Altmışlı yıllarda mini eteğiyle Londra’da zamanın ruhunun
hakkını veren, Avrupa sinemasında yer eden filmlerdeki rolleriyle tabuları
sarsmaktan çekinmeyen, şan ve şöhret makinesi Hollywood’tan daima uzak duran
Charlotte Rampling, Who I Am? (Ben Kimim?) kitabıyla ikon kimliğini bir kenara
bırakarak yaşamını, ailesini ve aile sırlarını olanca çıplaklığıyla anlatıyor.
İnsanın bir ömür sırtında taşıdığı aile sırları ve çocukluk
travmalarıyla yüzleşmesi hiçbir zaman kolay olmuyor. Bunlar gerçeğimiz olmasına
rağmen, genelde kaçış, kabullenmeden daha kestirme bir yol olarak seçiliyor. Üstelik
bu kaçışın bedeli çok daha ağır olsa da. Charlotte Rampling, 20 yılı aşkın bir
süre boyunca saklanan aile sırlarının ipuçlarını, kitabı Who I Am’in (Ben
Kimim?) ilk sayfalarında vermeye başlıyor. “Kahkahalarla gözyaşları ayırt
edilemez hale gelir. Biz onları kilit altına alırız. Rampligler’in kasası
kalpleridir. Nesiller boyu saklanan aile sırrı bir efsaneye dönüşür. Sadece ağızlarımıza
kilit vurmayı biliriz biz.” 71 yaşındaki oyuncu, filmlerinden değil,
çocukluğundan söz etmek istediğini söylüyor bu kitapta. Çocukluğun
şiirselliğinden... Bunun için de geriye dönerek annesi, babası ve kaybettiği
ablasına berrak gözlerle bakıyor. Annesinin naifliğini, “Annemin yaklaştığını
görebiliyorum. Makyajıyla, çağla yeşili tül ve tafta elbisesiyle ışıl ışıl.
Masallara, krallar ve kraliçelere, kuyruklu elbiselere, kristal gözyaşlarına
bayılıyor. Dünyada her şeyin iyi olduğuna dair inancı var” diyerek tasvir
ediyor. Albay babasının duyarlılıktan uzak mizacı, ailenin en acı tecrübesinde ortaya
çıkıyor. Kızı Charlotte eve geldiğinde ondan, şu sözleri duyuyor: “Ablan öldü.
Git ve anneni gör.” Rampling, asker çocuğu olarak 13 yılda yedi kez şehirden
şehre yer değiştirirlerken en yakın arkadaşı olan ablası Sarah’yı beyin
kanaması yüzünden kaybettiğini zannediyor. Ölümünden üç yıl sonra babası itiraf
ediyor: “Aslında intihar etmişti.” Gerçeği neden sakladığını sorduğunda,
annesinin bunu kaldıramayacağını düşündüğü için olduğunu söylüyor. Ölüm
haberini aldığında annesi felç geçirmiş olsa da Rampling hep merak ediyor:
“Annem, babamla yaptığımız gizli anlaşma sayesinde korunmuş mu, yoksa yalan
tarafından zehirlenmiş mi oldu?” 2001 yılına, annesinin yaşamının sonuna dek
sadece babasıyla ikisinin arasında kalıyor bu sır. “Bir sırrın olduğunda onun
üzerine titrersin. Ona sıkı sıkıya sarılırsın. Sır büyür, hiçbir zaman yok
olmaz. Bazen ağzından kaçıverir, bir kelimeyle, bir bakışla. Sonraysa bir
hatıraya dönüşür.”
Ayrıksı bir karakter
Beatles, Rolling Stones, Mary Quant’la özdeşleşen mini
etek, uyuşturucu, partiler, Londra’nın meşhur caddesi King’s Road ve yerinde
duramayan gençlik... “Altmışlı yıllarda King’s Road’da mini etekle yürümeyi kim
istemez? Kim hayatını filmlere ve fotoğrafçılara adamak istemez? Ben o
kadındım, halen de o kadınım.” 1966’da ilk filmi Georgy Girl’le beyazperdeye
adımını atar Rampling. Özgür bir hayat sürer. Mini Cooper arabasıyla Chelsea’de
gezinir, ileride evleneceği sevgilisi Bryan Southcoumbe ve Yeni Zelandalı bir
erkek modelle aynı evi paylaşır. Gazetelerde, Fransızların tabiriyle “ménage à trois” yani, üçlü açık bir
ilişki yaşadığı yazılır. Daha
sonra o dönemi, genç olmak için harika yıllardı diye anar. Ablasının ölümüyle
parti sona erer. 2014’te verdiği bir röportajda, bu olayın ardından yaşadığı içe
dönüşü şöyle anlatır: “Hayattaki tek arayışım, ruhsal açıdan kendimi bulmaya
yönelik oldu.” Bunun için oyunculuğa da bir tür terapi gibi yaklaşır. “Benimle
aynı şeyleri yaşayan karakterler bulmalıydım. Eğlendirmek için değil, öğrenmek
ve yaptıklarımla diğerlerine bir şeyler öğretmek için sinema yapıyordum.
