Barbara Kruger'in eseri |
Yaklaşık on yıl önce erkek arkadaşımla Yeniköy’de gezerken ufacıcık bir kundura dükkanı gördük. Vitrindeki kadın ve erkek ayakkabılarının itinalı dizilişine hayran hayran baktıktan sonra içeriye girip buranın el emeği sinmiş kokusunu içime çekince, dükkana dair her şeyin çağın öğüten hızının aksine aheste ve mütevazı olduğunun farkına vardım. Kunduracıyla hoşbeş ettik. Erkek arkadaşım kendine bir çift ayakkabı ısmarladı. Oradan ayrıldığımızda, seri üretimin hüküm sürdüğü bu devirde böylesi kıymetli bir mesleğin ayakta kalması hakkında konuştuğumuz sırada, o zamanlar editörlerinden olduğum moda dergisini kast ederek, “Kunduracıyla sizin dergiye bir röportaj yapsana,” diye tavsiyede bulundu. Duraksamaksızın “Olmaz,” dedim. “Biz dergide sadece güzel insanlara yer veriyoruz.” Pat diye ağzımdan çıkıveren bu sözlerimin onun hiç hoşuna gitmediğini yüzüne bakınca anladım. Allak bullak olmuştu. Bense şaşkındım. Söylediğimde bir gariplik mi vardı ki? Moda dergileri göze hitap edeni göstermeyecekti de ne yapacaktı?
Charles Baudelaire’e göre güzellik, “niceliğinin belirlenmesi çok güç olan ebedî, değişmez bir unsurdan ve koşullara göre değişen, göreli bir unsurdan oluşur - bu unsur da yaşanılan çağ, o çağın modaları, ahlâkî değerleri, duyguları ya da belki bunların hepsidir.”[1] 2000’lerin başlarında moda dergiciliğine merak sardığımda, içinde bulunduğum çağa özgü güzellik ölçütlerinin beni bu denli etkisi altına alacağını aklımdan bile geçirmezdim sanırım. Dergilerin parlak dünyasında pişmek, gözümü kusursuzluk yönünde eğitmek anlamına gelmişti benim için. Kunduracının temsil ettikleri hoşuma gitse de, kendisi zihnimde kurduğum estetik dünyanın dışındaydı. Bu dünyanın kuralları, kadınlar söz konusu olduğunda çok daha katıydı. Çünkü görsel kültürün kadın imgesinde kusura yer yoktu ve ben de yıllar içinde bu fikri büsbütün benimsemiştim. Bunun tek sebebi, moda dergilerindeki kadın bedenini estetize eden fotoğraflar değildi elbet. Filmlerden reklamlara, sosyal medyadan gazetelere kadar ne yana baksam herkes gibi güzellik kıstaslarına uygun olarak temsil edilen kadınlar görüyordum. Zira ideal olanın inşasında bütün kültür araçlarının seferber edilmesi daima şart olmuştur.
Moda döngüleri ve akımları, onar yıllık zaman dilimlerine göre değerlendirilir. Çağın ruhunun yansıması, tasarımlarda, moda fotoğraflarında ve reklamlarda görünür hale gelir. Buna bağlı olarak da bir kadın arketipi ortaya çıkar. Özellikle moda fotoğrafları, bu arketipin yaratılmasında, yayılmasında ve bununla beraber güzellik ve beden ideallerinin yerleşmesinde önemli bir rol üstlenir. Aslında bu fotoğraflar 20. yüzyılın başlarından beri moda basınında yer alıyor. Önceleri giysiler, illustrasyonlar aracılığıyla dergi sayfalarını süslerdi. 1900’lerde, Edward Steichen ve Baron Adolf de Meyer’in Vogue Amerika için çektikleri moda fotoğraflarını, modanın algılanması açısından milat kabul edebiliriz. Çünkü tasarımları kimi zaman toplumun kaymak tabakasına mensup kadınların, kimi zaman da modellerin üzerinde görmek dergi okuru için bir yenilikti. Zamanla kanıksanacak bir yenilik.
