Azzedine
Alaia, defile takvimlerine uymadan, daima yaratıcılığının döngülerini takip
ederek tasarım yaptı. Tek başına alkış almanın, kendisine yardım eden atölye
çalışanlarına karşı saygısızlık olacağına inandığından, hiçbir defilesinin
sonunda selam vermedi. Kemikleşmiş moda düzeninin içinde Alaia usulü yavaş bir yaratım
ve üretim sürecine sadık kalırken, kalıptan dikime tüm couture tasarımlarını
elleriyle yapmaktan hiç vazgeçmedi. Kasım ayında aramızdan ayrılan tasarımcı, hem
kurallarını kendi belirlediği çalışma tarzıyla hem de yarattığı özgün estetikle
modada eşi benzeri olmayan bir isim.
“Kimilerine göre lüks, çok para sahibi olmak ve
gösterişli bir arabaya binmektir. Benim içinse bunlar hiçbir şey ifade etmiyor.
Güzel bir tabak yemek olmaksızın bunların ne anlamı olabilir ki? Bence lüks,
her gün tam istediğin şeyi yapabilmek, sevdiğin arkadaşların ve ailenle bir
tabak spagettinin yanında fesleğen ve domatesle süslediğin leziz mozarella
salatasını paylaşmaktır.” Azzedine Alaia’nın bu söyledikleri, onun bir
tasarımcıdan öte, nasıl bir insan olduğunu anlamak için iyi bir başlangıç. Zira
onu tanıyanların, en az muazzam tasarımları kadar çok bahsettikleri bir konu
varsa, o da Alaia’nın mutfağı. Her öğlen atölyesinde çalışanlara yemek pişirip
onlarla birlikte yemek yiyen, aynı zamanda evi ve butiğinin de bulunduğu Paris,
Marais’deki mekanına röportaj yapmaya gelenleri de mutlaka sofrasında ağırlayan
bu ufak tefek adama göre zenginliğin yolu mutfaktan ve paylaşmaktan geçiyor. Moda
yazarı Cathy Horyn, Alaia’nın atölyesinin karman çorman ortamını ve kaotik
havasını ilk kez 1999’da soluduğunda öylesine etkilenir ki tasarımcıya Paris’e
her geldiğinde kendisini ziyaret edip edemeyeceğini sorar. “Benim evim, senin
evindir” karşılığını alır. İlerleyen yıllarda, gerçekten de burada kendini
evinde hisseder Horyn. Alaia, evinin kapısını aynı cömertlikle pek çok insana
açar. Bunlardan biri de, on altısında çalışmak üzere ilk kez Paris’e geldiğinde
tüm parasını çaldıran ve bir arkadaşı vasıtasıyla kendini Alaia’nın evinde
bulan Naomi Campbell’dır. Ünlü modelin Paris’te kaldığı yegane yer burası
olurken, Alaia da o günden sonra kendi deyimiyle babasıdır. Doksanlı yılların süpermodellerinden
Veronica Webb, “Bana, Naomi ve Stephanie’ye (Stephanie Seymour) çatalı nasıl
tutacağımızı, nasıl yürüyeceğimizi, kendimizi nasıl prezante edeceğimizi o
öğretti. Bize özbeöz çocuklarıymışız gibi davrandı” diyerek, tasarımcının modellere
kol kanat gerişini anlatır. Alaia da bir zamanlar Paris’te genç bir yabancı olarak
hayata tutunmaya çalışmış, bunun zorluklarının da hep bilincinde olmuştur. 1940
civarında (tam doğum yılı belirsiz) Tunus’ta doğan tasarımcı, on yedi yaşında
Paris’e yerleşir. Gelir gelmez Christian Dior’da çalışmaya başlaması, Cezayir
Savaşı’nın patlamasıyla aynı zamana denk geldiği için modaevinde sadece beş gün
kalabilir.
