Peggy
Guggenheim hayatı boyunca iki şey biriktirdi: Sanat eserleri ve erkekler. Venedik
Bienali sürerken, Venedik’le özdeşleşmiş olan başına buyruk koleksiyonerin tuhaf
ve renkli yaşamına dalıyoruz.
1940 senesinde, Picasso’nun Paris’teki atölyesini bir
kadın ziyaret eder. Bir süre kendisini görmezden geldikten sonra, Picasso kadının
yanına yaklaşır ve “İç çamaşırı departmanı ikinci katta hanımefendi” der. Almanların
Paris’i işgalinden önce her gün bir eser satın alan bu kadın, Peggy
Guggenheim’dan başkası değildir. Picasso ise tek bir cümleyle, o dönemde erkeklerin
egemenliğindeki sanat dünyasının kadına dair bakış açısını ortaya koyar. Onun
küçümseyen tavrına karşılık Guggenheim koleksiyonuna, Giacometti, Kandinsky,
Man Ray ve Léger gibi kayda değer sanatçıların işlerini çoktan eklemiş ve hatta
1938’de ilk galerisi Guggenheim Jeune’u Londra’da açmıştır bile. Akıl hocasının
Marcel Duchamp olduğunu, modern sanat hakkında tüm bildiklerini ondan
öğrendiğini söylemekten çekinmez. Out of This Century: Confessions of an Art
Addict (Bu Yüzyılın Dışında: Bir Sanat Müptelasının İtirafları) adlı
otobiyografik kitabında, “Marcel beni eğitmekle uğraştı. Onsuz ne yapardım
bilemiyorum. Her şeyden önce, soyut ve sürreal sanat akımları arasındaki farkı
bana o öğretti. Beni bütün sanatçılarla tanıştırdı. Modern sanat camiasına
girmemi sağladığı için ona müteşekkirim,” yazdı. Bu camiada, topladığı sanat
eserleri kadar yaşadığı aşk ilişkileriyle de hep parmakla gösterilen bir figür
oldu. Bir gazeteci kaç kocası olduğunu sorduğunda, “Benimkileri mi yoksa diğer
kadınların kocalarını mı kast ediyorsunuz?” diye yanıtladı. Otobiyografisinde aşk ve seks hayatını fütursuzca anlattığı,
hatta Samuel Beckett, Max Ernst ve Marcel Duchamp gibi ünlü sanatçılarla
ilişkilerini detaylıca ortaya döktüğü için nüfuzlu ailesinin tepkisini çekti.
Onlara göre, kitabın adı Out of Her Mind (Aklını Kaçırmış) olmalıydı. Çünkü
Peggy, anlı şanlı Guggenheim ailesinin burjuva değerlerini elinin tersiyle itip,
bohem bir yaşam tarzı seçmişti.
1898 yılında, New York’ta çok varlıklı bir ailenin kızı
olarak dünyaya geldiği için ayrıcalıklı bir çocukluk geçirir. 15 yaşına kadar
okula gitmeyen, dolayısıyla hiç arkadaş edinemeyen ve mürebbiyelerden eğitim
alan Guggenheim, çocukluğundan “aşırı mutsuz” diye söz eder. Hayranlık duyduğu
babası Benjamin Guggenheim’ın kabarık bir metres listesi vardır. Ailesini terk
edip Paris’e yerleşmeye karar verdikten bir yıl sonra, 1912’deki Titanic
faciasında metresiyle birlikte hayatını kaybetmesi, genç Guggenheim’a yıllarca
üstesinden gelemeyeceği büyük bir acı yaşatır. “Aslında hiçbir zaman tam olarak
toparlanamadım. Bundan ötürü o tarihten beri baba arayışı içinde olduğumu
düşünüyorum.” Onca sevgilinin baba figürünün yerine geçip geçmediği konusunda söz
söylemek ancak bir psikoterapiste düşer. Biz şimdi, koleksiyonerin kendi
cümlelerinde, onun kişiliğine ilişkin detayların peşine düşmeye devam edelim. Peggy
Guggenheim: Art Addict (Peggy Guggenheim: Sanat Müptelası) belgeselinde,
kendisinden geriye kalan tek ses kayıtlarında “Sanırım çok hüzünlü bir hayatım
var,” deyişi duyulur. Bu hüznün tek sebebi babasının kaybı değildir elbette. “Kız
kardeşlerim muhteşem güzellikte olduklarından, ailede çirkin muamelesi görerek
yetiştirildim. Bu da bana aşağılık kompleksi yaşattı.” Büyükbabasından miras
kalan kocaman burnunu, estetik operasyonların bugünkü kadar yaygın olmadığı 1920’de
başarısızlıkla sonuçlanan bir ameliyatla düzelttirmeye çalışsa da Guggenheim
burnu, hakkında yazılan biyografilere mutlaka konu olur. İki dünya savaşı
arasındaki dönemde bir Yahudi olmanın zorluklarından kaçınmaya çalışmak da onun
için kolay olmaz. Bu zorlukların onu teğet geçmiş olduğunu düşündüren cümlelere
otobiyografisinde rastlarız: “Kafelerde oturup şampanya içme alışkanlığımız
vardı. Etrafımız onca ıstırapla sarılıyken, sürdürdüğümüz aptalca yaşamı düşündüğümde
bunun gerçekten akıl almaz olduğunu görüyorum. Korkunç bir sefalet içindeki
mültecileri taşıyan trenler akın akın şehre geliyor, seyir halindeyken insanlar
kurşuna diziliyordu. Neden o zavallı insanların yardımına koşmadığımı
bilemiyorum. Bunu yapmak yerine, Bill’le şampanya içtim.” Savaşın gerçeklerine
karşı eylemsiz kalsa da sanat koleksiyonunun üstüne titrer Guggenheim. Savaş
şiddetlenmek üzereyken koleksiyonunu Louvre Müzesi’nde saklamak istediğinde, koleksiyon
saklanmaya değer görülmediği için reddedilir. Kandinsky, Klee, Gris,
Picabia’nın yapıtlarıyla birlikte Miro, Max Ernst, Chirico, Tanguy, Dali ve
Magritte’in sürrealist tablolarının hak ettikleri değeri görmemesi Guggenheim’ı
öfkelendirir. Hepsini, bir arkadaşının Vichy kırsalındaki ambarına, ardından da
New York’a götürür.
