"Canım sıkılıyor" dediğimizde yapılan kötü bir şaka vardı: Sıkı can iyidir, kolay çıkmaz! Elimizde canı sıkılanların daha uzun yaşadığına dair bir kanıt yok ama biraz boş kalmanın, içimize dönüp kendimizle samimi ilişki kurmak, dolayısıyla huzurlu olmak, yaratıcı işler yapmak için gerekli olduğunu söyleyen çalışmalar var. "Yetişkin emziği" akıllı telefonlar ise artık unuttuğumuz bu duyguyla aramızdaki en büyük engel. Bakın nasıl...
Birkaç ay önce ülke gündemi dakika başı değişirken
telefonuma yapışık yaşamaya başladığımın farkına vardım. Evet, olağanüstü bir
durumla karşı karşıyaydık. Ancak yaptığım, bu olayın bende yarattığı duygu değişimlerini
anlamaya çalışmak yerine onlardan alabildiğine kaçmaktı. Nasıl mı? Saatler
boyunca Twitter’da twit okuyarak, WhatsApp gruplarından gelen mesajlara cevap
vererek, Facebook’ta paylaşılan haberlere tıklayarak. Sözüm ona kaygımı
hafifletmeye çalışıyordum. Ne var ki elimde telefonla geçen saatlerin sonunda
hiçbir şey yapmamış gibi hissediyordum. Çünkü açgözlü bir şekilde bilgi
tüketirken düşünmeyi bir kenara bırakmıştım. Duyum ve düşünme olmadığı için
telefonumdan pek de farkım kalmamıştı aslında; mekanikleşmiştim. Pek çoğumuz gibi,
psikoterapist Engin Geçtan’ın İnsan Olmak kitabında bahsettiği şeyi yaşıyordum.
Geçtan, insanın doğaya olan bağımlılığından kurtulabilmek için diğer insanlarla
bir araya gelerek teknolojiyi geliştirdiğini, ancak bu kez de onun tutsağı olup
olmadığı sorusunun ortaya çıktığını söylemişti. Şüphesiz akıllı telefonlar
hayatlarımızı kolaylaştırıyor. Fakat kendime ve etrafıma şöyle bir baktığımda, telefonları
belirli amaçlara hizmet eden araçlar olarak görmekle, onlara bağımlı olmak
arasındaki çizginin aşıldığını görebiliyorum. Siz de bir restorana gittiğinizde,
şayet telefonunuzu elinizden bırakabilirseniz çevrenizdeki insanları
gözlemleyin. Pek çoğunun, kafaları önlerine eğik, yüzleri telefondan yansıyan
ışıkla aydınlanmış olarak oturduklarını ve yemek yeme eyleminden tamamen
koptuklarını fark edeceksiniz.
Telefonlar, insanların düşünceleriyle baş başa kaldıkları
zamanı bile ele geçirmişken onlara bu kadar bağlanmamızın psikolojik
nedenlerini Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Adil
Sarıbay şöyle açıklıyor: “İnsan beyni, fırsat bulursa belirli örüntüler içine
girme eğilimi gösterir. Beynimiz, haz veren bir madde veya faaliyet keşfettiği
zaman bunun daha fazlasını edinmek üzere hareketlerimizi yönetir. Ayrıca, insan ırkı, diğer memeliler gibi
görsel ve işitsel uyaranlara çok duyarlı. Cep telefonunun bağımlılık
potansiyelinin bir kısmı, her yere götürebildiğimiz bir cihaz olarak bu tür uyaranları
bol bol sağlamasıyla ilgili. Bu uyaranlardan (örneğin bir oyunda puan toplamak,
Facebook’ta bir paylaşıma gelen “like”) hoşlanıyoruz; bunlar, beynimizin zevk
merkezini uyarıyor. Beyin, ödül olarak yaşadığı her davranışı tekrarlama
eğilimindedir. Bu da bağımlılığın kapısını açar.” Cep telefonlarımızın bizi bir
gün içinde ne kadar çok “ödüllendirdiğini” bir düşünün. Instagram’a koyduğumuz
fotoğraflardan tutun da attığımız twitlere ve Facebook’ta paylaştığımız durum
bildirimlerine kadar her şeyin karşılığında bir kalp kazanabiliyoruz. Telefondan
gelen her uyarı tonu, ekranda yanan her bildiri ışığı bize anlık doyum sağlıyor.
Gerçek hayatta yoksunluğunu çektiğimiz onayları, cep telefonundan kopardığımızı
sanıyoruz. Aslında iç dünyamızın çoraklığı yüzünden ona daha da sıkı
sarılıyoruz.
Ne kadar
bağımlıyız?
Geçtiğimiz yıl Britanya’da yapılan bir araştırma için 18-33
yaş arasındaki 23 katılımcıdan gün içindeki telefon kullanım oranlarını tahmin
etmeleri istendi. Aynı zamanda, cep telefonlarına yüklenen bir uygulamayla bu
oranlar ölçüldü. Katılımcılar günde ortalama 37 kere telefon kullandıklarını
söylerken, gerçek rakam yaklaşık 85’ti. Telefon konuşmaları ve müzik dinlemenin
de dahil olduğu kullanımla geçen süreyle ilgili tahminleri bir saat
civarındaydı. Gerçekteyse 5 saat 5 dakika boyunca telefonla haşır neşirdiler.
