delen bitkiler gibi, en sert koşullarda bile ortaya çıkıveriyor. Nitekim, İranlı kadınlar, tutuklamayı protesto etmek ve Hojabri’yle dayanışma göstermek için danslı videolarını, dans etmek suç değildir ve özgürlük için dans et etiketleriyle sosyal medya hesaplarından paylaşıyorlar. Üstelik, Facebook, Twitter, Youtube ve Telegram’a erişim devlet eliyle yasaklandığı halde, tutuklanmayı göze alarak yapıyorlar bunu. 

Dans eden ve başkaldıran kadınlardan söz edip de feminist ve anarşist yazar Emma Goldman’a değinmeden olmaz. “Dans edemediğim devrim benim devrimim değildir” sözü kendisine mal edilmiş olan Goldman, slogana dönüşmüş bu sözden ötesini Hayatımı Yaşarken adlı otobiyografik kitabında anlatır. Bir gün şen şakrak dans ederken, bir erkek tarafından kenara çekilir ve bunun anarşist harekette ağırlığı olan biri için uygun bir davranış olmadığı konusunda uyarılır Goldman. “Havailiğim davaya zarar verebilirmiş.” Öfkeden deliye döner, karşısındaki adama işine bakmasını söyler. Çünkü davanın temcit pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp önüne sürülmesinden bıkmıştır. İstediği özgürlüktür, kendisini dilediği gibi ifade edebilmektir. Onun anarşizmden anladığı da budur zaten.  

Ne garip değil mi? 1934’ün Amerika’sında anarşistleri tedirgin eden dans, 2018’in İran’ında İslamcıları korkutuyor. Eril iktidar, maskesini değiştire değiştire bize ne yapacağımızı dikte etmekten hiç vazgeçmiyor da kulak asan kim? 

*15 Temmuz 2018 tarihinde Cumhuriyet PA7AR'da yayınlandı.

Pembe mahrem AVM


Muhafazakâr moda, son birkaç yıldır global moda endüstrisinin ilgisini çeker hale geldi. İtalyan modaevi Dolce & Gabbana’nın ilk kez 2016’da başörtüsü ve ferace koleksiyonu hazırlamasıyla başlayan furya, irili ufaklı pek çok markanın muhafazakâr modanın başına üşüşmesiyle hızına hız katıyor. Lüks markalar, defilelerinde başörtülü modellere yer vererek yeni müşterilerini markalarının kapısından içeri davet ediyorlar. Vaat büyük: “Kadınlar buyurun, burada hepiniz için bir şey var!” İşin aslıysa, modanın kendine yeni bir “ekmek kapısı” bulması. Rakamlar da bunu doğruluyor zaten. Dünyadaki Müslüman nüfus, 2016’da kıyafete 254 milyar dolar harcamış. 2022’de bu rakamın 373 milyar doları bulacağı tahmin ediliyor. 

Küresel düzlemdeki bu gelişmeler, Türkiye’de de karşılık buluyor elbette. Bu hafta sonu Zeytinburnu’nda açılan, dünyanın ilk kadın ve muhafazakâr alışveriş merkezi olma iddiasını taşıyan Zeruj Port AVM, modanın fırsatçılığıyla, dinbazların cinsiyetçiliğini aynı çatı altında buluşturuyor. İçinde ezan okunan bu AVM’de sadece kadın ve çocuk ürünleri satılırken, buranın kadınlara özel olduğu vurgulanıyor. 

Zeruj Port’un sahibi, muhafazakâr alışveriş festivalleriyle tanınan Instagram fenomeni Zehra Özkaymaz (nam-ı diğer Zeruj), amacının kadınla erkeği ayrıştırmak değil, kadını yüceltirken erkeklerin de işini kolaylaştırmak olduğunu ifade etmiş. Sınırları belirlenmiş “pembe” bir kamusal alan, olsa olsa toplumsal cinsiyetin dayandığı iktidar rejimini sağlamlaştırır ve böylece de ataerkinin ekmeğine yağ sürer. Özkaymaz haklı yani, bu durumda erkeğin işi kolaylaşır. 

Tüketim adı altında insanları birleştireceklerini söylerken tüketimi, iletişimin maskesi olarak nitelendirmesiyle de niyetini apaçık ortaya koyuyor. Maskenin altından neler neler sırıtmıyor ki? Dini sermayeye dönüştürmek, kadının tek vasfının tüketim olduğu varsayımıyla kadını kimliksizleştirmek, cinsiyetçiliği derinleştirmek...

