16/11/2013

Yves Saint Laurent’ın Marakeş’i


Jardin Majorelle’in havuzundaki nilüferlerle, Hotel La Mamounia’nın bahçesindeki begonvillerle ve Marakeş’in ‘terracotta’ renkli yapılarıyla birlikte seni andık. Marakeş’i seyrederken, koklarken ve duyarken sen hep yanımdaydın. Çünkü burası, herkesten çok, senin Marakeş’in Yves Saint Laurent.


Renklerin, kokuların ve seslerin hüküm sürdüğü efsunlu bir şehir olan Marakeş’teyim. Onca rengin arasında Yves Saint Laurent’a esin verenlerini, envai çeşit kokunun içinde onun başını döndürenlerini arıyorum. ‘Kayıp Zamanın İzinde’ yol alıyorum. Bir moda dahisinin, Paris’ten sonraki ikinci evi olarak nitelendirdiği şehirde olmanın heyecanını, kalbimde duyumsuyorum. “Marakeş’i çok geç keşfettim. Burası, tüm renkler adına üzerimde olağanüstü bir şok etkisi yarattı. Bu şehir, içimdeki rengi ortaya çıkardı” demişti Saint Laurent.
O, renk skalasındaki hangi ton olurdu acaba? Marakeş’te çarpıcı bir kırmızı, Paris’teyse kasvetli bir gri olurdu bence. Ah o kasvet! Dahinin yakasını bir türlü bırakmayan kasvet! “Sanat eserlerinin tıpkı Artezyen kuyuları gibi yükselmesi, ızdırabın kalbin derinliklerini kazımasıyla gerçekleşir” cümlesini ona kurduran da bu kasvet olmalıydı.
Henüz 19 yaşındayken Christian Dior’la çalışmaya başlayan, 21’inde Dior modaevinin başına geçen ve 25’ine eriştiğinde kendi modaevini kuran, kariyeri başarılarla bezeli bir tasarımcıyı kedere meyilli kılan neydi sahiden? Uzun yıllar sevgilisi ve daha sonra da iş ortağı olan Pierre Bergé’in onun hakkındaki ilk izlenimi şöyleydi: “Utangaç ve tuhaf bir çocuktu. Dünyaya karşı kendini korumak istercesine dapdaracık ceketlerinin düğmelerini sıkı sıkıya iliklerdi.” Saint Laurant’ın kendini, çevresinden koruma içgüdüsü çocukluğunda gelişmişti belki de. Tunus’ta geçen çocukluğu esnasında kırılganlığının ve hassassiyetinin farkındaydı. Bir keresinde, “Erkek çocuğu olmanın gerekliliklerine sahip değildim sanırım. Sınıf arkadaşlarım farklılığımı anladıkları anda şamar oğlanına dönmüştüm” diyerek çocukluğunu anlatmıştı.
Başarılar, alkışlar ve takdirler Yves Saint Laurent’ın kırılganlığına deva olmadı. 90’ların başında, moda çevrelerinin onu demode bulmaya başladığı bir dönemde bile Le Figaro’nun moda editörü Janie Samet onun için, “Güzel ve hassas bir kelebek kadar narin” demişti. Marakeş sokaklarında, 2 yıl önce kaybettiğimiz bu duyarlı kelebeğin ruhuna dokunuyorum.


Marakeş’in büyüsü
Marakeş, tüm duyularımı harekete geçiren, müthiş bir kakafoni sunuyor. Gözlerim renklerden, burnum esanslardan, kulaklarım da seslerden inanılmaz bir biçimde etkileniyor. Şehrin, surlarla çevrili merkezindeki ‘souk’ adı verilen pazarlar, içinde kaybolmaya canı gönülden razı olacağım labirentlerden farksız. Birbirine bağlanan daracık sokaklar, her an bir sürprizle karşıma çıkıyor. Misk-i amberin ağır kokusu burnumda tüterken birden bire renk renk geleneksel entarileri içinde kadınlarla göz göze geliyorum. Çığırtkan pembeler, maviler, morlar ve kırmızılar, bir zamanlar Yves Saint Laurent’ın da gözlerini okşamış olmalıydı mutlaka.