Annie Leibovitz'in Women adlı kitabından bir kare. |
Peki kadınlar moda fotoğraflarına baktıklarında sadece kıyafetleri mi görürler? Fotoğraflar bize kıyafetten öte, onu sergileyen ve seyreden özneler hakkında neler söyler? Moda fotoğrafları da çeken Amerikalı fotoğrafçı Annie Leibovitz’in astronottan film yıldızına, Amerika’nın first lady’sinden madenciye farklı meslek gruplarından kadınları fotoğrafladığı bir seriyi topladığı Women adlı kitabının önsözünde, sevgilisi Susan Sontag şöyle yazar: “Kimse kadınların fotoğraflarının bulunduğu bir kitaba, kadınların alımlı olup olmadıklarını fark etmeden bakmaz. Dişil olmak, çoğunlukla hissedilen tanımına göre alımlı olmak ya da kişinin alımlı olmak için elinden geleni yapması, cezbetmesi demektir. (Eril olmanın güçlü olmak anlamına geldiği gibi.) Bu buyruğu tamamen hiçe saymak mümkünse de, hiçbir kadının bunun farkında olmaması mümkün değildir. Bir erkeğin dış görünüşüyle bir hayli uğraşması zayıflık addedilirken, bir kadının ‘yeteri kadar’ uğraşmaması ahlaki bir kusurdur. (...) Gençlik ve zayıflık gibi dış görünüşe dair idealler büyük ölçüde fotoğrafın imgeleriyle yaratılır ve dayatılır.”[2]
Sontag’ın söylediklerini moda fotoğrafları ve beden algısı bağlamında da düşünebiliriz. Tarihsel olarak kadının bedenle ve doğayla, erkeğin akılla ve kültürle bir tutulmasından ötürü kadın bedeni hep daha fazla anlam taşımıştır. Bu ayrım aynı zamanda, toplumsal cinsiyet rollerinin de belirleyicilerindendir. Mesela kadınların bakımlı ve güzel olmaları beklenir. Hatta bu yüzden çocukluğumuzdan itibaren dış görünüşümüzü fazlasıyla önemseyecek şekilde yetiştiriliriz. Büyüdükçe, kendimizi yetersiz hissetmemize yol açan onca şeyden birinin de bedenlerimiz olması şaşırtıcı değildir. Hep bir kusur buluruz kendimizde. Zira kültürel olarak yaratılan ideal kadın imgesi zihnimizin bir köşesinde asılı durur. İstesek de istemesek de kendimizi kıyasladığımız bu imgenin beslenmesinde moda dergileri de etkilidir. Her on yıllık dönemde belirli değişiklikler olmasına rağmen, tektip güzellik algısının kutsandığı moda çekimlerinde 2010’lara gelinene değin beyaz, genç, kusurlardan âzâde, kürdan gibi mankenler ve ünlüler bulundu. Bu profilin dışında kalan kadınlar, dergilerde nadiren yer alabildiler.
Özellikle altmışlardan itibaren, moda dergilerinde temsil edilen bedenler gitgide inceldi ve böylece zayıflık norm haline geldi. Her sene trendler, saç modelleri, makyaj tarzları değişti değişmesine ama zayıflığın hegemonyası zerre kadar değişmedi. Dolayısıyla kadınların bedenlerinden hoşnutsuzluk duymaları, onu sporla, estetikle ve diyetle değiştirmek için sürekli çabalamaları gerektiği neredeyse kuşaktan kuşağa aktarılan bir bilgiye dönüştü.
