16/08/2017

Sıradışı bir sanat aşığı


Peggy Guggenheim hayatı boyunca iki şey biriktirdi: Sanat eserleri ve erkekler. Venedik Bienali sürerken, Venedik’le özdeşleşmiş olan başına buyruk koleksiyonerin tuhaf ve renkli yaşamına dalıyoruz.



1940 senesinde, Picasso’nun Paris’teki atölyesini bir kadın ziyaret eder. Bir süre kendisini görmezden geldikten sonra, Picasso kadının yanına yaklaşır ve “İç çamaşırı departmanı ikinci katta hanımefendi” der. Almanların Paris’i işgalinden önce her gün bir eser satın alan bu kadın, Peggy Guggenheim’dan başkası değildir. Picasso ise tek bir cümleyle, o dönemde erkeklerin egemenliğindeki sanat dünyasının kadına dair bakış açısını ortaya koyar. Onun küçümseyen tavrına karşılık Guggenheim koleksiyonuna, Giacometti, Kandinsky, Man Ray ve Léger gibi kayda değer sanatçıların işlerini çoktan eklemiş ve hatta 1938’de ilk galerisi Guggenheim Jeune’u Londra’da açmıştır bile. Akıl hocasının Marcel Duchamp olduğunu, modern sanat hakkında tüm bildiklerini ondan öğrendiğini söylemekten çekinmez. Out of This Century: Confessions of an Art Addict (Bu Yüzyılın Dışında: Bir Sanat Müptelasının İtirafları) adlı otobiyografik kitabında, “Marcel beni eğitmekle uğraştı. Onsuz ne yapardım bilemiyorum. Her şeyden önce, soyut ve sürreal sanat akımları arasındaki farkı bana o öğretti. Beni bütün sanatçılarla tanıştırdı. Modern sanat camiasına girmemi sağladığı için ona müteşekkirim,” yazdı. Bu camiada, topladığı sanat eserleri kadar yaşadığı aşk ilişkileriyle de hep parmakla gösterilen bir figür oldu. Bir gazeteci kaç kocası olduğunu sorduğunda, “Benimkileri mi yoksa diğer kadınların kocalarını mı kast ediyorsunuz?” diye yanıtladı. Otobiyografisinde  aşk ve seks hayatını fütursuzca anlattığı, hatta Samuel Beckett, Max Ernst ve Marcel Duchamp gibi ünlü sanatçılarla ilişkilerini detaylıca ortaya döktüğü için nüfuzlu ailesinin tepkisini çekti. Onlara göre, kitabın adı Out of Her Mind (Aklını Kaçırmış) olmalıydı. Çünkü Peggy, anlı şanlı Guggenheim ailesinin burjuva değerlerini elinin tersiyle itip, bohem bir yaşam tarzı seçmişti.


1898 yılında, New York’ta çok varlıklı bir ailenin kızı olarak dünyaya geldiği için ayrıcalıklı bir çocukluk geçirir. 15 yaşına kadar okula gitmeyen, dolayısıyla hiç arkadaş edinemeyen ve mürebbiyelerden eğitim alan Guggenheim, çocukluğundan “aşırı mutsuz” diye söz eder. Hayranlık duyduğu babası Benjamin Guggenheim’ın kabarık bir metres listesi vardır. Ailesini terk edip Paris’e yerleşmeye karar verdikten bir yıl sonra, 1912’deki Titanic faciasında metresiyle birlikte hayatını kaybetmesi, genç Guggenheim’a yıllarca üstesinden gelemeyeceği büyük bir acı yaşatır. “Aslında hiçbir zaman tam olarak toparlanamadım. Bundan ötürü o tarihten beri baba arayışı içinde olduğumu düşünüyorum.” Onca sevgilinin baba figürünün yerine geçip geçmediği konusunda söz söylemek ancak bir psikoterapiste düşer. Biz şimdi, koleksiyonerin kendi cümlelerinde, onun kişiliğine ilişkin detayların peşine düşmeye devam edelim. Peggy Guggenheim: Art Addict (Peggy Guggenheim: Sanat Müptelası) belgeselinde, kendisinden geriye kalan tek ses kayıtlarında “Sanırım çok hüzünlü bir hayatım var,” deyişi duyulur. Bu hüznün tek sebebi babasının kaybı değildir elbette. “Kız kardeşlerim muhteşem güzellikte olduklarından, ailede çirkin muamelesi görerek yetiştirildim. Bu da bana aşağılık kompleksi yaşattı.” Büyükbabasından miras kalan kocaman burnunu, estetik operasyonların bugünkü kadar yaygın olmadığı 1920’de başarısızlıkla sonuçlanan bir ameliyatla düzelttirmeye çalışsa da Guggenheim burnu, hakkında yazılan biyografilere mutlaka konu olur. İki dünya savaşı arasındaki dönemde bir Yahudi olmanın zorluklarından kaçınmaya çalışmak da onun için kolay olmaz. Bu zorlukların onu teğet geçmiş olduğunu düşündüren cümlelere otobiyografisinde rastlarız: “Kafelerde oturup şampanya içme alışkanlığımız vardı. Etrafımız onca ıstırapla sarılıyken, sürdürdüğümüz aptalca yaşamı düşündüğümde bunun gerçekten akıl almaz olduğunu görüyorum. Korkunç bir sefalet içindeki mültecileri taşıyan trenler akın akın şehre geliyor, seyir halindeyken insanlar kurşuna diziliyordu. Neden o zavallı insanların yardımına koşmadığımı bilemiyorum. Bunu yapmak yerine, Bill’le şampanya içtim.” Savaşın gerçeklerine karşı eylemsiz kalsa da sanat koleksiyonunun üstüne titrer Guggenheim. Savaş şiddetlenmek üzereyken koleksiyonunu Louvre Müzesi’nde saklamak istediğinde, koleksiyon saklanmaya değer görülmediği için reddedilir. Kandinsky, Klee, Gris, Picabia’nın yapıtlarıyla birlikte Miro, Max Ernst, Chirico, Tanguy, Dali ve Magritte’in sürrealist tablolarının hak ettikleri değeri görmemesi Guggenheim’ı öfkelendirir. Hepsini, bir arkadaşının Vichy kırsalındaki ambarına, ardından da New York’a götürür.


