Gezi Parkı’yla birlikte varoluşsal bir devrim gerçekleşti. Bu, bildiğiniz devrimlerden değil. Gençlerin özgürlüklerini ele geçirmek için direndikleri bu devrimden sonra giyim tarzlarının da özgürleşmeyeceğini mi sanıyorsunuz? Yanılıyorsunuz.
Geriye dönüp baktığımızda 2013 yazını festival stiliyle hatırlayacaktık.
Malum İstanbul’da çok sayıda festival vardı ve gençlerin arzusu burada
tarzlarını konuşturmak olacaktı. Aynı gençlerin, festival alanları yerine,
ağaçların kesilmemesi için Gezi Parkı’ndaki çadırlarda uyuyup nöbet
tutacaklarını düşünmezdik. Hele hele yedikleri onca biber gazına ve tazyikli
suya rağmen “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam” diye haykırmalarını hiç
beklemezdik. Fakat serde özgürlük arayışı vardı. Konda’nın yaptığı araştırmaya
göre, Gezi Parkı’ndakilerin yüzde 58.1’i özgürlüklerinin kısıtlandığını
düşündükleri için oradaydılar. Parkın ağaçları kadar özgür olmaktı arzuları.
Gençler, ağaçların köklerinin toprağa sıkı sıkıya sarılması gibi kucakladılar
birbirlerini. İstedikleri yerde öpüşme, paşa gönüllerinin dilediği saatte
biralarını yudumluma, canları nasıl istiyorsa öyle giyinme haklarını korumak
için. Kimsenin onlara kaç çocuk yapacaklarını veya kürtaj yaptırıp
yaptırmayacaklarını dikte etmesine tahammülleri yoktu. Böyle başladı Türkiye
tarihinin en güzel başkaldırısı ve onun yarattığı özgürlük ortamı. Peki,
insanların kendilerini çok daha iyi ifade etmeye başladıkları bu dönemle
birlikte kişisel stillerde de özgürleşme gerçekleşecek mi? Özdemir Asaf’ın
“Devrim, en çok yapanı evirir” sözüyle konu üzerinde kafa yormaya başlayalım.
Kıyafetler ve zamanın ruhu
Moda tarihçisi James Laver, 1968’de, yani Fransa, Amerika, Çekoslovakya,
Almanya, Meksika ve Japonya’da toplumsal hareketlerin filizlendiği yılda,
“Giysiler asla havailik değildir; çağlarının temel toplumsal ve ekonomik
baskılarını ifade ederler” demişti. Bu cümleden hareketle, giyim tarzlarının
zamanın ruhunu yansıttığı savını ortaya atabiliriz.
Gezi Parkı’nda, çağımızın en etkili sivil itaatsizlik hareketini
gerçekleştiren gençlerin direnişleri gibi giyim tarzları da beklenmedikti.
Direnişlerini beklenmedik kılan, politik olmasından ziyade sosyal oluşuydu.
Amaç, var olan düzeni topyekun yıkarak bir devrim gerçekleştirmek değildi.
Onların peşinden gittiği, varoluşsal bir devrimdi. Fransız Marksist düşünür
Alain Badiou’nun Gezi eylemlerini, “Tarihin uyanışı adını verdiğim önemli bir
andır” diye anlatmasının sebebi de buydu bence. Gençler, isyan etme haklarını
kullandılar ve bunu yaparken de herhangi bir ideolojiyi, siyasi partiyi veya
örgütü arkalarına almadılar.
Giyim tarzlarını beklenmedik kılansa, eylem ve gösteri dendiğinde akla
gelen kıyafet kodlarıyla burada karşılaşmamamızdı. Mesela çadırlarda, kargo
pantolonu veya parka gibi “direnişçi kıyafetlerinin” yerine, elbiseler ve hatta
topuklu botlarla dinlenen kadınlara rastladım. Kırmızı elbisesiyle kolektif
hafızalara kazınan Ceyda Sungur da ezber bozan bir direnişçi imgesine sahipti.
Bilgi Üniversitesi’nde Moda Psikolojisi alanında ders veren Karen Pine, Sungur’un
kırmızı elbisesini ve içerdiği anlamları şöyle yorumluyor: “Bu imajın çok güçlü
bir sembol olması ve herkesin dikkatini çekmesinin pek çok sebebi var.