Oyuncu Jane Fonda’nın bu konu hakkındaki deneyiminin pek çok kadına epey tanıdık geleceğine eminim. Fonda, hatırlayabildiği en eski zamanlardan beri annesinin, arkadaşlarının, büyükannesinin, mürebbiyesinin, ablasının –çevresindeki bütün kadınların- fiziklerinin iyi-kötü yanlarından söz ettiklerini anlatırken, “Kalın butlar, küçük göğüsler, büyük bir popo, her zaman uğraşılacak bir olumsuzluk vardı. Hiçbirinin kendisinden memnun olmaması beni çok şaşırtıyordu. Zevk düşkünü film yıldızları ve sıska mankenlerin örnek olduğu “ideal kadın”ı arama çabasında olan kadınlar, kendilerine eziyet etmeye bile razı görünüyorlardı. Mesela, oldukça ince, güzel bir kadın olan annem şişmanlamaktan çok korkuyordu. Kilo alırsa fazla etlerini keseceğini bile söylemişti,”[3] diyor.
Kadınların bedenlerini nesneymişçesine algılamaları, bedenlerinin kültürel olarak metalaşmasıyla yakından ilgili. Bedenimizi değiştirme uğruna kendimize eziyet etmeyi göze almamız, kadın olarak dünyaya gelmememizin kaçınılmaz bir sonucu değil kesinlikle. Patriyarkanın bizi bu şekilde toplumsallaştırması yüzünden bedenlerimize böyle muamele ediyoruz.
Fotoğraf: Guy Bourdin |
1970’lerde, Helmut Newton ve Guy Bourdin gibi fotoğrafçıların, moda dergileri ve markaların kampanyaları için yaptıkları çekimlerde çıplaklık temasının artmasıyla beraber kadın bedeni adeta bir fetiş nesnesine dönüştü. Moda kuramcısı Diane Crane, moda fotoğraflarının, pornografik yayınlardaki kapalı gözler, açık ağız, genital bölgeyi ortaya çıkarmak için açılan bacaklar, özellikle göğüslerde ve genital bölgede çıplaklık veya yarı çıplaklık gibi apaçık cinsel pozları bünyesine dahil ettiğine dikkati çekiyor.[4] Amerika’da, aralarında Glamour ve Cosmopolitan gibi popüler yayınların da bulunduğu altı moda dergisinde, 1985-1994 yılları arasında yayımlanan 1800 reklamı inceleyen bir araştırmada, kadın modellerin kalçaları, omuzları, sırtları, karınları ve üst bacaklarının erkeklere oranla dört kat daha fazla sergilendiği, özellikle beyaz kadınların bedenlerinin ön planda olduğu sonucuna varıldı.[5]
Corinne Day'in 1993'te fotoğrafladığı Kate Moss. |
1993’de, Vogue İngiltere’nin kapağına 17 yaşındaki Kate Moss’un çıkması, moda fotoğrafçılığında ve yaratılan ideal kadın algısında bir dönüm noktası oldu. Dönemin Cindy Crawford, Naomi Campbell, Christy Turlington, Claudia Schiffer gibi süpermodellerinin etine dolgun fizikleri ve gösterişli görüntüleri, yerini Moss’un bir deri bir kemik beden imgesi ve eroin şıklığı estetiğine bıraktı. Moss, kısa boyu, küçük göğüsleri ve doğal görüntüsüyle modanın kusursuz beden takıntısına başkaldırıyordu adeta. Anti-modanın vücut bulmuş haliydi. Vogue İngiltere’deki fotoğraflarını çeken arkadaşı Corinne Day’e göre, moda dergileri çok uzun süredir seks ve gösteriş satıyordu. O ise kendi deyimiyle fantezi alemine biraz gerçeklik aşılama derdindeydi. Onunla birlikte David Sims, Davide Sorrenti ve Juergen Teller gibi fotoğrafçılar da modanın cilalı imgelerine inat, ham ve gerçekçi kareler çekmeye başladılar. Bu fotoğraflarda sunulan estetik bambaşkaydı ve kadın temsilleri nispeten daha doğaldı. En azından erişilmez güzellik kriterleri pompalanmıyordu. Ancak bunlar, eroin şıklığı estetiğinin de sorunlu olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Moss’unki gibi neredeyse ergenlikteki bir genç kızın bedenine sahipmiş görünen modeller, darmadağınık yatak odalarında veya izbe otel odalarında, akşamdan kalmaymışçasına makyajı akmış, saçı başı dağınık, boş bakışlarla kameradan yansıyorlardı. Bu fotoğraflarda kadın bedeni erotik veya nesneleşmiş biçimde sergilenmiyor olmasına rağmen, bu defa da kırılgan bir kadın imgesi çıkıyordu ortaya. Ayrıca uyuşturucu kullanımını özendirdikleri yönünde de eleştiriler vardı. Eroin şıklığı, moda çekimlerinde ve markaların kampanya fotoğraflarında o kadar yaygınlaştı ki, dönemin ABD Başkanı Bill Clinton Mayıs 1997’de yaptığı açıklamada, “Eroinin yüceltilmesi yaratıcı değil, yıkıcı. Bu fotoğraflardaki insanlardan bazıları artık ölmeye başladığına göre, kıyafetleri satmak adına bağımlılığı yüceltmeniz gerekmediği daha da açık,” diyerek duyduğu rahatsızlığı kamuoyuyla paylaştı.