Pembe AVM, iktidarın, kadını aileye eşitleyen tutumunun da yanında. Kadınların buraya eşleriyle birlikte girebilecekleri ifade edilirken, AVM kapısında evlilik cüzdanı kontrolü yapılıp yapılmayacağı tam bir muamma. Henüz çok taze bir girişim olduğu için bazı belirsizlikler var tabi. Özkaymaz da bunların farkında olacak ki, önce dünyanın tek kadın AVM’si olarak duyurduğu Zeruj Port’u, son Instagram paylaşımında bir kadın başarı hikâyesi olarak paketledi ve sundu. Uzun mesajının sonuna kondurduğu #tekmillet etiketi ve Türk bayrağı emojisi, her hanedeki kadını milli duygularla alışverişe koşturacak kadar ciddi bir etkiye sahipti!

*13 Mayıs 2018 tarihinde Cumhuriyet PA7AR'da yayınlandı.

Sıfır empati


Toplumların, otoriter, popülist, dediğim dedik ve baskıcı siyasi figürlerin politikalarıyla ortadan ikiye yarıldığı zamanlardayız. Ak mısın, kara mı? Safını belli et, sakın ha gri alanlarda gezinme! Kimliklerin bu ikilik üzerinden kurulması, siyasi figüre körü körüne bağlanma oranında insana, insanlığını unutturma gücüne sahip. Asgari müşterekte buluşmak ne mümkün? Yaşanan daha çok, lider fanatizminin yemlediği bir körleşme oluyor. 

Liderlerin besin kaynaklarından biriyse farazi düşmanlar. ABD Başkanı Donald Trump, halkını bu düşmanlara karşı “diri tutmayı” iyi biliyor. Meksika sınırından yasa dışı olarak Amerika’ya giriş yapmaya çalışan göçmenlere karşı başlattığı “sıfır tolerans” politikasıyla, düşman yaftasını onların üzerine yapıştırıveriyor. Göç politikalarını savunurken her zamanki şovenist üslubuyla, bunun yüzde 1000 arkasında olduğunu söylüyor. Çünkü göçmenler “ülkeyi istila ediyorlar.” 

Son altı haftada yakalanan iki binin üzerinde göçmen, yargılanmaları esnasında çocuklarının Teksas’ta bir kampa yerleştirilmesiyle daha da acımasız bir uygulamaya tabi tutuldu. Kamptaki çocukların tel örgülerle ayrılmış kafeslerde tutulduğu fotoğraflar ve ağlama seslerinin duyulduğu video kayıtlarıyla, olayın vahameti ortaya çıktı. 

Tüm dünya ayağa kalkmışken, Melania Trump, sözde bir iyi niyet elçisi olarak kamplardan birini ziyaret etti. Sözde dememin sebebi, bu ziyareti yaparken üzerine giymeyi tercih ettiği haki rengi parkanın arkasında yazan, “Cidden umurumda değil, ya senin?” sloganı. Bu, geçtiğimiz yıl Harvey Kasırgası’nın kurbanlarını görmeye giderken yüksek topuklu stilettolar giyen First Lady’nin, kayıtsızlık bayrağını kimselere kaptırmayacağının göstergesi oldu aslında. 

Beyaz Saray sözcüsü, parkanın üzerindeki yazının mesaj verme maksadı taşımadığını öne sürerken, Başkan Trump Twitter’dan laf yetiştirmekte gecikmedi. “Melania, sahte haber medyasına gönderme yapıyor.” 

Psikanalist Arno Gruen, Empatinin Yitimi’nde insanı insan yapan temelin empati olduğunu ifade eder ve şöyle der: “Acının inkârı, sevgisizliği sevgi olarak gösteren bir dünyanın terörü altında her birimizin yaşam öyküsünde kendiliğin tam olarak gelişimini engeller. Böylesi koşullar altında oluşan bir kimlik, sadece kendisini şekillendirmiş olan korkuyu yansıtabilir ve bu durumda hayat dolu ve özgün olması mümkün değildir. Böylesine kısıtlanmış koşullar altında, insan oluşun pek çok olası tezahürü körelir. Auschwitz, bu koşullarda nelerin oluşabileceğine dair bir uyarıdır; eğer insan acı ve merhamet hissetme yetisini yitirmişse geriye insanlığından ne kaldığı sorusuyla karşı karşıya getirir bizi.”

Melania Trump’ın parkasına bu sözlerin ışığında baktığınızda ne görüyorsunuz?

*1 Temmuz 2018 tarihinde Cumhuriyet PA7AR'da yayınlandı.

