Birkaç ay evvel, beden olumlama ve moda ilişkisini tartışmak üzere çoğunluğu kadınlardan oluşan bir grupla toplandık. Son yıllarda modadaki dal gibi, kusursuz kadın temsilinin yerini çeşitliliğin almasının, kadınların kendi bedenleriyle kurdukları ilişkiyi değiştirip değiştirmediğini merak ediyordum en çok. Yoksa çeşitlilik de yeni güzellik normları yaratarak bizi gene yetersiz ve kusurlu hissetmeye mi mahkum ediyordu?
Konuşmaya hazırlanırken meseleyi zihnimde evirip çeviriyordum ki, bir anda kendimi lise yıllarımda buldum. Benim açımdan kadınlığa geçişin yükünün ağırlaştığı bir dönemdi bu. Çünkü toplum ve ailem, cinsiyetçi ve eşitsizliklerle dolu bir dünyada, toplumsal baskıyla ezileceğim fikrine alıştırmışlardı beni. Kadındım ya ayağımı denk almam gerekiyordu. Yükün baskısını ilk duyumsayan bedenim oldu. Her şeyden önce bedenimi korumakla yükümlü olduğumu öğrendim. Erkeklerin bakışlarından, laf atmalarından, tacizlerinden... Oturmasını kalkmamasını bilmezsem, davranışlarıma dikkat etmezsem başıma geleceklerden ben sorumluydum. Bu durumda, beden ve arzular kontrol altında tutulmalıydı.
Bedenin kontrolü, aynı zamanda dış görünüşün ataerkil kültürün güzellik dayatmasına göre şekillendirilmesi anlamına geliyordu. Benden ne çok şey bekleniyordu! Bir kadın olarak tüm bunlara uysallıkla boyun eğmem gerektiğine iyiden iyiye inanmaya başladım. Hem zaten etrafımdan duyduğum tüm telkinler, akıl vermeler benim iyiliğim içindi. Başka türlüsü mümkün olabilir miydi hiç?
Ergenliğimde tam bir çırpıydım ve bu özelliğimle etraftan takdir toplardım. Zaman içinde kilo aldım, vücudum dolgunlaştı, beğeni alan fiziğim doğası gereği değişmeye başladı. Ailemdeki kadınlardan, “O kadar çok tatlı yeme,” sözünü duyar oldum sıklıkla. İdealden saptığımı fark ettim; tez elden bir şeyler yapmalıydım. Tam bu esnada, istediğim kadar tatlı ve abur cubur yiyip kusma fikri geldi aklıma. Nereden çıkmıştı acaba bu fikir? Bir yerlerde mi okumuştum? Kız arkadaşlarımdan mı öğrenmiştim? Doğrusu hiç hatırlamıyorum. Kusmak korkunç bir eziyetti ama hem dilediğim kadar yiyip hem de kilo almayacaksam bu eziyete katlanmaya değerdi. Gözümden yaşlar aka aka yediklerimden, bedenime yağ olarak döneceğine inandığım yiyeceklerden kurtulmaya giriştim. O günlere bakınca, bunun alışkanlık haline gelip yeme bozukluğuna dönüşmemesinin tamamen şans eseri olduğunu görüyorum.
Ancak o yaşlarda bedenime böylesine hoyrat davranmamın izlerini halen taşıyorum. Bu yaz, İtalyan yazar Elena Ferrante’nin Napoli romanlarını dünyadan soyutlanmış vaziyette, kendimden geçerek okurken, roman kahramanlarından Lenu’nun dış görünüşü konusundaki memnuniyetsizliklerinin fazlasıyla canımı acıtmasını buna bağlıyorum. Kadınlar arasındaki ortak duygulara seslendiğini düşündüğümden, üzerine bastıra bastıra çizdiğim cümlelerden bazılarını paylaşmak istiyorum.
“Mümkün olan her an tuvalete kapanıyor ve soyunup aynada kendime bakıyordum. Kim olduğumu bilemez bir haldeydim. İçimden, topal, şaşı haliyle annem çıkana kadar değişmeye devam edeceğim ve beni artık kimse sevmeyecek kuşkusuna kapılmaya başladım.”[1]
“Bu arada aynada öfkeyle kendimi inceliyordum. Yüzüm yorgundu, çenemde minik sivilceler vardı, gözlerimin çevresindeki morluk âdet kanamamın yaklaştığını haber veriyordu. Çirkinim, kısa boyluyum, memelerim kocaman.”[2]
Kahramanımız Lenu, bu sözlerin ilkini ergenlikte, ikincisini yirmili yaşlarının ortalarında sarf ediyor. Ferrante bize, bedenlerimizle tutuştuğumuz kavganın nasıl da sürüp gittiğini göstermek istemiş besbelli. Üstelik bu sadece şişmanlık ya da zayıflıkla ilgili bir mesele de değil. Kadınlar, bedenlerinin her santimini “kusur” bulmak üzere taramaya koşullanmışlar âdeta. Neden? Yaradılışımız mı böyle? Hayır tabii ki.
