Giydiklerimizin ruhsal yapımızla ne tür bir ilişkisi
olduğunu düşündünüz mü hiç? Seda Yılmaz, Londra’daki Freud Müzesi’nde
düzenlenen Psikanaliz ve Moda başlıklı konferansın konuşmacılardan, moda
tarihçisi Valerie Steele ile modanın psikolojik boyutu üzerine söyleşti.
Giysilerle kurduğumuz ilişkinin görünen kısmında dış
görünüş ve stil, görünmeyen kısmındaysa iç dünya ve bilinçaltı var. Pek farkına
varmasak da davranışlarımızı asıl yönlendiren ikincisi. Yani, biz bilinç düzeyinde
giysilere ne kadar düşkün olduğumuzu anlatıp dururken, buzdağının görünen kısmı
hakkında konuşmuş oluyoruz. Görünmeyen kısımdaysa çocukluğumuzdan getirdiğimiz
hikâyeler, annemizle özdeşleşme veya özdeşleşememe üzerine kurduğumuz ilişkinin
izleri, korkular, kaygılar, arzular ve tutkular gibi nice kavram bulunuyor. Aslında
bizi biz yapan bunlar olmasına rağmen, bilinç düzeyinin tanıdıklığını,
bilinçaltının bilinmezliğine tercih ediyoruz. Çünkü muğlaklık bizi korkutuyor. Kendimden
örnek verecek olursam, yüzeyde yıllar yılı moda ve giysilere duyduğum ilgi
varken, derinlerde bu ilginin kadınlık algımın yoksunluğunun etrafında
köklenmiş olduğunu psikoterapi aracılığıyla anlamam epey zaman aldı. Şimdi, modanın
Freud’u diye anılan ve moda hakkında yirminin üzerinde kitap kaleme almış olan
Valerie Steele’le birlikte modayı, terapi koltuğuna alıyoruz.
Çok sayıda insan modayı küçümsediği ve ondan nefret
ettiği için modanın kendisini cezbettiğini söyleyen Steele, 1979’da Yale’de Modern
Avrupa Kültürü ve Entelektüel Tarih üzerine doktora yapmaya başladığında, bu
alana yönelmek gibi bir niyeti yoktu. Okulun ilk döneminde girdiği bir derste, modayı
kültürün bir parçası olarak algılamasıyla birlikte kendi tabiriyle aydınlanma
yaşadı ve moda tarihine odaklanmaya karar verdi. Modanın özellikle kimlik,
cinsellik ve cinsiyetle ilintili olması ilgisini çekti. Steele, tez yazarken
Freud okumaya başladı ve bu sayede modanın sosyolojik olduğu kadar psikolojik
bir temele de dayandığını keşfetti. Viktoryen dönem modasının erotik yönlerini
ele aldığı tezinde, bedene, bedenin teşhirine ve iç çamaşırına karşı tutumları
incelerken referans kaynakları arasında Freud’un yapıtları vardı. Psikanalizin kurucusunu
moda bağlamında şöyle değerlendiriyor Steele: “Freud, moda şöyle dursun,
giysilerden bile pek bahsetmemişti. Sadece zaman zaman bazı çalışmalarında
giysilerin bahsi geçer. Mesela, Düşlerin Yorumu’nda ayakkabı, düğme ve şapka
gibi farklı nesnelerin cinsel sembolizmlerini anlatmıştı. Kürkün vajina kıllarını,
kravatın penisi, yüzüğün vajinayı, sivri burunlu ayakkabıların fallusu
simgeleyebileceğini söylemişti. Fetişizm üzerine yazdığı makalelerde,
kıyafetlerin fetiş haline gelebileceğine dikkati çekmişti. Ona göre fetişist,
iğdiş edilme korkusu duyan kimseydi.”