Objektifin ardına gizlenen kadın


Tarihsel anlatıların merkezinde daima erkek vardır. Hal böyle olunca başarılar, ilkler, zaferler hep erkeğe mal edilir. Kadının payına düşense görülmemek, ola ki görülürse de görmezden gelinmektir. Mesela, 1936’dan itibaren 50 yıl boyunca Beyoğlu’ndaki fotoğraf stüdyosunda sayısız insanı fotoğraflayan ve bununla ülkenin sosyokültürel dönüşümlerini belgelemiş olan bir kadının adı sanı pek bilinmez. Bu stüdyo fotoğrafçısının iki dezavantajı vardır üstelik; kadın ve Ermeni olmak. Hem kadını hem de azınlığı yok sayma kasları fazlasıyla gelişmiş bir toplum olduğumuz için Maryam Şahinyan’ı pek azımız tanırız. Oysa onun çektiği fotoğraflar, İstanbul’da nice ailenin albümüne girmiş olmalı. Foto Galatasaray’da, objektifinin karşısına geçip poz verenler arasında kimler yoktur ki? İki dirhem bir çekirdek kadınlar, tiyatro grupları, müzisyenler, rahibeler, vaftizlik ve sünnetlik çocuklar, subaylar, transeksüeller, gay çiftler... Fotoğraflar arasında gezinirken, bir bakmışsınız Beyoğlu’na şapkasız çıkılmayan zamanlardasınız ya da köyden kente göç dalgasının tam ortasında. İstanbul’un değişen zamanlarının, değişen yüzlerinin tanığıdır her kare. 

Maryam Şahinyan’ın zengin arşivi, 1994’te, yok olmak üzereyken Aras Yayıncılık’ın kurucusu Yetvart Tomasyan tarafından kurtarıldıktan sonra tıpkı Şahinyan gibi kendi halinde kaldı. Yaklaşık 20 yıl, el sürülmeden bir depoda bekledi. Arşivin kaderini değiştiren, sanatçı Tayfun Serttaş oldu. 1139 kutu dolusu negatif filmi elden geçiren, temizleyen ve dijitalleştiren Serttaş, Şahinyan’ın fotoğraflarını ilk kez 2011’de SALT’ta sergiledi. Şimdi, 26 Mayıs’a kadar sürecek çok daha kapsamlı bir sergiyle Pilevneli Gallery’de Şahinyan’ın dünyasını anlatıyor. 

Onca insanı fotoğraflayan Şahinyan’ın topu topu dört adet vesikalık fotoğrafı, bir de aile fotoğrafı bulunuyor. Kameranın önünde olmayı hiç sevmemiş belli ki. Müşterileriyle ilişkilerinde mesafeli, içe dönük bir kadındır Şahinyan. Stüdyoya gelenlere soru sormaz, kendisine soru sorulmasından da hoşlanmaz. Kapalı bir kutudur adeta. Yetvart Tomasyan, iki yıl önce bir söyleşide, sadece birkaç kez gördüğü Şahinyan’dan bahsederken, Ermenilerin hiçbir zaman kendilerini birinci dereceden vatandaş, yurttaş olarak göremediklerini, bu yüzden Ermeni zanaatkarlar ve ustaların müşterilerine karşı hep iyilik meleği rolünü oynadıklarını anlatır. Nesilden nesle aktarılan bir korkunun varlığını açık eder ve “Maryam, müşteriyle katiyen tartışmıyor. Çektiği fotoğraf beğenilmezse bir kez daha çekiyor. Olmazsa parayı iade ediyor. Ben de bugün hâlâkimseyle tartışmak istemiyorum” der. Maryam Şahinyan’ın bir kadın ve bir Ermeni olarak kendini en güvende hissettiği yer objektifin arkasıydı belki de.

*22 Nisan 2018 tarihinde Cumhuriyet PA7AR'da yayınlandı.

Frida Kahlo’nun kaş kalemi


Popüler kültür sağ olsun, Frida Kahlo sulandırıla sulandırıla, kocaman çiçeklerden taçlar, dallı güllü kıyafetler ve burun hizasında birleşen kaşlardan ibaret bir kadın imgesine indirgendi. Her şeyin göründüğü ölçüde var olduğuna inanılan bir çağda yaşadığımız için alabildiğine özgün olan Kahlo’nun bile neredeyse basmakalıp, karton bir figür haline dönüştürülüşüne de tanık oluyoruz işte. Hal böyleyken, 16 Haziran itibariyle sanatçının başta kıyafetleri ve takıları olmak üzere 200’den fazla kişisel eşyasının Londra’daki Victoria & Albert Müzesi’nde sergilenecek olması, özellikle moda dünyasında büyük bir coşkuyla karşılandı. Öyle ki, Kahlo’nun sergide yer alacak olan Revlon marka kaş kaleminin bugünkü muadilleri internet sitelerinde tanıtılmaya başlandı bile. Mattel firması, Kadınlar Günü’ne özel ürettiği ilham veren kadınlar serisinde, fırsattan istifade ederek Kahlo Barbie’yi piyasaya sürdü. Mevzu popüler kültüre mal olmuş bir isimse, onu didik didik edip her şeyini pazarlanabilir ve satılabilir bir metaya çevirmek konusunda kapitalizmin üstüne yok elbette.

