14/06/2017

Charlotte Rampling olmak

Altmışlı yıllarda mini eteğiyle Londra’da zamanın ruhunun hakkını veren, Avrupa sinemasında yer eden filmlerdeki rolleriyle tabuları sarsmaktan çekinmeyen, şan ve şöhret makinesi Hollywood’tan daima uzak duran Charlotte Rampling, Who I Am? (Ben Kimim?) kitabıyla ikon kimliğini bir kenara bırakarak yaşamını, ailesini ve aile sırlarını olanca çıplaklığıyla anlatıyor.


İnsanın bir ömür sırtında taşıdığı aile sırları ve çocukluk travmalarıyla yüzleşmesi hiçbir zaman kolay olmuyor. Bunlar gerçeğimiz olmasına rağmen, genelde kaçış, kabullenmeden daha kestirme bir yol olarak seçiliyor. Üstelik bu kaçışın bedeli çok daha ağır olsa da. Charlotte Rampling, 20 yılı aşkın bir süre boyunca saklanan aile sırlarının ipuçlarını, kitabı Who I Am’in (Ben Kimim?) ilk sayfalarında vermeye başlıyor. “Kahkahalarla gözyaşları ayırt edilemez hale gelir. Biz onları kilit altına alırız. Rampligler’in kasası kalpleridir. Nesiller boyu saklanan aile sırrı bir efsaneye dönüşür. Sadece ağızlarımıza kilit vurmayı biliriz biz.” 71 yaşındaki oyuncu, filmlerinden değil, çocukluğundan söz etmek istediğini söylüyor bu kitapta. Çocukluğun şiirselliğinden... Bunun için de geriye dönerek annesi, babası ve kaybettiği ablasına berrak gözlerle bakıyor. Annesinin naifliğini, “Annemin yaklaştığını görebiliyorum. Makyajıyla, çağla yeşili tül ve tafta elbisesiyle ışıl ışıl. Masallara, krallar ve kraliçelere, kuyruklu elbiselere, kristal gözyaşlarına bayılıyor. Dünyada her şeyin iyi olduğuna dair inancı var” diyerek tasvir ediyor. Albay babasının duyarlılıktan uzak mizacı, ailenin en acı tecrübesinde ortaya çıkıyor. Kızı Charlotte eve geldiğinde ondan, şu sözleri duyuyor: “Ablan öldü. Git ve anneni gör.” Rampling, asker çocuğu olarak 13 yılda yedi kez şehirden şehre yer değiştirirlerken en yakın arkadaşı olan ablası Sarah’yı beyin kanaması yüzünden kaybettiğini zannediyor. Ölümünden üç yıl sonra babası itiraf ediyor: “Aslında intihar etmişti.” Gerçeği neden sakladığını sorduğunda, annesinin bunu kaldıramayacağını düşündüğü için olduğunu söylüyor. Ölüm haberini aldığında annesi felç geçirmiş olsa da Rampling hep merak ediyor: “Annem, babamla yaptığımız gizli anlaşma sayesinde korunmuş mu, yoksa yalan tarafından zehirlenmiş mi oldu?” 2001 yılına, annesinin yaşamının sonuna dek sadece babasıyla ikisinin arasında kalıyor bu sır. “Bir sırrın olduğunda onun üzerine titrersin. Ona sıkı sıkıya sarılırsın. Sır büyür, hiçbir zaman yok olmaz. Bazen ağzından kaçıverir, bir kelimeyle, bir bakışla. Sonraysa bir hatıraya dönüşür.”


Ayrıksı bir karakter
Beatles, Rolling Stones, Mary Quant’la özdeşleşen mini etek, uyuşturucu, partiler, Londra’nın meşhur caddesi King’s Road ve yerinde duramayan gençlik... “Altmışlı yıllarda King’s Road’da mini etekle yürümeyi kim istemez? Kim hayatını filmlere ve fotoğrafçılara adamak istemez? Ben o kadındım, halen de o kadınım.” 1966’da ilk filmi Georgy Girl’le beyazperdeye adımını atar Rampling. Özgür bir hayat sürer. Mini Cooper arabasıyla Chelsea’de gezinir, ileride evleneceği sevgilisi Bryan Southcoumbe ve Yeni Zelandalı bir erkek modelle aynı evi paylaşır. Gazetelerde, Fransızların tabiriyle “ménage à trois” yani, üçlü açık bir ilişki yaşadığı yazılır. Daha sonra o dönemi, genç olmak için harika yıllardı diye anar. Ablasının ölümüyle parti sona erer. 2014’te verdiği bir röportajda, bu olayın ardından yaşadığı içe dönüşü şöyle anlatır: “Hayattaki tek arayışım, ruhsal açıdan kendimi bulmaya yönelik oldu.” Bunun için oyunculuğa da bir tür terapi gibi yaklaşır. “Benimle aynı şeyleri yaşayan karakterler bulmalıydım. Eğlendirmek için değil, öğrenmek ve yaptıklarımla diğerlerine bir şeyler öğretmek için sinema yapıyordum. Yalnızca eğlendirmek hiçbir zaman bana göre olmadı.”