Hikayenin Paris’ten önceki kısmında Alaia, çoktan modayla
haşır neşir olmaya başlamıştır. Onu moda ve sanatla tanıştıran, hatta ilk
Picasso kitabını hediye eden, yanında yardımcısı olarak çalıştığı ebe Madam
Pinot olur. Alaia’yı, babasının rızası olmamasına rağmen Güzel Sanatlar
Enstitüsü’ne yazdırıp heykel üzerine eğitim almasını sağlayan bu kadın, ondaki
cevheri ilk fark eden kişi olmalı. Heykeltıraşlığa yeteneği olmadığını anladığı
anda okulu bırakan Alaia, bir terzinin yanında çalışmaya başlar. Buradan,
Tunus’un burjuva kadınlarını giydirmeye uzanan yol, sonunda Paris’e çıkar.
Dior modaevinde yaşadığı hüsranın ardından 1960’ta Kontes
Nicole de Blégiers’in buradaki evine yerleşir. Beş yıl süresince hizmetçi
odasında yaşar ve bir yandan kontese kıyafetler dikerken, bir yandan da onun
çocuklarına bakıcılık yapar. Daha sonra bir röportajında, o dönemde Kuzey
Afrika’dan gelen biri için hizmetçi odası bulmanın bile ne denli zor olduğuna
değinir. Kontesin sayesinde Paris’in kaymak tabakasından kadınlarla tanışıp
onlar için de kıyafet dikmeye başlaması, Alaia isminin kulaktan kulağa
yayılmasına vesile olur. Altmışlı yılların sonunda Paris’in Sol Yakası’nda iki
odalı küçük bir daireye taşındığında, burayı aynı zamanda atölyesi olarak da
kullanır. Artık Alaia tasarımlarını giyen kadınlar arasında Greta Garbo ve
Fransız film yıldızı Arletty vardır. Tasarımcı yine de göz önünde olmamayı
sürdürür. Rothschild ailesinin mensuplarından, sosyal kelebek Cécile de
Rothschild, o dönemde kıyafetlerini diken Alaia için, “Moda dünyasında
tanınmasının neden bu kadar zaman aldığını anlayamıyorum. Onu tek ilgilendiren
şey, tekniğini geliştirmekti; para ve ün umurunda değildi” der. Bu durum, Alaia’nın
kariyerinin ilerleyen yıllarında da değişmez. 2011’deki bir röportajında, maddi
kaygıların yaratıcılıktan önce gelmemesi gerektiğini savunur. “Bugün
yaratıcılığa zaman ayrılamıyor. Kimsenin bir silueti ya da kumaşı geliştirmek
için vakti yok.” Modanın artan hızına ve bunun tasarımcılar üzerinde yarattığı
baskıya dair de söyleyecekleri vardır: “Genç yetenekleri limon gibi sıkıp bir
kenara atamayız. Dört kadın, dört erkek koleksiyonunun üstüne bir de satış için
hazırlanan dört koleksiyon ve tüm bunların dört beş ay gibi kısa bir sürede
yapılma gerekliliği hiçliğe tek yönlü gidişten başka bir şey değil. Bu insanlık
dışı.”
Kendi
yolunu bulmak
Seksenli yıllarda moda dünyasındaki hakim tarz, ya
gösterişli ve abartılı tasarımlardan ya da formsuz ve androjen kıyafetlerden
ibaretken Alaia’nın estetiği bu kategorilerin dışındaydı. Moda sistemine dahil
olmaya karşı her zaman direnç göstermiş bir tasarımcıdan da bu beklenirdi zaten.