Kahlo’nun kişisel eşyaları, Londra’daki sergiyle ilk kez Meksika sınırlarının dışına taşınıyor. Aslında bunların gün yüzüne çıkmaları pek eskiye dayanmıyor. Sanatçının 1954’teki ölümünün ardından, kocası Diego Rivera’nın isteği üzerine yaşadıkları evin banyosunda 50 yıl boyunca kilitli tutulan eşyalar, 2004’te ortaya çıkarıldı. Kahlo’nun bir tüketim malzemesine dönüştürülmesinin ivmelenmesi de 2000’li yıllara dair bir fenomen. 

Sergi sayesinde kitleler, Frida Kahlo imgesinden bir ısırık daha koparma fırsatını yakalayacaklar. Biletlerin ön satışının Kadınlar Günü’ne denk getirilmesi, Kahlo’nun piyasa feminizminin rüzgarıyla bu kez de feminist bir ikon olarak pazarlanacağının sinyalini çaktı. Neden feminist kabul edildiğininse pek üzerinde durulmuyor. Giyim tarzını Meksika’nın anaerkil Oaxaca topluluğundaki kadınların yerel kostümlerinden yola çıkarak yaratması, şalını omzuna atış şeklini yurdunun devrimci kadınlarından ödünç alması, cinsiyet rollerini eğip bükmeyi sevdiğinden gençliğinde erkek kıyafetleri giymesi, göze batan bıyıkları ve birleşik kaşlarını hep muhafaza etmesi... İşte bunların hepsi erkek egemenliğine karşı bir direnişti. 

Popüler kültür Frida Kahlo imgesini tekrar tekrar üretedursun, bence biz en iyisi otuzlu yıllarda Amerika’ya giden sanatçının, tarzını kopyalayanları bir arkadaşına anlatışına bakalım: “Bazı kadınlar beni taklit ederek Meksikalı gibi giyiniyorlar. Zavallıcıklar turpa benziyorlar. Doğrusunu istersen tam anlamıyla berbat görünüyorlar. Bu benim iyi göründüğüm anlamına gelmiyor ama en azından ben idare ediyorum.” 

*6 Mayıs 2018 tarihinde Cumhuriyet PA7AR'da yayınlandı.

02/05/2018

Hayata nasıl tutunmalı?

Çevrenize bir göz atarsanız, insanların 2018’e karşı pek umut beslemediklerini göreceksiniz. Kim bilir belki siz de o umutsuzlardan birisiniz? Karamsarlığa gömülmüş bir vaziyette, dünyanın gidişatının iyi olmadığını düşünerek beklentileri neredeyse sıfırlayanlar çoğunluktayken, bu karamsarlık sarmalından çıkmanın sadece ve sadece sizin elinizde olduğunu söylesek bize inanır mısınız?


Dünyanın sosyal, ekonomik ve politik havasını koklayarak geleceğin trendlerini öngörme konusunda en yetkin isimlerden Li Edelkoort’la kısa süre önce yapılan bir söyleşide kendisine şu soru yöneltiliyor: “Gelecekten umutlu musunuz?” Bunu yanıtlayabilmenin zor olduğunu söylüyor ünlü trend avcısı. “Birbirleriyle çatışan zihniyetler o kadar çok ki” derken, durumun ciddiyetini göstermek istercesine yumruklarını sıkarak birbirine vuruyor ve bunun neredeyse kimin kimi yeneceğini tahmin etmeye çalışmak gibi bir şey olduğunu söylüyor. Konuşmasını, “Eninde sonunda, genç kuşağın hümanizmi seçeceğini düşünüyorum” sözleriyle sonlandırması yüreklere su serpse de Edelkoort’un sözünü ettiği zihniyetler çatışması için global bir tehdit demek abartılı olmaz. Bunun yanında, otoriter rejimlerin güçlenmesi, kadınların kazanılmış haklarına dair gerilemeler, küresel ısınma ve doğanın tahrip edilmesi gibi pek çok etmen tehdit hissini pekiştiriyor. Hem dünyada hem de Türkiye’deki dinamiklerin ani değişkenliği pek çoğumuzu diken üstünde tutarken, geleceğe ilişkin umutların kırılmasıyla karşı karşıya kalıyoruz. Klinik psikolog Hilal Bebek, insanların artık daha karamsar olmalarının nedenini şöyle açıklıyor: “Bulunduğumuz yere ait ve güvende hissetmek en temel ihtiyaçlarımızdan. Son yıllardaysa yerel ve küresel gidişatla birlikte, beklenmedik ve bizleri terörize eden olaylar güvenlik algımızı zedeliyor. Bizim başımıza gelmese bile olayları izlemek ve şahit olmak yetiyor. Bu durumda, hayatın öngörülebilirliği azalıyor; hayal kurmak daha fazla risk içeriyor. Oysa hayatın anlamlı olabilmesi için insanın hayale, arzuya ve tutkuyla bir şeylere bağlanmaya ihtiyacı var. Fakat güvenlik ihtiyacı söz konusu olunca, kendini gerçekleştirme ve yaşamda anlam bulma ihtiyaçlarımızdan feragat etmeye başlıyoruz.” 