Tartışma yaratan ve cesaret isteyen rollerin oyuncusu oldu Rampling. Liliana Cavani’nin 1974 yapımı The Night Porter (Gece Bekçisi) filminde, toplama kampından kurtulduktan sonra eski bir Nazi subayıyla sadomazoşist ilişki yaşayan bir kadını canlandırdı. Pek çok eleştirmen onu yerden yere vurdu. Kadınları küçük düşürmekle suçlandı. Birkaç yıl önce Interview dergisinde yer alan röportajında, senaryoyu okuduğunda ne filmin çekeceği olası tepkiyi, ne de başarıyı görmediğini söyledi. “Bu iyi bir kariyer hamlesi olur mu diye düşünmedim. Aslına bakılırsa hiçbir işime öyle yaklaşmadım. Ben daha şiirsel bir varoluş, çalışma ve düşünme biçimine sahip oldum.” Kariyerini başarı ve paraya endekslememiş nadir oyunculardan olmasına rağmen Luchino Visconti, François Ozon ve Woody Allen gibi sinema dünyasının esaslı yönetmenleriyle çalıştı. Kendisini zorlayan, kadın ruhunun derinlerine inmeye çalıştığı rollerin altından başarıyla kalktı.


Rampling, yönetmenlerin olduğu kadar fotoğrafçıların da gözdesi oldu. 1973’te Helmut Newton’ın çıplak fotoğrafını çektiği ilk kadındı. Playboy dergisi için çekilen kareler, çıplaklığın en estetik halini ortaya serdi. 30 yıl sonra, Marc Jacobs’ın kampanya çekimi için fotoğrafçı Juergen Teller’la birlikte yatağa girdiğinde kışkırtıcılığından hiçbir şey kaybetmediğini bir kez daha gösterdi. Kamera karşısında alabildiğine cüretkar olabilen bu kadın, kendisiyle röportaj yapanların pek çoğunda mesafeli ve soğuk olduğuna dair bir intiba bıraktı. Hakkında çevrilen The Look (Bakış) belgeselinde, “Genelde gizemli, ketum, mesafeli ve ulaşılması güç olarak yaftalanıyorum. Bu, sadece iç dünyamda yaşadıklarımdan ötürü dışarıya yaydığım bir şey” diyerek kendisiyle ilgili görüşleri doğruladı. Belgesele ismini veren bakışları, Rampling’in çarpıcı güzelliğinin sembolü aslında. “Güzelliği olduğu gibi saklayamazsınız. Durmaksızın dönüşüyor ve değişiyoruz. Değişmeyen tek şey, insanın bakışlarındaki parıltıdır” diyen oyuncu, yüzündeki kırışıklarla da düşen göz kapaklarıyla da barışık. 53 yaşındayken kendi kendine şöyle dediğini anlatıyor: “Sinema endüstrisinde devam edeceksem yüzümün yaşlandığını seyredeceğim. Yüzümü hiçbir şekilde değiştirmeyeceğim. Küçücük bir müdahale yaptığında bile önünü alamıyorsun. Sonra kendini kaybetmeye başlıyorsun. Kendimi bulmak için yeterince güçlük çektim. Yıllar boyu kendimi anlamaya çalıştım.”

Benliğini bulma yolculuğunda en buhranlı dönemi kırklı yaşlarına rastlar. Hiçbir zaman fazla göz önünde olmayan oyuncu, bu süreçte tamamen kabuğuna çekilir. Ablasının ölümüyle baş edemediği için geçirdiği kronik depresyonla birlikte adeta hayatı durur. “İnsanlar, neden depresif olasın ki diye soruyorlardı. Şu anda yaşadıklarımı yaşamaktansa başka biri, herhangi biri olmayı yeğleyebileceğimi düşünüyordum. Hastalık, fakirlik, ne olursa yaşamaya razıydım. Çünkü zaten bir yaşamım yoktu.” Bu ağır depresyondan sıyrılışı çok ama çok yavaş gerçekleşir. “Acının devası, onun başına gelmesine izin vermek. Çünkü acıya karşı koyamıyorsun. Direnmek insana daha da çok acı veriyor.”  


Kitabı, hem acıyla, hem ablasının ölümü ve yokluğuyla bir vedalaşma sanki. Ona seslenerek yazdığı cümlelerde, “Seni tarif etmek çok kolay değil Sarah. Senin etrafında dönüyorum. Bizim etrafımızda. Çocukluğumuzun, oyunlarımızın, danslarımız, taşınan evlerimizin etrafında. O güzel yüzünün...” diyor. Satır aralarında bir itiraf çarpıyor göze: “İlk gözyaşımı dökmeden ve uzun süre inkar ettiğim acımı hafifletmeden önce kalabalıklarda uzun zaman harcadım.”

*Vogue Türkiye Mayıs sayısında yayınlandı.