Entelektüel ve politik boyutları olan feminizm, Beyoncé,
Jennifer Lawrence ve Emma Watson gibi popüler kültür ikonları sayesinde sahneye
çıktı. “Meşhur olmak” feminizme yaradı mı?
2014, feminizm kelimesinin senesiydi. İngilizce
sözlük Merriam-Webster’ın internet sitesinde en çok aranan kelimeler arasında
beşinci sırada o vardı. Time dergisinin 2015’te yasaklanmasını önerdiği
kelimeler listesinde yine ona rastladık. Dergi, daha sonra gelen tepkiler üzerine
bir özür yazısı yayınlarken, kelimeyi “kara listeye” almak istemesinin nedenini
de açıkladı: “Feminizmin kendisiyle ilgili bir problemimiz olmasa da bu
hareket, ne zamandan beri neredeyse her ünlünün, sanki partisini açıklamak
zorunda hisseden bir siyasetçi gibi, ortalara çıkıp bu konuda kendi duruşunu
mutlaka beyan etmek zorunda hissettiği bir harekete dönüştü? Feminizmin
üzerinde duralım durmasına ama bunu yaparken onu, bir Susan B. Anthony
(kadınların seçme-seçilme hakkı mücadelesinin öncü isimlerinden) yürüyüşünde
etrafa konfeti gibi saçtığımız bir etikete dönüştürmekten de vazgeçelim.”
Bu konuda düşünmeye başlarken ben de tam olarak aynı
kanıdaydım. Feminist olduklarını iddia eden popüler kültür ikonları, gerçekten de
öyle miydiler? Judith Butler, Simone de Beauvoir, Virginia Woolf, Sylvia Plath,
Leyla Erbil ve Tezer Özlü’nün kadınlar ve kadınlık halleri üzerine
yazdıklarının yanında ünlülerin feminizm söylemleri biraz “light” kalmıyor
muydu? Dahası, uğruna sert mücadeleler verilen bu kavram şimdi PR çalışmalarına
alet olmuyor muydu? Feminizmin entelektüel bir boyutu olmalıydı ve bu da popüler
kültürle yan yana gelemezdi. Bunları düşünerek eğlence dünyasının feminist meşhurlarını
kendimce burun kıvırdığım bir sırada, Amerikalı yazar Roxane Gay’in kısa süre
önce yayımlanan Bad Feminist adlı kitabından
bir alıntıyla karşılaştım. “Kötü feminist yaftasını resmen kabulleniyorum.
Böyle yapıyorum çünkü kusurluyum ve insanım. Feminist tarihçe konusunda aşırı
derecede bilgili değilim. Bazı zevklerim, kişisel özelliklerim ve fikirlerim
ana akım feminizmin çizgisinde olmayabilir ama yine de ben bir feministim.
Kadınlar ve erkekler için fırsat eşitliğine inanıyorum.” Belki de feminizmi bu
kadar basite indirgeyerek daha iyi anlayabiliriz. En nihayetinde ben de modayı
seven, Sex and the City’yi izlemekten hiç bıkmayan, moda dergilerinin
sayfalarında kaybolmaya bayılan bir feministim. Çelişkili mi? Belki.
Feminizmin şöhretli
hali
2014’te öyle çok ünlü isim feminizm bayrağını taşımaya gönüllü oldu ki. Beyoncé,
geçtiğimiz ağustos ayında MTV Video Müzik Ödülleri’nde büyük puntolarla
yazılmış feminist kelimesinin önünde Flawless
(Kusursuz) parçasını seslendirdiğinde olay yarattı. Aynı parçada Nijeryalı
yazar Chimamanda Ngozi Adichie’nin “Hepimiz feminist olmalıyız” başlıklı
konuşmasından alıntılar yapmış olması da cabasıydı. Son olarak, Cinsiyet
Eşitliği bir Mit başlıklı bir yazıya bile imza atarak, kadın ve erkeğe eşit hak
ve fırsatlar tanınmadığını söyledi. Şaşırtıcı olsa da feminizmi sahiplenen
ünlüler kervanına Miley Cyrus da katıldı. “Dünyanın en büyük feministlerinden
biriymiş gibi hissediyorum çünkü kadınlara hiçbir şeyden korkmamaları gerektiğini
söylüyorum” diyerek duruşunu sergiledi. Taylor Swift, Lorde, Emma Watson, Jennifer
Lawrence, Claire Danes ve Amy Poehler de “Feministim” diyenler arasındaydı. Kimileri
onları alkışladı, kimileriyse bu ünlüleri feminizmi şöhretlerine alet etmekle
suçladı. İkonik tasarımcı Karl Lagerfeld de tıpkı ünlüler gibi feminizm
“modasına” uydu. Chanel’in 2015 ilkbahar-yaz sezonu defilesi feminist bir protesto
eşliğinde sergilendi. Modeller ellerinde ‘Kadınlara öncelik’, ‘Tarih kadının
hikâyesidir’ ve ‘Erkekler de hamile
kalsın’ yazan pankartlar taşıyarak defileyi sonlandırdılar. Böylece feminizm
podyuma da çıkmış oldu.