Dış dünyaya karşı iç dünya
Dış dünyadaki can sıkıcı gelişmelere karşın hayatı anlamlı kılmak bizim elimizde aslında. Yaşamda neyi iyi yapıyorsanız ve size ne iyi geliyorsa ona dört elle sarılarak işe başlayabilirsiniz. Bunun için zaman zaman kendinizi her şeyden soyutlayabilirsiniz bile. Bu soyutlama sırasında ruhunuzu doyurabildiğinizde, dış dünyaya bakış açınızın da değiştiğini göreceksiniz. Şayet dış dünyanın, iç dünyanızı ele geçirmesine izin verirseniz sıkışmışlık hissinizin yoğunlaştığını sezeceksiniz. Sözgelimi ben, gün içinde haberleri sık sık Twitter’dan takip ettiğim zaman karamsarlığa kapıldığımı ve bu sayısız habere maruz kalmanın da bir nevi uyuşturucu etkisi yarattığını fark ettiğimden beri olan biteni gazete okuyarak öğrenmeye özen gösteriyorum. Bu yaşadığım sayesinde, hem sinsice içime yerleşen duyarsızlaşmayla yüzleşmiş oldum hem de yaşamımda beni tanımlayan şeylere daha sıkı tutunmaya karar verdim. İki dünya savaşına şahit olmuş büyük yazar Stefan Zweig, kitle çılgınlığının egemenliğindeki zamanlarda insanın kendine sadık kalabilmesinin ne büyük bir yüreklilik, dürüstlük ve kararlılık gerektirdiğini söylememiş miydi?


Hilal Bebek, umutsuzluğun insanı ketleyen ve gelişimi durduran bir duygu olduğunu dile getiriyor. Sorunu ve çözümü dışarıda aramanın, umutsuzluğumuzun sorumluluğunu biraz da dışarı atmak anlamına geldiğini anlatırken, uzun yıllar Nazi toplama kamplarında kalan ve bu insanlık dışı kamplardan sağ kurtulan psikiyatrist Viktor E. Frankl’ı örnekliyor. Frankl, İnsanın Anlam Arayışı kitabında, zorluk ve acımasızlıkla dolu koşullar altında deneyimlediklerinin kendisini varoluşsal olarak nasıl dönüştürdüğünü anlatır. İnsanın onurunun ve değerlerinin çiğnendiği, özgürlüğünün elinden alındığı, ölümle burun buruna yaşanan bir ortamda bunu nasıl başarmıştır? Nasıl umutsuzluğa düşmeden hayata tutunmuştur? Kendi kendine kalarak kurduğu ve koruduğu iç dünyasının zenginliği sayesinde. Bu öyle bir dünyadır ki, acıdan gözleri yaşarırken bile, kendini toplama kampı psikolojisi konusunda ders verirken hayal edebilme gücü verir ona. Toplama kampında fiziksel ve zihinsel yaşamın olabildiğince ilkelliğe zorlanmasına rağmen, tinsel (manevi) yaşamın derinleşmesi olasılığından söz ederken, dondurucu soğukta, gardiyanların dipçik darbeleriyle yapılan bir yürüyüşte, o esnada hayatta olup olmadığını bile bilmediği karısıyla ilgili düşlere ve düşüncelere dalışını ayrıntılı bir biçimde tasvir eder. “İnsanın içsel gücü, onu dışsal kaderinin üstüne çıkarabilir” ifadesinin ardındaki gerçek de budur. Yani, şartlar ne olur olsun, kendimize, değerlerimize ve ruhumuzun sesine sadık kalarak hayatı yaşamaya değer kılabiliriz. 

