30/01/2013

Hisli topraklar

İzlanda'yla özdeşleşen en önemli isimlerden Björk'ün Joga parçasında geçen "Emotional landscapes, they puzzle me" cümlesinden yola çıktım. Hisli toprakların başkenti Reykjavik'e yaptığım yolculuğun özü ve özeti oldu bu cümle.


İzlanda, yapayalnız bir ada. Bu yüzden, ülkenin farklı bölgelerine yaptığımız araba yolculuklarında rüzgarın sesi refakatçim oldu. Reykjavik'i kucaklayan karlı dağlar koynunu açtı ve beni yolcu etti, "İzlanda'ya bak ve gör" dedi. İlk gün, ülkenin doğusuna doğru iki saat süren bir yolculuk yaptık. Yeryüzü şekillerinin heybetinin yanı sıra devamlı değişkenlik gösteren hava şartları karşısında şaşırmamak elde değildi. Yol boyunca, kar, güneş, yağmur ve rüzgar bizimleydi. İlk durağımız, 6500 yıl önce oluşmuş bir krater oldu. Ardından, rüzgarın beni bile uçurabilecek kadar kuvvetli estiği Gulfoss, yani Golden Waterfall'a ulaştık. Gördüklerim, Tabiat Ana'nın kutsal ve büyüleyici gücünün simgesiydi. İnsanoğlunun doğa karşısında ne kadar önemsiz ve küçük olduğu bir kez daha geldi aklıma. İzlandalılar, doğayı dize getirmeye çalışmıyor. Doğa, onların bir parçası; onları ehlileştiriyor. Havaalanlarında bile ahşap kullanmaları, doğaya minnet duygularını dile getirişlerinin bir simgesiydi bence. 
İzlandalılar, kelimelerin önemine inanıyor. Kafelerinde kitaplar, duvarlarında ve hatta zeminlerinde cümleler görüyorsunuz. Havaalanında, "Without my imagination I couldn't go anywhere" cümlesini okuduğunuzda, "Seyahatler zihnimi geliştiriyor ama hayal dünyam olmasa ben ne yapardım?" diye düşünmeden edemiyorsunuz. 
İkinci gün, bir başka doğa mucizesi olan The Blue Lagoon'u görmek üzere yola düşüyoruz. Ülke, jeotermal kaynaklar bakımından çok zengin olduğu için, dağlarla çevrili gölün suyu sıcacık. Burayı çevreleyen donmuş lavlar 1226 yılında oluşmuş. Dışarısı buz gibiyken üzerinde dumanlar tüten bir gölde yüzmenin keyfi tarifsiz. Yüzerken karşımdaki haşmetli dağlara bakınca, "İzlandalıların elflere inanıyor olmalarına şaşmamalı" diyorum kendi kendime. Orada tanıdığım Guðný'den elf inancının hikayesini dinliyorum: "İnanışa göre, Adem'le Havva'nın çok sayıda çocuğu vardı. Günün birinde Tanrı yeryüzüne inip onları görmeye geldiğinde, Havva tüm çocuklarını tertemiz yıkayıp onun karşısına çıkarmak istedi. Ancak tamamını yıkayamadı. Kirli çocukları sakladı. Fakat Tanrı her şeyi görürdü. Bu kirli çocukların bir daha asla insanlar tarafından görülmeyeceğini söyledi. İşte elfler, bu kirli çocuklardır."
İzlanda'nın ruhum ve zihnim üzerindeki tesirini, sadece dağlara, şelalelere ve elflere bağlayamam. Bunun için sözü bir İzlandalı yazara bırakmanın vaktidir. Guðmundur Andri Thorsson şöyle yazmış: "Can the stones speak? Does a soul dwell in every flower? Is there a spirit in the mountain? Of course there is. An it is a whimsical spirit and it arouses conflicting feelings among the citizens of that land, leaving us sometimes fearful, sometimes full of veneration, devotion, helplessness, pride..."

















Son olarak, seyahatim boyunca bir el feneri misali yolumu ve zihnimi aydınlatan edebiyatçı Ahmet Cemal'e ve muhteşem denemelerinden oluşan Lanetlenmiş Ağustosböcekleri'ne teşekkür ederim. Tesadüf bu ya, Cemal de İzlanda'daki son yanardağ patlamasından hareketle şöyle yazmış: "Tek bir yanardağ patlamasının bütün bir kıtann göklerdeki hareket edebilme olanaklarını yok edebilmesi, acaba insanların düşüncelerini ne yönde etkileyecek? Etkileyebilecek mi? İnsanları, artık tek günlük bir "yarın"ı yaşayabileceği bile garanti edilmeyeceği belli olmuş bir dünyada bundan böyle nasıl bir hesaplaşmaya, nasıl bir "kültür" anlayışına doğru yönlendirecek? Çünkü İzlanda'daki patlamanın bilimsel ve mantıksal çözümlemesi, hepimizi ister istemez şu manzara ile karşı karşıya bıraktı: Herhangi bir gün, herhangi bir saatte, dünyanın çeşitli bölgelerindeki beş yanardağın bu şekilde ve eşzamanlı patlaması, bu patlamaların da, bırakalım ayları, birkaç hafta sürmesi halinde, geriye bildiğimiz dünyadan pek bir şey kalmayabilecek!"

23/01/2013

Daydreaming

İnsan, saatler süren bir toplantının ortasındayken, bir sirkte hokkabazlık yaparken, bir plajda martıları seyrederken ve Bomonti Doğ Apartmanı'nındaki dairesini dekore ederken bulabilir kendini. Kulaklarında da şöyle bir şeyler çınlayabilir. Mesela. 




10/01/2013

Zanaate methiye



Benim kıymetli dedem bir zanaatkar. 1957'den beri, hünerli elleriyle rengarenk, desen desen, çeşit çeşit çarıklar dikiyor. Heyecanlandığında titreyen ellerine baktığımda, emeği, başarıyı ve çabayı görürüm. Dedem hiç yılmaz. Asla şikayet etmez. Az konuşur, öz konuşur. Ondan duyduğum cümleleri günlüğüme yazmaya başlamam bundandır. 
1956 yılında, bir gemide saklanarak Yugoslavya'dan İstanbul'a geldiğinde, yanında ona eşlik eden bir akrabası yoktu dedemin. Elinde kocaman bir valizi de yoktu. Cebi para dolu değildi. Ama gencecik bir delikanlıyken bu topraklara ayak bastığında nasıl bir inatla hayata kafa tuttuğunu hayal edebiliyorum.
Memleketinde saraç olarak çalışmıştı. Koşum ve eyer işleyen elleri, o zamandan zanaate alışmıştı. Çarık yapmaya başlamasını, "1957'de, Kosovalı birilerinin yanında çalıştım. Onlardan gördüklerimin daha iyilerini yapmaya gayret ettim ve yaptım" diyerek anlatıyor. 
Dedem, 82 yaşında ve haftanın beş günü önlüğünü beline sarıp 300 yıllık dikiş makinesinin başına oturuyor. Küçük çarıkları iki buçuk, büyükleriyse üç buçuk saatte dikiyor. Elleri zanaat kokuyor dedemin. İçime çektikçe bu kokuyu, çocukluğuma gidiyorum. Dedemlerin evindeki koltukta başköşeye oturmuş, şekerli yoğurt yerken buluyorum kendimi.