Bu açıklamadan bir ay sonra, Vogue İngiltere’deki “Modern Kıvrımlar” başlıklı moda çekiminde 44 beden manken Sara Morrison yer aldığında, ülkedeki kadınların çoğunun kendisiyle aynı bedende olduğunu ve fotoğraflarını görürlerse bunun onları özgüvenli hissettireceğini söyledi. Derginin genel yayın yönetmeni Alexandra Shulman ise temkinliydi. İleride 44 beden modelleri kullanmak gibi bir niyeti olmadığının, bunun tek sefere mahsus olduğunun altını çizdi. Unbearable Weight: Feminism, Western Culture and the Body kitabının yazarı Susan Bordo’nun zayıflığın, 20. yüzyılda egemen kültürel ideale dönüştüğüne dair tespitini doğrulayan bir açıklama gerçekten de.[6]
Kate Moss’un 90’larda modellikle başlayan yükselişi, 2000’lerde stil ikonuna da dönüşmesiyle devam etti. Moss, giyim tarzıyla trendlere yön verirken, moda fotoğraflarından hiç eksik olmadı. Onun, “Hiçbir şeyin tadı, zayıflığın verdiği hissin yerini tutmaz,” sözünü çağın özeti kabul edilebiliriz. Öyle ya devir sıfır beden devriydi. Kadınlar onun tarzını harfiyen takip ederlerken, bu sözün tesiri altında kalmamaları mümkün müydü acaba? Hem de görsel kültür bütünüyle kadınların kusurlarını törpüleyen, filtreleyen ve yok eden rötuşlu fotoğraflara teslim olmuşken?
Elle dergisinin Ekim 2019 sayısının kapağında engelli yüzücü Sümeyye Boyacı yer aldı. |
Güzelliğin, zayıflık ve gençlikle eşdeğer görüldüğü ve kadın temsillerinin bu denkleme göre yapıldığı sarmaldan yavaş yavaş çıkabilmemiz 2010’ları buldu. Aslında modanın o yıllara kadar bu konuda bir arpa boyu yol alamamasını düşününce, değişimin pek öyle yavaş değil, ışık hızıyla gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Böylece moda dergilerinin kapaklarında şişman, başörtülü, engelli, yaşlı, trans kadınlar görmeye başladık. Moda sektörü, norm kabul edilenin dışında kaldıkları için görmezden geldiği kadınların varlığını hatırladı. Fotoğraflarda kusursuz kadın imgesi yaratmak uğruna rötuşlanan selülitler, yağlar, sivilceler, lekeler aynen bırakılır oldu. Beden olumlama hareketinin mücadelesi sayesinde, modada çeşitlilik ve kapsayıcılık dönemi başladı.