İnsanın, yaşamının sorumluluğunu alarak onu anlamlandırması kendisine bağlı. Dış dünyanın gürültüsü arttığında sığınabileceğimiz bir iç dünya inşa etmek işte bu yüzden önemli. Sanatçı Taner Ceylan, iç huzurunu yakalamadan dıştaki olumsuzluklarla baş edemeyeceğini söylüyor. Kendine vakit ayırarak, kendini dinleyerek ve hissederek içsel gücünü koruyan Ceylan, “Her zaman elimizden gelen işi, eylemi gerçekleştirmenin hayrını gördük” diyor ve ekliyor “Bu dünya neler gördü? Üstelik ne olursa olsun 2017’nin, yeni başlangıçları hazırlayan bir dönüşüme giriş yaptığımız yıl olduğunu düşünüyorum. 2018’in de yeniliklere izin verirsek iyi bir yıl olacağına inanıyorum.” Müzisyen Jehan Barbur, ülke ve dünya meselelerine duyarlı bir sanatçı olarak, yaşananların kendisini hayattan ve benliğinden kopardığını, umutsuzluğa ittiğini gizlemiyor. Ama mutsuzluğa teslim olmak yerine, bu haliyle hayatı kucaklamaya ve gücü yettiğince etrafına fayda sağlamaya çalıştığından bahsediyor. Yaratmaya ve üretmeye devam etmesini de yaşam hakkını savunma güdüsüne, kendini ifade etme ve anlatma ihtiyacına bağlıyor. “Olanlara katlanmamı sağlayabilecek daha iyi bir yol bilmiyorum.” Her iki sanatçının söyledikleri, Hilal Bebek’in konu hakkındaki görüşlerini doğrular nitelikte. Tüm konjonktüre rağmen hepimizin merak, keşif ve tutkuya ihtiyacı olduğunu söyleyen Bebek, tutkuyla kendi değerlerine bağlı kalmayı sürdüren insanın daha dirençli olduğunu savunuyor. “Üretmeye devam etmek, merak edecek ve öğrenecek şeyler bulmak, hayalini kuracağımız anlamlar yaratmak, psikolojik bağışıklığımızı acılara karşı yükseltiyor. Bizi mutlu edecek şey, ulaştığımızda bitmeyecek anlamlar yaratmak. Mutluluğu, değerlerimiz üzerinden tanımlamalıyız. Üretmek, yardım etmek, öğrenmek... Değerleriniz her neyse. Bunlara sarılmak ve mutluluğu bunlar üzerinden yeniden anlamlandırmak gerek.” Görünen o ki, hayata tutunabilmenin somut bir reçetesi yok. Hepimiz, yaşamlarımızın sorumluluğunu sırtlanıp, kendimizle başbaşa kalarak ve çabalayarak, kendimize has değerlerimizi ve kavramlarımızı bularak reçetelerimizi oluşturabiliriz.

*Vogue Türkiye Mart sayısında yayınlandı.

29/03/2018

Moda terapi koltuğunda

Giydiklerimizin ruhsal yapımızla ne tür bir ilişkisi olduğunu düşündünüz mü hiç? Seda Yılmaz, Londra’daki Freud Müzesi’nde düzenlenen Psikanaliz ve Moda başlıklı konferansın konuşmacılardan, moda tarihçisi Valerie Steele ile modanın psikolojik boyutu üzerine söyleşti.


Giysilerle kurduğumuz ilişkinin görünen kısmında dış görünüş ve stil, görünmeyen kısmındaysa iç dünya ve bilinçaltı var. Pek farkına varmasak da davranışlarımızı asıl yönlendiren ikincisi. Yani, biz bilinç düzeyinde giysilere ne kadar düşkün olduğumuzu anlatıp dururken, buzdağının görünen kısmı hakkında konuşmuş oluyoruz. Görünmeyen kısımdaysa çocukluğumuzdan getirdiğimiz hikâyeler, annemizle özdeşleşme veya özdeşleşememe üzerine kurduğumuz ilişkinin izleri, korkular, kaygılar, arzular ve tutkular gibi nice kavram bulunuyor. Aslında bizi biz yapan bunlar olmasına rağmen, bilinç düzeyinin tanıdıklığını, bilinçaltının bilinmezliğine tercih ediyoruz. Çünkü muğlaklık bizi korkutuyor. Kendimden örnek verecek olursam, yüzeyde yıllar yılı moda ve giysilere duyduğum ilgi varken, derinlerde bu ilginin kadınlık algımın yoksunluğunun etrafında köklenmiş olduğunu psikoterapi aracılığıyla anlamam epey zaman aldı. Şimdi, modanın Freud’u diye anılan ve moda hakkında yirminin üzerinde kitap kaleme almış olan Valerie Steele’le birlikte modayı, terapi koltuğuna alıyoruz.