Fransız ayakkabı tasarımcısı Charles Jourdan, 1979’da kendisinden bir hazır
giyim koleksiyonu oluşturmasını istediğinde, metal fermuarlar ve tokalarla
bezeli deri kreasyonlarla karşılaşacağını düşünmemiş olmalı ki, bunları çok
sert göründükleri gerekçesiyle geri çevirir. Elle Fransa’nın genel yayın
yönetmeni Nicole Crassat ise koleksiyonu çok beğendiği için deri elbiselerden
birini derginin kapağına taşır. Alaia, ilk koleksiyonunu 1980’de Paris’teki dairesinde
sunduktan sonra derginin üç editörüne moda haftasında giymeleri için tasarımlarından
ödünç verdiğinde, bu kıyafetler, o dönem Women’s Wear Daily’de çalışan Bill
Cunningham’ın dikkatini çeker. Şöyle yazar Cunningam: “Meçhul tasarımcı,
kadınların kıvrımlarını vurgulayan kıyafetler tasarlıyor.” Çok geçmeden,
Bergdorf Goodman’ın moda direktörü Dawn Mello, Alaia’dan bir koleksiyon
hazırlamasını ister. Eylül 1982’de, tasarımcı ilk kez koleksiyonunu Amerika’da
sergiler. Bergdorf Goodman’da satışa çıkan koleksiyondaki giysilerin tamamını
defileden önce kendi başına ütülemek konusunda ısrarcı olması, onun kariyeri
boyunca son derece titiz ve mükemmeliyetçi bir şekilde çalışmasının
göstergelerindendir.
Alaia’yı Alaia yapan, mesleğine tutkuyla bağlılığı olduğu
kadar insancıl yapısıdır da. Sadece kendisiyle ilgili konularda değil, dostları
ve çalışanları söz konusu olduğunda da prensiplerinden asla ödün vermez.
1985’te, Bergdorf Goodman’da her sezon 750 bin dolarlık Alaia tasarımı
satıldığı sırada mağazada büyük bir şov tasarlanır. Tasarımcı, sık sık birlikte
çalıştığı fotoğrafçı Jean-Paul Goude’un seyahat masraflarını ödemeyi kabul
etmediklerini öğrendiğinde mağazayla ilişkisini birdenbire noktalayıp, rakip
mağaza Barneys’e geçiş yapar. Kuralları koyan her zamanki gibi Alaia olur.
Hayatta “Bu benim yolum” diyerek, hiç şaşmadan, sağa sola
sapmadan, inandığı doğrultuda ilerlemek kimse için kolay değil. İnsanın önce
kendini tanıması ve bilmesi, buna göre yolunu belirlemesi, ne olursa olsun bu
yolu tutturmak konusunda güçlü ve iradeli olması gerekiyor. Alaia, inandığı
şeyin uğrunda durmaksızın çalışarak (günde sadece üç, dört saat uyuyordu) kendini
modaya uydurmak yerine, bu zorlu alanda kendi yarattığı şartlar doğrultusunda
var olmayı seçer. “Sabit bir ritimde çalışmayı reddediyorum” der. “Yaratıcılığımı
neden bunun uğruna harcayayım ki? Buna moda diyemeyiz, bu endüstriyel üretim.” Tasarımlarının
üzerinde aylar ve hatta yıllar boyunca çalışmasıyla bilinen tasarımcı, zaman
mefhumunu göz önünde bulundurmaz. En çok önemsediği şey kadın bedeni olduğu
için her tasarımını canlı mankenler üzerinde yaratır. Onun, bedeni ikinci bir
deri gibi saran tasarımları için Tina Turner’ın heykel benzetmesi yapması
boşuna değildir.
Alaia, çalışma şeklini, “Sadece yaptığım kıyafete
odaklanıyorum” diyerek anlatırken, başarısını tüm kadınlara borçlu olduğunu
söyler. “Çünkü yaratırken yalnızca onları düşünüyorum.” Altı yılın üzerine ilk
kez geçtiğimiz yıl temmuz ayında couture koleksiyonunu bir defileyle sergileyen
tasarımcı, her zaman olduğu gibi tasarımlarının tekniği ve inanılmaz
işçiliğiyle haute couture alanında bir duayen olduğunu gösterir. Ne olursa olsun
başarısı hiçbir zaman onun başını döndürmez. “Herkes başarılı olmaktan hoşlanır
ama bunun sonsuza dek sürmeyeceğini bilmek gerek. Başarı konusunda gösterişçi
olmaktan yana değilim. Başından itibaren en çok para kazanan tasarımcı
olabilirdim. En yüksek maaşlı iş tekliflerinin tamamını geri çevirdim. Çünkü bu
bana göre değil.” En başa dönecek olursak, sizce lüks nedir?
*Vogue Türkiye Ocak sayısında yayınlandı.
No comments:
Post a Comment