Akademisyen, yazar Susan Bordo, Unbearable Weight: Feminism, Western Culture and the Body adlı kitabında, “Hiçbir beden, gerek kültürün etkisinden gerekse onun toplumsal cinsiyetlendirilmiş anlamlarından kaçamaz,” der.[3] Sayısız güzellik kriterinin kadınların bedenlerine nasıl nakşedildiğini anlamak için buradan hareket edebiliriz. Ataerkil değerlerle yoğrulan toplum, kadını bu kriterlere uyma derdine düşürerek güçsüz kılıyor. Kadın bir türlü olmuyor, olamıyor. Çünkü daima yetersiz, daima eksik hissetmesine yol açan setler çekiliyor önüne. Şişmansan zayıfla, sarkıksan sıkılaş, kırışıksan gerginleş, bir deri bir kemiksen kilo al. Taleplerin ucu bucağı yok. Bunlardan birini yerine getirseniz da yetmez; hop bir başka “kusur” çıkıverir önünüze.
Buluşmamıza katılan kadınlardan biri, ablaları ona bacaklarının kalın olduğunu söyledikten sonra etek giymeyi bıraktığından söz etti. Bir başkasını erkek arkadaşı tenkit etmiş. “Göbeğini açıkta bırakan tişört giymişsin ama göbekli olduğun için sana pek yakışmamış.” Diğeri, şık bir restoranın barında otururken bir adam yanına yaklaşmış ve “Hiç mutlu olmadığınız belli. Bu burunla olamazsınız zaten,” deyip kartvizitini önüne koymuş. Meşhur bir estetik cerrah olan zat şöyle devam etmiş: “Önce burnunuzu düzeltiriz, sonra da dudaklarınızı doldurursak oldu bu iş.” Yakın çevreden tutun da hiç tanımadığımız kişilere kadar herkesin kadınların bedenleri hakkında böyle pervasızca fikir beyan etmekte beis görmemesi, eril dayatmaların işleyişini gösteriyor.
Oyuncu Emma Watson’ın iddia ettiği gibi, koltuk altı kıllarımızı alma veya almama yönündeki tercihimizle güçlenmemiz ve şıppadak kendimizle barışmamız ihtimal dahilinde bile değil. Dişi bedeni değersizleştirilip dururken tercihlerimiz yerine, bize tercih diye sunulanın altında yatana bakmamız hayrımıza olur. Çünkü bu tercihler gökten zembille inmiyor, patriyarkal kültüre eklemlenmiş durumda.
Mesela, çağımızın popüler kültür ikonlarından Kim Kardashian’ın geçen yıl kurduğu iç giyim markası Skims’in ilk başta solutionwear, yani çözüm giysisi olarak tanıtılmasına bir bakalım. Demek korseler ve vücut şekillendiriciler kadınlara çözüm adı altında pazarlanıyor. Demek ortada bir sorun var ki çözüm aranıyor. Oysa markanın internet sitesinde gezindiğimizde sadece zayıf mankenler görmüyoruz; çeşitlilik yerinde. Sözümona bütün bedenler olumlanıyor. Fakat satılan ürünler, ne tip bir bedene sahip olurlarsa olsunlar, kadınlara bedenlerini şekillendirmeyi, değiştirmeyi ve yontmayı vadediyor. Çelişkili mi? Hem de nasıl!
Beden olumlama hareketi sayesinde popüler kültürün, modanın ve reklamların tek tip beden temsiline maruz kalmaktan kurtulmuş olsak da, güzellik idealleriyle mücadele etme konusunda yerimizde sayıyoruz. Çünkü tıpkı temsil edilen bedenler gibi idealler de çeşitlendi. Zayıflık normu yıkıldı yıkılmasına ama, ortaya çıkan yeni normlar güzelce çeşitlilikle paketlenip tercih kisvesi altında bize sunuluyor. Korsenin geri geldiği bir çağda, neyi neden tercih ettiğimiz üzerine daha fazla kafa yorsak fena olmaz.
[1] Elena Ferrante, Benim Olağanüstü Arkadaşım, Çev: Eren Yücesan Cendey, Everest Yayınları, İstanbul, 2020, s. 109.
[2] Elena Ferrante, Terk Edenler ve Kalanlar, Çev: Eren Yücesan Cendey, Everest Yayınları, İstanbul, 2020, s. 45.
[3] Susan Bordo, Unbearable Weight: Feminism, Western Culture and the Body, University of California Press, California, 2003, s. 212.