Çok sayıda insan modayı küçümsediği ve ondan nefret ettiği için modanın kendisini cezbettiğini söyleyen Steele, 1979’da Yale’de Modern Avrupa Kültürü ve Entelektüel Tarih üzerine doktora yapmaya başladığında, bu alana yönelmek gibi bir niyeti yoktu. Okulun ilk döneminde girdiği bir derste, modayı kültürün bir parçası olarak algılamasıyla birlikte kendi tabiriyle aydınlanma yaşadı ve moda tarihine odaklanmaya karar verdi. Modanın özellikle kimlik, cinsellik ve cinsiyetle ilintili olması ilgisini çekti. Steele, tez yazarken Freud okumaya başladı ve bu sayede modanın sosyolojik olduğu kadar psikolojik bir temele de dayandığını keşfetti. Viktoryen dönem modasının erotik yönlerini ele aldığı tezinde, bedene, bedenin teşhirine ve iç çamaşırına karşı tutumları incelerken referans kaynakları arasında Freud’un yapıtları vardı. Psikanalizin kurucusunu moda bağlamında şöyle değerlendiriyor Steele: “Freud, moda şöyle dursun, giysilerden bile pek bahsetmemişti. Sadece zaman zaman bazı çalışmalarında giysilerin bahsi geçer. Mesela, Düşlerin Yorumu’nda ayakkabı, düğme ve şapka gibi farklı nesnelerin cinsel sembolizmlerini anlatmıştı. Kürkün vajina kıllarını, kravatın penisi, yüzüğün vajinayı, sivri burunlu ayakkabıların fallusu simgeleyebileceğini söylemişti. Fetişizm üzerine yazdığı makalelerde, kıyafetlerin fetiş haline gelebileceğine dikkati çekmişti. Ona göre fetişist, iğdiş edilme korkusu duyan kimseydi.”


Giydiklerimizin anlamı
Steele, uzun yıllar korse ve topuklu ayakkabı üzerine çalıştı ve bunların fetişize edilmelerini inceledi. Korse giyen kadınların, baskıcı modanın kurbanı olduğu görüşünün karşısında durdu. “Korsenin kadınları güçlü kıldığına mı inanıyorsunuz?” diye sorduğumda, “Bence ne güçlü, ne de güçsüz kıldı,” diyerek söze başlıyor: “Moda, sadece nesnelerle, yani giysilerle alakalı değil; daha çok bu nesnelerin bizim için ne ifade ettiğiyle ilgili. Nesneler hakkında hikâyeler anlatan ve onlara anlamlar yükleyen bizleriz. Korsenin, erkek egemen toplumda kadını bastırmak ve güçsüzleştirmek için kullanıldığı fikrinin basite indirgenmiş olduğunu düşünüyorum. Kadınların 400 yılı aşkın bir süre korse giymelerinin pek çok sebebi vardı. Korsenin, onlara genç ve feminen bir görüntü kazandırması, saygınlık ve sosyal statü göstergesi olması bunlardan bazıları. Korse giymeyi yekpare ve değişmeyen bir tecrübe olarak görmektense, farklı dönemlerde farklı anlamlar taşıyan bir tecrübe olarak görmek daha doğru. Hem ben kadınların korse giymeyi bıraktıklarına da düşünmüyorum. Diyet, egzersiz ve estetik operasyonla korseyi içselleştirdiler.” Bir başka deyişle, kadınlar, bedenlerini disipline etmek için korsenin yerine farklı araçlar kullanmaya başladılar. Belki de asıl sorulması gereken soru şu: Kadın bedenleri, neden içinde bulundukları dönemin ideallerine göre şekillendirilmek mecburiyetinde bırakılıyor?

Çağımızın en önemli düşünürlerinden John Berger, Görme Biçimleri’nde, kadının hiç durmadan kendisini seyretmek zorunda olduğunu ve hemen hemen her zaman kendi imgesiyle dolaştığını söylemişti. “Bir odada yürürken ya da babasının ölüsünün başucunda ağlarken bile ister istemez kendisini yürürken ya da ağlarken görür. Çocukluğunun ilk yıllarından başlayarak hep kendi kendisini gözlemlemesi, bunun gerekli olduğu öğretilmiştir ona. (...) Erkekler davrandıkları gibi, kadınlarsa göründükleri gibidirler. Erkekler kadınları seyrederler. Kadınlarsa seyredilişlerini seyrederler. Bu durum, yalnız erkeklerle kadınlar arasındaki ilişkileri değil, kadınların kendileriyle ilişkilerini de belirler. Kadının içindeki gözlemci erkek, gözlenense kadındır. Böylece kadın kendisini bir nesneye -özellikle görsel bir nesneye- seyirlik bir şeye dönüştürmüş olur.” Görsel bir nesneye dönüşen kadın için dış görünümün önem kazanması kaçınılmaz olur; içsel varlıksa unutulmaya yüz tutar. Nasıl ki nesneler ruhtan yoksunsa, kadın da nesneye dönüşerek aynı yoksunluğa mı mahkum olur? Steele’nin bu konuya yaklaşımı, psikanalizdeki bakış kavramına dayanıyor. “Güç dağılımındaki dengesizlikten ötürü kadınlar, erkek bakışının nesnesi haline gelmeye her zaman daha yatkın oldular. Aynı şekilde, diğer kadınların bakışı da onlara yönelmiş durumda ve aslında bu, en az erkek bakışı kadar denetleyici ve tahakküm edici. Bugüne kadar hep erkeğin bakışı vurgulandı çünkü kadının kendini nasıl algıladığını ve sergilediğini belirleyen bu bakıştır. Fakat bu perspektifte haddinden fazla genelleme var bence. Modanın her imgesinin erkek bakışını içerdiğine ve kadını metalaştırdığına katılmıyorum. Kadınların, diğer kadınların bakışlarına da maruz kaldıkları unutulmamalı.” Seçtiğimiz giysilerin, iç içe geçmiş pek çok anlamla yüklü olduğunu özellikle vurguluyor. Mesela, topuklu ayakkabı giymenin, erotik ve feminen görünme arzusuyla ilişkili olduğuna inanıyor. Ancak toplumsal olayların da giysi tercihleri üzerinde etkili olabildiğini hatırlatıyor. “2000 senesinde, New York Times topuklulara inanılmaz bir talep olduğunu yazmıştı. Gerçekten de öyleydi. Ardından, 11 Eylül’ün yarattığı kaygı ortamıyla birlikte, topuklular ortadan kayboldu; düz ve spor ayakkabılar rağbet görmeye başladı.”