Giydiklerimizin
anlamı
Steele, uzun yıllar korse ve topuklu ayakkabı üzerine çalıştı
ve bunların fetişize edilmelerini inceledi. Korse giyen kadınların, baskıcı
modanın kurbanı olduğu görüşünün karşısında durdu. “Korsenin kadınları güçlü kıldığına
mı inanıyorsunuz?” diye sorduğumda, “Bence ne güçlü, ne de güçsüz kıldı,”
diyerek söze başlıyor: “Moda, sadece nesnelerle, yani giysilerle alakalı değil;
daha çok bu nesnelerin bizim için ne ifade ettiğiyle ilgili. Nesneler hakkında hikâyeler anlatan ve
onlara anlamlar yükleyen bizleriz. Korsenin, erkek egemen toplumda kadını
bastırmak ve güçsüzleştirmek için kullanıldığı fikrinin basite indirgenmiş
olduğunu düşünüyorum. Kadınların 400 yılı aşkın bir süre korse giymelerinin pek
çok sebebi vardı. Korsenin, onlara genç ve feminen bir görüntü kazandırması,
saygınlık ve sosyal statü göstergesi olması bunlardan bazıları. Korse giymeyi yekpare
ve değişmeyen bir tecrübe olarak görmektense, farklı dönemlerde farklı anlamlar
taşıyan bir tecrübe olarak görmek daha doğru. Hem ben kadınların korse giymeyi
bıraktıklarına da düşünmüyorum. Diyet, egzersiz ve estetik operasyonla korseyi
içselleştirdiler.” Bir başka deyişle, kadınlar, bedenlerini disipline etmek
için korsenin yerine farklı araçlar kullanmaya başladılar. Belki de asıl
sorulması gereken soru şu: Kadın bedenleri, neden içinde bulundukları dönemin
ideallerine göre şekillendirilmek mecburiyetinde bırakılıyor?
Çağımızın en önemli düşünürlerinden John Berger, Görme
Biçimleri’nde, kadının hiç durmadan kendisini seyretmek zorunda olduğunu ve
hemen hemen her zaman kendi imgesiyle dolaştığını söylemişti. “Bir odada
yürürken ya da babasının ölüsünün başucunda ağlarken bile ister istemez
kendisini yürürken ya da ağlarken görür. Çocukluğunun ilk yıllarından
başlayarak hep kendi kendisini gözlemlemesi, bunun gerekli olduğu öğretilmiştir
ona. (...) Erkekler davrandıkları gibi, kadınlarsa göründükleri gibidirler.
Erkekler kadınları seyrederler. Kadınlarsa seyredilişlerini seyrederler. Bu durum,
yalnız erkeklerle kadınlar arasındaki ilişkileri değil, kadınların kendileriyle
ilişkilerini de belirler. Kadının içindeki gözlemci erkek, gözlenense kadındır.
Böylece kadın kendisini bir nesneye -özellikle görsel bir nesneye- seyirlik bir
şeye dönüştürmüş olur.” Görsel bir nesneye dönüşen kadın için dış görünümün
önem kazanması kaçınılmaz olur; içsel varlıksa unutulmaya yüz tutar. Nasıl ki
nesneler ruhtan yoksunsa, kadın da nesneye dönüşerek aynı yoksunluğa mı mahkum
olur? Steele’nin bu konuya yaklaşımı, psikanalizdeki bakış kavramına dayanıyor.
“Güç dağılımındaki dengesizlikten ötürü kadınlar, erkek bakışının nesnesi
haline gelmeye her zaman daha yatkın oldular. Aynı şekilde, diğer kadınların
bakışı da onlara yönelmiş durumda ve aslında bu, en az erkek bakışı kadar
denetleyici ve tahakküm edici. Bugüne kadar hep erkeğin bakışı vurgulandı çünkü
kadının kendini nasıl algıladığını ve sergilediğini belirleyen bu bakıştır. Fakat
bu perspektifte haddinden fazla genelleme var bence. Modanın her imgesinin
erkek bakışını içerdiğine ve kadını metalaştırdığına katılmıyorum. Kadınların,
diğer kadınların bakışlarına da maruz kaldıkları unutulmamalı.” Seçtiğimiz
giysilerin, iç içe geçmiş pek çok anlamla yüklü olduğunu özellikle vurguluyor.