Yalnızca eğlendirmek hiçbir zaman bana göre olmadı.”
Tartışma yaratan ve cesaret isteyen rollerin oyuncusu
oldu Rampling. Liliana Cavani’nin 1974 yapımı The Night Porter (Gece Bekçisi) filminde,
toplama kampından kurtulduktan sonra eski bir Nazi subayıyla sadomazoşist ilişki
yaşayan bir kadını canlandırdı. Pek çok eleştirmen onu yerden yere vurdu. Kadınları
küçük düşürmekle suçlandı. Birkaç yıl önce Interview dergisinde yer alan
röportajında, senaryoyu okuduğunda ne filmin çekeceği olası tepkiyi, ne de
başarıyı görmediğini söyledi. “Bu iyi bir kariyer hamlesi olur mu diye düşünmedim.
Aslına bakılırsa hiçbir işime öyle yaklaşmadım. Ben daha şiirsel bir varoluş,
çalışma ve düşünme biçimine sahip oldum.” Kariyerini başarı ve paraya
endekslememiş nadir oyunculardan olmasına rağmen Luchino Visconti, François
Ozon ve Woody Allen gibi sinema dünyasının esaslı yönetmenleriyle çalıştı.
Kendisini zorlayan, kadın ruhunun derinlerine inmeye çalıştığı rollerin
altından başarıyla kalktı.
Rampling, yönetmenlerin olduğu kadar fotoğrafçıların da
gözdesi oldu. 1973’te Helmut Newton’ın çıplak fotoğrafını çektiği ilk kadındı. Playboy
dergisi için çekilen kareler, çıplaklığın en estetik halini ortaya serdi. 30
yıl sonra, Marc Jacobs’ın kampanya çekimi için fotoğrafçı Juergen Teller’la
birlikte yatağa girdiğinde kışkırtıcılığından hiçbir şey kaybetmediğini bir kez
daha gösterdi. Kamera karşısında alabildiğine cüretkar olabilen bu kadın,
kendisiyle röportaj yapanların pek çoğunda mesafeli ve soğuk olduğuna dair bir
intiba bıraktı. Hakkında çevrilen The Look (Bakış) belgeselinde, “Genelde
gizemli, ketum, mesafeli ve ulaşılması güç olarak yaftalanıyorum. Bu, sadece iç
dünyamda yaşadıklarımdan ötürü dışarıya yaydığım bir şey” diyerek kendisiyle
ilgili görüşleri doğruladı. Belgesele ismini veren bakışları, Rampling’in çarpıcı
güzelliğinin sembolü aslında. “Güzelliği olduğu gibi saklayamazsınız.
Durmaksızın dönüşüyor ve değişiyoruz. Değişmeyen tek şey, insanın
bakışlarındaki parıltıdır” diyen oyuncu, yüzündeki kırışıklarla da düşen göz
kapaklarıyla da barışık. 53 yaşındayken kendi kendine şöyle dediğini anlatıyor:
“Sinema endüstrisinde devam edeceksem yüzümün yaşlandığını seyredeceğim. Yüzümü
hiçbir şekilde değiştirmeyeceğim. Küçücük bir müdahale yaptığında bile önünü
alamıyorsun. Sonra kendini kaybetmeye başlıyorsun. Kendimi bulmak için yeterince
güçlük çektim. Yıllar boyu kendimi anlamaya çalıştım.”
Benliğini bulma yolculuğunda en buhranlı dönemi kırklı
yaşlarına rastlar. Hiçbir zaman fazla göz önünde olmayan oyuncu, bu süreçte tamamen
kabuğuna çekilir. Ablasının ölümüyle baş edemediği için geçirdiği kronik
depresyonla birlikte adeta hayatı durur. “İnsanlar, neden depresif olasın ki
diye soruyorlardı. Şu anda yaşadıklarımı yaşamaktansa başka biri, herhangi biri
olmayı yeğleyebileceğimi düşünüyordum. Hastalık, fakirlik, ne olursa yaşamaya
razıydım. Çünkü zaten bir yaşamım yoktu.” Bu ağır depresyondan sıyrılışı çok
ama çok yavaş gerçekleşir. “Acının devası, onun başına gelmesine izin vermek.
Çünkü acıya karşı koyamıyorsun. Direnmek insana daha da çok acı veriyor.”
Kitabı, hem acıyla, hem ablasının ölümü ve yokluğuyla bir
vedalaşma sanki. Ona seslenerek yazdığı cümlelerde, “Seni tarif etmek çok kolay
değil Sarah. Senin etrafında dönüyorum. Bizim etrafımızda. Çocukluğumuzun,
oyunlarımızın, danslarımız, taşınan evlerimizin etrafında. O güzel yüzünün...”
diyor. Satır aralarında bir itiraf çarpıyor göze: “İlk gözyaşımı dökmeden ve
uzun süre inkar ettiğim acımı hafifletmeden önce kalabalıklarda uzun zaman
harcadım.”
*Vogue Türkiye Mayıs sayısında yayınlandı.