Çocukluğun etkisi

Son olarak Steele bizi çocukluğumuz üzerine düşünmeye davet ediyor. “Büyürken annenin bakışı, babanınki kadar etkilidir. Bu bakışlarda bazen sevgiyi görürüz ama bazen de tenkit ve uyarıyla karşılaşırız. Kim olduğumuzu anlamaya çalışırken bize yönelen bakışların tümünü içselleştiririz.” Buna göre, pek çok konuda olduğu gibi, yetişkinliğimizde giysinin yaşamımızdaki yerini belirleyen etkenler arasında da çocukluğumuzun ve ebeveynlerimizle kurduğumuz ilk ilişkinin olduğu söylenebilir. Nitekim, psikanalist Adam Phillips, giysilerin erotik gücü üzerine yaptığı bir konuşmada, çocukların, annelerinin zihinlerinden geçenleri anlamaya çalışma yollarından birinin, onların giydiklerini anlamlandırmak olduğunu söylemişti. Anlaşılması güç olsa da giysilerin bir şeyler anlattıklarını ileri sürerken, dil ve giysi arasındaki bağa dair bir başka saptama daha yapmıştı. “Kişi konuşmaya başlamadan önce kendisiyle konuşulur, giyinmeden önce de birileri tarafından giydirilir. Zamanla, anneyle çocuk arasında, çocuğun hangi kıyafeti giyeceğine ve buna kimin karar vereceğine dair bir pazarlık başlar. Yani ortada, herkesin çocukluğundan hatırlayabileceği çok temel, gelişimsel bir hikâye var; bu da kıyafetle ilgili çekişme.” Phillips’in, özellikle anneler ve annelerin kıyafetlerinin üstünde durduğu bu cümleleri, bir anlamda Steele ile söyleşimize de ışık tuttu. Çünkü konu buraya geldiğinde, Steele ilk kez akademisyen kimliğini bir kenara bırakarak kendi çocukluğuna döndü ve sanırım farkında bile olmadan kişisel bir örnekle tüm konuştuklarımızı özetlemiş oldu. “Biz üç kız kardeşiz. Üçümüzün de annesi bir olmasına rağmen stillerimiz, dış görünüşe ve kıyafete verdiğimiz önem bambaşka. Bunun sebebi, üçümüzün annemizle kurduğu ilişkinin çok farklı olması,” diyerek söze başladı. “Konuşmamızın başında eskiden hep topuklu ayakkabı giydiğimden bahsetmiştim. Şimdiyse Lanvin ve Céline gibi markaların spor ayakkabılarını tercih ediyorum. Adam Phillips’in söylediklerini paylaşman aklıma çocukluğumu getirdi. Küçüklüğümde annem her zaman spor ayakkabı giyerdi ve ben de bundan nefret ederdim. Çünkü diğer anneler gibi topuklu ayakkabı giymesini isterdim. Bugün spor ayakkabısız dolaşmayan bir kadın olarak zaman zaman korkuya kapılıyor ve “Aman Allah’ım anneme mi dönüşüyorum? Ne kadar korkunç!” diyorum. Sonra eşim, benim spor ayakkabılarımın apayrı olduğunu, anneminkilere hiç benzemediğini söylüyor ve ben de bir oh çekiyorum.” 

*Vogue Türkiye Mart sayısında yayınlandı. Resimler, sanatçı Josephine King'e ait.