Şehrin keşmekeşinden yorulunca kendimi Hotel La Mamounia’ya atıyorum. Burası, Saint Laurent ve Pierre Bergé’in Marakeş’teki evlerini satın almadan evvelki sığınakları. Hatta Saint Laurent, 29 Ocak 1962’de, kendi markası için ilk couture koleksiyonunu Paris’te sunduktan sonra dinlenmek üzere Bergé’le birlikte buraya gelmiş. Bu ‘art deco’ harikası otelin bahçesinde oturup ne hülyalara dalmıştır kim bilir camdan kalpli Saint Laurent.
Otelin muazzam bahçesine açılan terasta nane çayımı içerken Alice Rawsthorn’un kaleme aldığı Yves Saint Laurent biyografisini okuyorum. Sayfaları çevirdikçe Saint Laurent’in burada geçirdiği günleri zihnimde, hayali bir kalemle çiziyorum. Otelde o zamanlar da portakal ve hurma çiçeğiyle bal karışımından elde edilen esans kullanılıyor muydu acaba? Bu koku, Saint Laurent’ın hatrına, Tunus’taki çocukluğunu getirmiş miydi? Kuzey Afrika’ya özgü ağır kokuların, hafızanın çekmecelerinde gizlenen hangi anıları ortaya dökeceği hiç belli olmaz. Bu yüzden, dahi tasarımcı, annesi Lucienne’in dizinin dibinden ayrılmadığı, huzuru onun kollarında bulduğu günlere geri gitmiş olabilir burada.


Saadet yuvası
Bu kez Jardin Majorelle’de bir portakal ağacının altında kuşların senfonisini dinliyorum. Bu harikulade bahçede insanın içi huzurla doluyor. Palmiye ağaçları, kaktüsler, bambular, nilüferler ve yaseminler kadar, bahçeye özgü renkler de ruhu dinlendiriyor.
Yves Saint Laurent ve Pierre Bergé, 70’li yılların ortasında şehrin La Zahia (Sükunet) bölgesinde, Dar es Saada (Mutluluğun Evi) adlı villayı satın aldılar. Kolonyal dönem mimarisinin özelliklerini yansıtan villa, göz alıcı bir bahçeye sahipti. Burası, ‘art deco’ mobilya ustası Louis Majorelle’in evi ve bahçesiydi. Majorelle’in oğlu ressam Jacques Majorelle ise, botanik bahçesine bugünkü mavi ve sarı ağırlıklı renklerini veren kişi oldu. 1980’de Dar es Saada’nın yanındaki Villa Oasis’e de Saint Laurent ve Bergé sahip oldu. Tasarımcı, 80’li yıllarda, Paris’te defilelerini sunduktan sonra Marakeşe’e giderek zamanının çoğunu buradaki villasında geçirmeye başladı. Buraya karşı böylesi güçlü duygular beslediği için 2oo8’de hayata gözlerini yumduğunda külleri bu villanın bahçesine döküldü.
Saint Laurent’ın, ilkbahar-yaz 1989 haute couture koleksiyonunda yer alan mercan kırmızısı pelerinin üzerindeki mor begonvil işlemeleri, şu anda karşımda bana göz kırpan begonvillerden yola çıkılarak mı yaratılmıştı? Modayı demokratikleştirdiği Rive Gauche koleksiyonlarından 1968 tarihli olandaki safari ceketinin çizimlerini Dar es Saada’da yapmış olabilir miydi?

Bir moda devrimcisini düşlerken
Şimdi Jardin Majorelle’de gözlerimi kapıyorum ve Yves Saint Laurent’ın modaya kattıklarını bir kez daha gözümün önüne getiriyorum. Ona saygımı böyle belli ederek bu bahçeyi terk etmek istiyorum.

























İlk olarak, ‘le smoking’, yani smokin takım beliriyor gözlerimin önünde. Yıl 1967. Kadınların özgürlüklerine kavuşmaya başladığı dönemde, onlara en büyük armağanlardan birini veren Saint Laurent oldu. Lauren Bacall’a üzerindeki pantolonun markasını soran gazeteciler, “Pantolon söz konusu olduğunda Yves’den başkası olamaz” cevabını aldı. Fransız ELLE, Saint Lauren ve smokinleri hakkında makale üstüne makale yayınlarken çalışanlarının halen ofiste pantolon giymesine izin vermiyordu. “Saint Laurent devrimi” diye buna denirdi. Ardından, ressam Piet Mondrian ilhamlı Mondrian elbiseleri canlanıyor zihnimde. 60’larda sansasyona sebep olan siyah transparan elbise, ‘hippy deluxe’ imajının yaratıcısı olan çingene etekleri ve köylü bluzları, fildişi, cam ve tahta boncuklar kullanılarak hazırlanan, çığır açıcı Afrika koleksiyonundaki elbiseler...
Ben bunları düşlerken beyaz orkide kokusu geliyor burnuma. Yves Saint Laurent’ın en sevdiği çiçeğin kokusunu üretiyor zihnim. Ve ansızın gözlerimi açıyorum.

*ELLE'in Mart 2011 sayısında yayınlanmıştır.