Feminist dergi Amargi’nin editörü Aksu Bora’ya konuyla ilgili görüşlerini
sorduğumda, için için ünlüleri yerden yere vurmasını bekliyordum. Ne de olsa o esaslı
bir feministti: “Çok
şükür ki ‘hakiki feminist’ belgesi veren bir kurumumuz yok, feminizme giriş
sınavı falan da yok. Bir kadın feminist olduğunu söylüyorsa, öyledir. Tapınak
rahibeleri gibi ona buna ‘yo, ondan feminist olmaz’ diyenlere bakmayın siz;
parayla imanın kimde olduğu belli olmaz! Ben ünlülerin de ünsüzlerin de
feminizmi sahiplenmesine seviniyorum. Çok bayıldığım bir feminizm türü olmasa
da, ‘ünlüler geldi, feminizmi bozdu’ gibi bir şey düşünmüyorum. Eğer PR
çalışmalarının parçası olarak feminizmi sahipleniyorlarsa daha da güzel. Demek
ki ‘feminizm öldü’ çığırtkanları haksızmış; feminizmin hâlâ
‘gideri’ varmış.”
Cinsiyet
eşitliği fikrini kitlelere ulaştırmayı başaran ünlüleri ille de iyi veya kötü
feminist kategorisine sokmaya çalışmak yersiz belki de. Onların temsil
ettikleri feminizm türüyle ilgili kafa yormak daha doğru.
Güçlenen kadınlar
Tarihin en ünlü feministlerinden yazar, düşünür, aktivist Simone de
Beauvoir, 1976 yılında kendisiyle yapılan bir röportajda, “Feminist, genel
eşitlik için mücadele etmektedir, kadının en az herhangi bir erkek kadar
önemli, geçerli olabilme hakkı için” demişti. Popüler kültürün bir parçası olan
meşhur kadınlar, farklı girişimlerle erkeklerle eşit olunabileceğini
ispatlamayı başardılar. Kendi ayakları üstünde duran, para kazanan, özgürce tercihlerini
yapan bu ünlüler, günümüzün güçlenen kadınlarının göz önünde olan simgeleri
haline geldiler. İkonik figürlerin başını çektiği bu güçlenme genel anlamda feminist
hareket için ne anlama geliyor acaba? Aksu Bora bu duruma eleştirel bir
yaklaşım getiriyor. “21.
yüzyılın kadın yüzyılı olacağını söylüyorlardı. Bunun ekonomik-siyasal
gelişmelerle yakından ilişkisi var. Kapitalist piyasa, daha önce olmadığı kadar
güçlü bir biçimde kadın emeğini çağırıyor. Çünkü esnek çalışma ve ‘gayrı maddi
emek’ denilen emek türü, giderek çalışmanın temel biçimi haline geliyor. Bu
emek biçimi de kadınların zaten bildikleri, yatkın oldukları biçim. Fıtraten
değil tabii, tarihsel olarak böyle. Dolayısıyla, kadınların, en azından kentli,
eğitimli, orta-üst orta sınıftan olanların ‘girl
power’a katılmaları, piyasanın istediği bir şey. Kadınlar açısından bu, bir
tür güçlenmeye işaret ediyor elbette: Yuvayı yapan dişi kuş olmaktan, kendi
ayakları üzerinde durabilen güçlü kadına doğru bir dönüşüm. Bu dönüşüme
şüpheyle bakmama sebep olan bir şey varsa o da, feminizmin politik bir hareket
olmaktan çıkıp bir tür yaşam tarzı, kişisel güçlenme haline gelmesi.
"Benim bedenim, benim kararım" sloganında olduğu gibi. 1970'ler
feminizminin o güçlü ‘our bodies, ourselves’ (bedenimiz bizimdir)
sloganını böyle tuhaf bir hale sokmak, tam olarak bahsettiğim dönüşümü
gösteriyor. Biz'den ben'e, oluş'tan karar'a. Oysa politik bir hareket her
şeyden önce kolektiftir. Kişisel güçlenmeden çok daha fazlasını ister: Dünyayı
değiştirmeyi; yeni bir dünya kurmayı.”
Pop
feminizmin kolektif olduğunu söyleyebilmek biraz zor. Popüler kültür
ikonlarının “Başardım” madalyasıyla birlikte feminizmi yakalarına takmaları, idealize
edilmiş bir kadın tipi yaratma riski taşıyor. Güçlü, başarılı ve kusursuz bir
kadın. Bu ‘girl power’ prototipinde
başarısızlığa, zayıflığa ve kusurlara yer yok gibi görünüyor. Oysa feminizmin
gayesi, her türden kadının gücüyle toplumda kadın ve erkeğin her anlamda eşit
olmasını sağlamak değil mi?
*Vogue Türkiye Şubat sayısında yayınlanmıştır.
*Vogue Türkiye Şubat sayısında yayınlanmıştır.