Öncelikle, kırmızı elbise giymesi ve kolunda beyaz çanta taşıması. Bu renk
kombinasyonu, Türk bayrağını akla getiriyor. Türk kimliğinin değişime açık
olduğu böyle bir zamanda bu görünümün daha kuvvetli bir tesiri var. Ayrıca,
kırmızının diğer tüm renklerden daha çok ses getirme özelliği var. Kırmızı, aşk
ve tutkunun rengi olmasının yanı sıra kadının doğurganlığını sembolize ediyor.
Bu durum, gördüğümüz imaja bir anlam daha ekliyor. Bir sonraki neslin annesi ve
Türkiye’nin geleceği olan genç kadın saldırıya uğruyor. Elbisenin modeline
baktığımızda da belden itibaren kloş olduğunu görüyoruz. Bu, kadının
doğurganlığıyla ilişkilendirilen bel-kalça oranını vurguluyor. Mavi elbise veya
tişörtle jean giymiş olsaydı bu görüntü bu kadar güçlü olmaz ve tüm dünyada
viral hale gelmezdi.”
Özgür stiller
Hayatlarımız artık ikiye ayrılıyor: Gezi’den Önce ve Gezi’den Sonra. Gezi
Parkı’nın havasını ve biber gazını (!) solumuş olan herkes artık başka türlü
düşünüyor. Otoriteye dil çıkarıyor, varoluşunu sorguluyor, dayatmalara karşı
dimdik duruyor. Nasıl ki 68 hareketleri sona erdiğinde Avrupa ülkeleri ve
Amerika eskisi gibi olmadıysa, Türkiye de Gezi eylemlerinin ardından yepyeni
bir ruha bürünmeye başladı bile. Bu yeni ruhta, herkesin sesi daha yüksek
çıkıyor. Toplumun kıyısına köşesine itilen LGBT grupların Haziran ayında
gerçekleştirdikleri Onur Yürüyüşü’nün, geçen yıllarla kıyaslandığında tam
anlamıyla bir karnaval havasında geçmesi bunun göstergelerinden.
Kendi adıma, yaşanan dönüşümün etkilerinin uzun bir sürece yayılacağına
inanıyorum. Bu süreçte, farklı seslere kulak vermeyi, farklı giyim tarzlarına
karşı tepkili olmamayı ve en önemlisi farklılığın kendisinden öcü gibi
korkmamayı öğreneceğiz. Kopyala-yapıştır tarzların yerini özgürce kendini ifade
eden stiller alacak. Karen Pine, “İnsanların kıyafetleri, karakterlerinin yanı
sıra yaşadıkları kültürü, ruh hallerini ve duygularını yansıtır. Gezi Parkı’yla
başlayan süreçte insanlar özgürleştiler. Bunun, giyim tarzlarına da etki etme
ihtimali var. Örneğin, insanların daha az konvansiyonel giyinişlerini veya
bireysel tarzlarıyla bir tavır ortaya koymak arzusuna sahip oluşlarını
görebiliriz” diyor.
Gezi direnişinin ardından, bir ülke düşlemeye başladım. Giyinirken,
“Etraftakiler ne düşünür?” baskısını üzerinden sıyırmış olan insanların
çoğunlukta olduğu bir ülke. Özgür düşünenlerin, fikirlerinden korkmayanların ve
sorgulamaktan çekinmeyenlerin olduğu bu ülkeyi ütopik bulabilirsiniz. Fakat
Ingeborg Bachmann’ın Malina romanında kaleme aldıklarını içinize sindirirseniz,
siz de bu ütopik ülkede yaşamak isteyebilirsiniz. “Bir gün gelecek, insanların
siyah ama altın gibi parlayan gözleri olacak; onlar, güzelliği görecekler,
pisliklerden arınmış ve yüklerden kurtulmuş olacaklar, havalara yükselecekler,
suların dibine inecekler, sıkıntılarını ve ellerinin nasır bağlamış olduğunu
unutacaklar. Bir gün gelecek, insanlar özgür olacaklar, bütün insanlar özgür
olacaklar, kendi özgürlük kavramları karşısında da özgür olacaklar. Bu, daha
büyük bir özgürlük olacak, ölçüsüz olacak, bütün bir yaşam boyunca sürecek...”
*ELLE Türkiye'nin Ağustos 2013 sayısında yayınlanmıştır.