Jardin
Majorelle’in havuzundaki nilüferlerle, Hotel La Mamounia’nın bahçesindeki
begonvillerle ve Marakeş’in ‘terracotta’ renkli yapılarıyla birlikte seni
andık. Marakeş’i seyrederken, koklarken ve duyarken sen hep yanımdaydın. Çünkü
burası, herkesten çok, senin Marakeş’in Yves Saint Laurent.
Renklerin,
kokuların ve seslerin hüküm sürdüğü efsunlu bir şehir olan Marakeş’teyim. Onca
rengin arasında Yves Saint Laurent’a esin verenlerini, envai çeşit kokunun
içinde onun başını döndürenlerini arıyorum. ‘Kayıp Zamanın İzinde’ yol
alıyorum. Bir moda dahisinin, Paris’ten sonraki ikinci evi olarak
nitelendirdiği şehirde olmanın heyecanını, kalbimde duyumsuyorum. “Marakeş’i
çok geç keşfettim. Burası, tüm renkler adına üzerimde olağanüstü bir şok etkisi
yarattı. Bu şehir, içimdeki rengi ortaya çıkardı” demişti Saint Laurent.
O, renk
skalasındaki hangi ton olurdu acaba? Marakeş’te çarpıcı bir kırmızı,
Paris’teyse kasvetli bir gri olurdu bence. Ah o kasvet! Dahinin yakasını bir
türlü bırakmayan kasvet! “Sanat eserlerinin tıpkı Artezyen kuyuları gibi
yükselmesi, ızdırabın kalbin derinliklerini kazımasıyla gerçekleşir” cümlesini
ona kurduran da bu kasvet olmalıydı.
Henüz 19
yaşındayken Christian Dior’la çalışmaya başlayan, 21’inde Dior modaevinin
başına geçen ve 25’ine eriştiğinde kendi modaevini kuran, kariyeri başarılarla
bezeli bir tasarımcıyı kedere meyilli kılan neydi sahiden? Uzun yıllar
sevgilisi ve daha sonra da iş ortağı olan Pierre Bergé’in onun hakkındaki ilk
izlenimi şöyleydi: “Utangaç ve tuhaf bir çocuktu. Dünyaya karşı kendini korumak
istercesine dapdaracık ceketlerinin düğmelerini sıkı sıkıya iliklerdi.” Saint
Laurant’ın kendini, çevresinden koruma içgüdüsü çocukluğunda gelişmişti belki
de. Tunus’ta geçen çocukluğu esnasında kırılganlığının ve hassassiyetinin
farkındaydı. Bir keresinde, “Erkek çocuğu olmanın gerekliliklerine sahip
değildim sanırım. Sınıf arkadaşlarım farklılığımı anladıkları anda şamar
oğlanına dönmüştüm” diyerek çocukluğunu anlatmıştı.
Başarılar, alkışlar
ve takdirler Yves Saint Laurent’ın kırılganlığına deva olmadı. 90’ların
başında, moda çevrelerinin onu demode bulmaya başladığı bir dönemde bile Le
Figaro’nun moda editörü Janie Samet onun için, “Güzel ve hassas bir kelebek
kadar narin” demişti. Marakeş sokaklarında, 2 yıl önce kaybettiğimiz bu duyarlı
kelebeğin ruhuna dokunuyorum.
Marakeş’in büyüsü
Marakeş, tüm
duyularımı harekete geçiren, müthiş bir kakafoni sunuyor. Gözlerim renklerden,
burnum esanslardan, kulaklarım da seslerden inanılmaz bir biçimde etkileniyor.
Şehrin, surlarla çevrili merkezindeki ‘souk’ adı verilen pazarlar, içinde
kaybolmaya canı gönülden razı olacağım labirentlerden farksız. Birbirine
bağlanan daracık sokaklar, her an bir sürprizle karşıma çıkıyor. Misk-i amberin
ağır kokusu burnumda tüterken birden bire renk renk geleneksel entarileri
içinde kadınlarla göz göze geliyorum. Çığırtkan pembeler, maviler, morlar ve
kırmızılar, bir zamanlar Yves Saint Laurent’ın da gözlerini okşamış olmalıydı
mutlaka.
Şehrin
keşmekeşinden yorulunca kendimi Hotel La Mamounia’ya atıyorum. Burası, Saint
Laurent ve Pierre Bergé’in Marakeş’teki evlerini satın almadan evvelki
sığınakları. Hatta Saint Laurent, 29 Ocak 1962’de, kendi markası için ilk
couture koleksiyonunu Paris’te sunduktan sonra dinlenmek üzere Bergé’le
birlikte buraya gelmiş. Bu ‘art deco’ harikası otelin bahçesinde oturup ne
hülyalara dalmıştır kim bilir camdan kalpli Saint Laurent.