Kendisini, narsist, nemfoman, aykırı, kaçık, özgür kadın, küçük kız ve yalnız kurt olarak tarif eder Gugggenheim. Neredeyse 20 yıl boyunca Avrupa’nın bohem çevrelerinde yaşadıktan sonra 1941’de Bohemya’nın Kralı dediği, boşandığı kocası Laurence Veil, iki çocuğu ve bir süre sonra evleneceği sevgilisi sanatçı Max Ernst’le birlikte New York’a geri döner. Burada açtığı yeni galerisi Art of this Century, “tüm avangart etkinliklerin merkezi” haline gelir. Jackson Pollock’ı, amcası Solomon Guggenheim’ın kurduğu New York’taki Guggenheim Müzesi’nde marangozluk yaparken ilk keşfeden ve hamilik yapan o olur. Pollock’ın yanı sıra Mark Rothko, Robert Motherwell, David Hare, Joseph Cornell ve Willem de Kooning’in eserlerini galeride sergileyerek Amerikan sanatına gerçek anlamda yön verir.


Venedik tutkunu
“Balayı için Venedik’in ideal şehir olduğu varsayılır ki bu ciddi bir hatadır. Venedik’te yaşamak ya da burayı yalnızca bir kez ziyaret etmek bile şehre aşık olmak anlamına gelir. Kalbinizde başka kimseye yer kalmaz.” Guggenheim’ın savaş sonrasındaki sığınağı, büyük bir şevkle bahsettiği ve yaşamının son 30 yılını geçirdiği Venedik olur. 1948’de, koleksiyonunu Venedik Bienali’nde sergiler. Savaşın ardından düzenlenen ilk bienalde yer alan modern eserler büyük ilgi görür. Avrupa, faşizmden sağ çıkmıştır çıkmasına ancak modern sanat kaçınılmaz olarak durağanlaşmıştır. Savaş boyunca Hitler ve Mussolini rejimlerinin baskısı altında modern eserler sergilenemez. Bu sebeple, Avrupa ve Amerika’daki modern sanatçıları bir araya getiren Guggenheim koleksiyonu büyük ses getirir. Bienalden bir yıl sonra, günümüzde de koleksiyonunu ağırlayan, Büyük Kanal’daki 18. yüzyıl yapısı Palazzo Venier dei Leoni’yi satın alır Guggenheim. Burası, Venedik’i Venedik yapan bir sanat tapınağı olur adeta. Elbette bunda Guggenheim’ın renkli kişiliğinin da payı var. 51 yaşındayken bile evinin terasında çıplak güneşlenen bir kadından söz ediyoruz. Burayı yaz boyunca ziyarete açarak, evin tamamına yayılmış olan koleksiyonunu herkesle paylaşır. Kübizmden, ekspresyonizme ve sürrealizme kadar farklı sanat akımlarından eserlerin bulunduğu koleksiyonda aralarında Marcel Duchamp, Salvador Dali, René Magritte, Piet Mondrian ve Jackson Pollock’ın bulunduğu pek çok sanatçının eseri bulunur. Yaşamının son yıllarında hayattaki en büyük başarısı sorulduğunda, “Pollock ve koleksiyonum,” der. Hayatı boyunca pek çok sanatçıya destek olsa da onlardan bir karşılık beklemez Guggenheim. “Yaratmaları ve insanlığa onca şey vermeleri yeterli. Yaptıklarımın karşılığında kişisel bir şey beklemedim. Resimlerin tadını çıkardım.” 

*Vogue Türkiye Temmuz 2017 sayısında yayınlandı.

No comments:

Post a Comment