Mesela, topuklu ayakkabı giymenin, erotik ve feminen görünme arzusuyla ilişkili
olduğuna inanıyor. Ancak toplumsal olayların da giysi tercihleri üzerinde
etkili olabildiğini hatırlatıyor. “2000 senesinde, New York Times topuklulara
inanılmaz bir talep olduğunu yazmıştı. Gerçekten de öyleydi. Ardından, 11
Eylül’ün yarattığı kaygı ortamıyla birlikte, topuklular ortadan kayboldu; düz ve
spor ayakkabılar rağbet görmeye başladı.”
Çocukluğun
etkisi
Son olarak Steele bizi çocukluğumuz üzerine düşünmeye
davet ediyor. “Büyürken annenin bakışı, babanınki kadar etkilidir. Bu
bakışlarda bazen sevgiyi görürüz ama bazen de tenkit ve uyarıyla karşılaşırız.
Kim olduğumuzu anlamaya çalışırken bize yönelen bakışların tümünü
içselleştiririz.” Buna göre, pek çok konuda olduğu gibi, yetişkinliğimizde giysinin
yaşamımızdaki yerini belirleyen etkenler arasında da çocukluğumuzun ve
ebeveynlerimizle kurduğumuz ilk ilişkinin olduğu söylenebilir. Nitekim, psikanalist
Adam Phillips, giysilerin erotik gücü üzerine yaptığı bir konuşmada, çocukların,
annelerinin zihinlerinden geçenleri anlamaya çalışma yollarından birinin,
onların giydiklerini anlamlandırmak olduğunu söylemişti. Anlaşılması güç olsa
da giysilerin bir şeyler anlattıklarını ileri sürerken, dil ve giysi arasındaki
bağa dair bir başka saptama daha yapmıştı. “Kişi konuşmaya başlamadan önce
kendisiyle konuşulur, giyinmeden önce de birileri tarafından giydirilir. Zamanla,
anneyle çocuk arasında, çocuğun hangi kıyafeti giyeceğine ve buna kimin karar
vereceğine dair bir pazarlık başlar. Yani ortada, herkesin çocukluğundan
hatırlayabileceği çok temel, gelişimsel bir hikâye var; bu da kıyafetle ilgili çekişme.” Phillips’in, özellikle
anneler ve annelerin kıyafetlerinin üstünde durduğu bu cümleleri, bir anlamda Steele
ile söyleşimize de ışık tuttu. Çünkü konu buraya geldiğinde, Steele ilk kez
akademisyen kimliğini bir kenara bırakarak kendi çocukluğuna döndü ve sanırım farkında
bile olmadan kişisel bir örnekle tüm konuştuklarımızı özetlemiş oldu. “Biz üç kız kardeşiz. Üçümüzün de annesi bir olmasına rağmen stillerimiz,
dış görünüşe ve kıyafete verdiğimiz önem bambaşka. Bunun sebebi, üçümüzün
annemizle kurduğu ilişkinin çok farklı olması,” diyerek söze başladı.
“Konuşmamızın başında eskiden hep topuklu ayakkabı giydiğimden bahsetmiştim.
Şimdiyse Lanvin ve Céline gibi markaların spor ayakkabılarını tercih ediyorum.
Adam Phillips’in söylediklerini paylaşman aklıma çocukluğumu getirdi. Küçüklüğümde
annem her zaman spor ayakkabı giyerdi ve ben de bundan nefret ederdim. Çünkü diğer
anneler gibi topuklu ayakkabı giymesini isterdim. Bugün spor ayakkabısız
dolaşmayan bir kadın olarak zaman zaman korkuya kapılıyor ve “Aman Allah’ım
anneme mi dönüşüyorum? Ne kadar korkunç!” diyorum. Sonra eşim, benim spor
ayakkabılarımın apayrı olduğunu, anneminkilere hiç benzemediğini söylüyor ve ben
de bir oh çekiyorum.”
*Vogue Türkiye Mart sayısında yayınlandı. Resimler, sanatçı Josephine King'e ait.
No comments:
Post a Comment