Otelin muazzam
bahçesine açılan terasta nane çayımı içerken Alice Rawsthorn’un kaleme aldığı
Yves Saint Laurent biyografisini okuyorum. Sayfaları çevirdikçe Saint
Laurent’in burada geçirdiği günleri zihnimde, hayali bir kalemle çiziyorum.
Otelde o zamanlar da portakal ve hurma çiçeğiyle bal karışımından elde edilen
esans kullanılıyor muydu acaba? Bu koku, Saint Laurent’ın hatrına, Tunus’taki
çocukluğunu getirmiş miydi? Kuzey Afrika’ya özgü ağır kokuların, hafızanın
çekmecelerinde gizlenen hangi anıları ortaya dökeceği hiç belli olmaz. Bu
yüzden, dahi tasarımcı, annesi Lucienne’in dizinin dibinden ayrılmadığı, huzuru
onun kollarında bulduğu günlere geri gitmiş olabilir burada.
Saadet yuvası
Bu kez Jardin
Majorelle’de bir portakal ağacının altında kuşların senfonisini dinliyorum. Bu
harikulade bahçede insanın içi huzurla doluyor. Palmiye ağaçları, kaktüsler,
bambular, nilüferler ve yaseminler kadar, bahçeye özgü renkler de ruhu
dinlendiriyor.
Yves Saint
Laurent ve Pierre Bergé, 70’li yılların ortasında şehrin La Zahia (Sükunet)
bölgesinde, Dar es Saada (Mutluluğun Evi) adlı villayı satın aldılar. Kolonyal
dönem mimarisinin özelliklerini yansıtan villa, göz alıcı bir bahçeye sahipti.
Burası, ‘art deco’ mobilya ustası Louis Majorelle’in evi ve bahçesiydi.
Majorelle’in oğlu ressam Jacques Majorelle ise, botanik bahçesine bugünkü mavi
ve sarı ağırlıklı renklerini veren kişi oldu. 1980’de Dar es Saada’nın
yanındaki Villa Oasis’e de Saint Laurent ve Bergé sahip oldu. Tasarımcı, 80’li
yıllarda, Paris’te defilelerini sunduktan sonra Marakeşe’e giderek zamanının
çoğunu buradaki villasında geçirmeye başladı. Buraya karşı böylesi güçlü
duygular beslediği için 2oo8’de hayata gözlerini yumduğunda külleri bu villanın
bahçesine döküldü.
Saint Laurent’ın,
ilkbahar-yaz 1989 haute couture koleksiyonunda yer alan mercan kırmızısı
pelerinin üzerindeki mor begonvil işlemeleri, şu anda karşımda bana göz kırpan
begonvillerden yola çıkılarak mı yaratılmıştı? Modayı demokratikleştirdiği Rive
Gauche koleksiyonlarından 1968 tarihli olandaki safari ceketinin çizimlerini
Dar es Saada’da yapmış olabilir miydi?
Bir moda
devrimcisini düşlerken
Şimdi Jardin
Majorelle’de gözlerimi kapıyorum ve Yves Saint Laurent’ın modaya kattıklarını
bir kez daha gözümün önüne getiriyorum. Ona saygımı böyle belli ederek bu
bahçeyi terk etmek istiyorum.
İlk olarak, ‘le smoking’, yani smokin takım beliriyor gözlerimin önünde. Yıl 1967. Kadınların özgürlüklerine kavuşmaya başladığı dönemde, onlara en büyük armağanlardan birini veren Saint Laurent oldu. Lauren Bacall’a üzerindeki pantolonun markasını soran gazeteciler, “Pantolon söz konusu olduğunda Yves’den başkası olamaz” cevabını aldı. Fransız ELLE, Saint Lauren ve smokinleri hakkında makale üstüne makale yayınlarken çalışanlarının halen ofiste pantolon giymesine izin vermiyordu. “Saint Laurent devrimi” diye buna denirdi. Ardından, ressam Piet Mondrian ilhamlı Mondrian elbiseleri canlanıyor zihnimde. 60’larda sansasyona sebep olan siyah transparan elbise, ‘hippy deluxe’ imajının yaratıcısı olan çingene etekleri ve köylü bluzları, fildişi, cam ve tahta boncuklar kullanılarak hazırlanan, çığır açıcı Afrika koleksiyonundaki elbiseler...
Ben bunları
düşlerken beyaz orkide kokusu geliyor burnuma. Yves Saint Laurent’ın en sevdiği
çiçeğin kokusunu üretiyor zihnim. Ve ansızın gözlerimi açıyorum.
*ELLE'in Mart 2011 sayısında yayınlanmıştır.