Kendisini, narsist, nemfoman, aykırı, kaçık, özgür kadın,
küçük kız ve yalnız kurt olarak tarif eder Gugggenheim. Neredeyse 20 yıl
boyunca Avrupa’nın bohem çevrelerinde yaşadıktan sonra 1941’de Bohemya’nın
Kralı dediği, boşandığı kocası Laurence Veil, iki çocuğu ve bir süre sonra
evleneceği sevgilisi sanatçı Max Ernst’le birlikte New York’a geri döner. Burada
açtığı yeni galerisi Art of this Century, “tüm avangart etkinliklerin merkezi”
haline gelir. Jackson Pollock’ı, amcası Solomon Guggenheim’ın kurduğu New
York’taki Guggenheim Müzesi’nde marangozluk yaparken ilk keşfeden ve hamilik
yapan o olur. Pollock’ın yanı sıra Mark Rothko, Robert Motherwell, David Hare,
Joseph Cornell ve Willem de Kooning’in eserlerini galeride sergileyerek
Amerikan sanatına gerçek anlamda yön verir.
Venedik tutkunu
“Balayı için Venedik’in ideal şehir olduğu varsayılır ki
bu ciddi bir hatadır. Venedik’te yaşamak ya da burayı yalnızca bir kez ziyaret
etmek bile şehre aşık olmak anlamına gelir. Kalbinizde başka kimseye yer
kalmaz.” Guggenheim’ın savaş sonrasındaki sığınağı, büyük bir şevkle bahsettiği
ve yaşamının son 30 yılını geçirdiği Venedik olur. 1948’de, koleksiyonunu
Venedik Bienali’nde sergiler. Savaşın ardından düzenlenen ilk bienalde yer alan
modern eserler büyük ilgi görür. Avrupa, faşizmden sağ çıkmıştır çıkmasına
ancak modern sanat kaçınılmaz olarak durağanlaşmıştır. Savaş boyunca Hitler ve
Mussolini rejimlerinin baskısı altında modern eserler sergilenemez. Bu sebeple,
Avrupa ve Amerika’daki modern sanatçıları bir araya getiren Guggenheim
koleksiyonu büyük ses getirir. Bienalden bir yıl sonra, günümüzde de koleksiyonunu
ağırlayan, Büyük Kanal’daki 18. yüzyıl yapısı Palazzo Venier dei Leoni’yi satın
alır Guggenheim. Burası, Venedik’i Venedik yapan bir sanat tapınağı olur adeta.
Elbette bunda Guggenheim’ın renkli kişiliğinin da payı var. 51 yaşındayken bile
evinin terasında çıplak güneşlenen bir kadından söz ediyoruz. Burayı yaz
boyunca ziyarete açarak, evin tamamına yayılmış olan koleksiyonunu herkesle
paylaşır. Kübizmden, ekspresyonizme ve sürrealizme kadar farklı sanat
akımlarından eserlerin bulunduğu koleksiyonda aralarında Marcel Duchamp,
Salvador Dali, René Magritte, Piet Mondrian ve Jackson Pollock’ın bulunduğu pek
çok sanatçının eseri bulunur. Yaşamının son yıllarında hayattaki en büyük
başarısı sorulduğunda, “Pollock ve koleksiyonum,” der. Hayatı boyunca pek çok
sanatçıya destek olsa da onlardan bir karşılık beklemez Guggenheim.
“Yaratmaları ve insanlığa onca şey vermeleri yeterli. Yaptıklarımın
karşılığında kişisel bir şey beklemedim. Resimlerin tadını çıkardım.”
*Vogue Türkiye Temmuz 2017 sayısında yayınlandı.