Bu sonuçlara bakarak, cep telefonu kullanımının neredeyse otomatikleştiğini
iddia edebiliriz. Hepimiz farkında olmadan, zannettiğimizden çok daha kısa
aralıklarla telefonlarımıza dokunuyoruz. Peki bunu neden yapıyoruz? Yalnızlıktan
kurtulmak ve sanal aidiyetlere tutunmak için olabilir mi? Sarıbay, cep
telefonunun yalnızlıktan kaçma aracı olarak görüldüğünü söylerken şunu atlayabileceğimiz
konusunda uyarıyor: “Cep telefonu aslında çoğu zaman bizi yalnızlıktan değil,
sosyal ilişki ve etkileşimlerin karmaşa ve belirsizliğinden kaçırıyor. Bu
esnada bizi daha yüzeysel ilişkiler dünyasına hapsediyor.” Bu konuda kitapları
olan Massachusetts Institute of Technology’de (MIT) görev yapan, sosyal
psikolog Prof. Sherry Turkle’ı alıntılıyor: “Başka insanlarla aynı ortamdayken
cep telefonu sayesinde psikolojik olarak o beraberlikten kopuyoruz. Ancak
fiziksel mekanı paylaştığımız için sosyal bir etkileşim yaşadığımızı sanıyoruz.
Halbuki teknoloji, ilişkilerimizi erozyona uğratmaya başladı: Birbirimize
sorduğumuz sorular basitleşiyor ve kısalıyor, soruların cevaplarını dinleme
sabrımız azalıyor, empati yeteneğimiz köreliyor... Yani bir açıdan yalnızlıktan
kaçarken veya kaçtığımızı sanarken yalnızlaşıyoruz.” İşin aslı, yağmurdan
kaçarken doluya tutuluyoruz. Yalnız kalıp, iç dünyamızın ve benliğimizin
seslerine kulak vermek istemediğimiz için kendimizi dışsal uyaranlarla
oyalıyoruz. Bunun sonucunda hem kendimize hem de çevremize yabancılaşıyoruz. Her
an elimizin altında olan cep telefonu, çeşit çeşit “numaralarla” bu yabancılaşmanın
biz farkına bile varmadan gerçekleşmesini sağlıyor.
Can sıkıntısının
sonu
Diyelim ki bir arkadaşınızla buluşacaksınız. Buluşma mekânına biraz erken geldiniz. Ne yaparsınız? Boş boş oturup
etrafı mı seyredersiniz? Yoksa e-postalarınızı kontrol eder, sonra Snapchat’e
bir göz atar, Twitter’da birkaç twit okur ve boş vaktinizi “doldurmaya” mı
çalışırsınız? Cevabınız buysa, siz de can sıkıntısının ne demek olduğunu
aklından çıkaranlardan birisiniz. Artık canımızın sıkıldığı, düşüncelerimizin
aylak aylak zihinlerimizde cirit attığı zamanların kontrolü cep telefonlarında.
Yazar ve akademisyen Eva Hoffman, bir süre önce yayınlanan kitabı How to be Bored’da
(Nasıl Sıkılmalı) sıkılmayı, kendi kendimize kalmayı ya da oturup boşluğa
bakmayı unuttuğumuzu öne sürüyor. Hoffman’a göre, zaman zaman hiçbir şey
yapmamak kendimizi tanıma açısından çok önemli. Tabii telefonlarımızın daimi
bombardımanından vakit kalırsa. “Teknoloji pek çok yönden harika olsa da
aslında problemi yoğunlaştırıyor. Ona büyük ölçüde bağımlıyız ve teknolojik
cihazlarımızdan uzaklaşmak hepimiz için çok zor.”
Akıllı telefonlarımızı gömüp teknolojiden uzaklaşmamız
gerekmiyor aslında. Telefon kullanırken daha bilinçli olmalı, kendimizle ve
çevremizle geliştirdiğimiz ilişkide telefonun yerini yeniden gözden
geçirmeliyiz belki de. Kendimizi tanımak için ne kadar çaba sarf edersek,
çevremizle kurduğumuz ilişkiler de o kadar gerçek hale gelir. Gün içinde
telefonları elimizden bırakıp düşünmeye az da olsa zaman ayıralım. Montaigne
Denemeler’inde kendi içine çevrilebilen bir ruhumuz olduğunu yazmıştı. “Kendi
kendine yoldaş olabilir; kendi kendiyle, çekiş dövüş, alışveriş edebilir.
Yalnız kalınca sıkılır, ne yapacağımızı bilmez oluruz diye korkmamalıyız.
Tibullus’un dediği gibi, ıssız yerlerde kendin için bir âlem ol.”
*Vogue Türkiye Eylül sayısında yayınlandı.