Değişim, moda dergilerinin içeriklerinden, editörlerin söylemlerine kadar her yerde kendini hissettirir hale geldi. 28 yıl boyunca Vogue İtalya’nın genel yayın yönetmenliğini yapan Franca Sozzani, 2012’de yaptığı bir konuşmada, “Zayıfın güzel, takip edilmesi gereken estetik kaidenin de zayıflık olduğu fikrini yerleştirmemize ne sebep oldu? Güzel ve kadınsı süpermodellerin devri neden kapandı ve onların yerini hiçbir kıvrımı olmayan gelişmemiş ergen modeller aldı? Neden bu, güzel kabul ediliyor?” diyerek öz eleştiride bulundu.
Tüm bu olumlu gelişmelerin ardında, kapitalizmin yeni pazarları fethetme hırsının yattığını düşünebiliriz – ki bana kalırsa böyle düşünmek için pek çok nedenimiz var. Yine de moda dergilerinin ve markaların günah çıkarırcasına çeşitli ırklardan, farklı etnik kökenlere ve beden tiplerine sahip kadınları görünür kılma konusunda muazzam bir çaba sarf etmelerini umut verici bulabiliriz. Hiç olmazsa genç kuşaklar artık tektip bir kadın temsili görmeye mahkum değiller. Bunun, onları kendileriyle daha barışık kılıp kılmadığını zaman gösterecek sanırım.
Öte yandan, Kate Moss’un 2000’lerdeki popüler kültür ikonluğu tacını, 2010’larda Kim Kardashian’a devretmesinin etkilerini göz ardı etmek mümkün değil. Kardashian, geleneksel güzellik kıstaslarının dışında kalan bir vücut yapısına sahip olduğundan kimilerine göre olumlu bir rol model. Fakat sadece zayıf ve beyaz değil diye onunla beraber yaratılan ideal kadın imgesini sorgulamamazlık edemeyiz. Onun aşırı feminen imajı, sayısız moda fotoğrafında cömertçe sergilemekten kaçınmadığı abartılı kum saati şeklindeki bedenine dayanıyor. Beli incecik, kalçaları havada, göğüsleri dolgun. Bu vücut tipinin, estetik müdaheleler, diyet ve sıkı bir spor rutini gerektirdiği aşikâr. Üstelik hem günlük hayatında hem moda fotoğraflarında göğsünü gere gere korse giyiyor Kardashian. Onun yarattığı beden algısı, bedenin heykel gibi yontulabileceği yönünde. Nitekim, Amerika’da 2015-2016 yılları arasında kalça estetiği yaptıranların oranı yüzde 34 artmış.
Görüldüğü üzere bir tarafta çeşitlilikle, diğer tarafta da gerçek dışı güzellik idealleriyle karşı karşıyayız. Bu çelişki, moda dergilerinde ve fotoğraflarında da karşımıza çıkıyor. Asıl soru, modanın da ötesinde, beden ve güzellik algısı değişirken bile kadınlara yeni zaaflar kazandıran popüler kültür ikonlarının türemesinin, bu ikonların onları güçlendiriyormuş gibi yaparken aslında yine yetersiz hissetmelerine çanak tutmalarının kimlerin ekmeğine yağ sürdüğü. Kuşkusuz cevabı hepimiz biliyoruz.
[1] Charles Baudelaire, Modern Hayatın Ressamı, çev. Ali Berktay, İletişim Yayınları, İstanbul, 2003, s.92.
[2] https://archive.nytimes.com/www.nytimes.com/library/photos/leibovitz/sontag-essay.html
[3] Rosalind Coward, Kadınlık Arzuları, çev. Alev Türker, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1989, s.74-75.
[4] Diane Crane, Gender and Hegemony in Fashion Magazines: Women’s Interpretations of Fashion Magazines, The Sociological Quarterly, Volume 40, Number 4, s.545.
[5] https://journals.sagepub.com/doi/10.1111/j.1471-6402.1997.tb00135.x
[6] Susan Bordo, Unbearable Wight: Feminism, Western Culture and the Body, University of California Press, United States of America, 2003, s.46
*Bu yazı, Birikim Ocak 2021 sayısında yayımlandı.
No comments:
Post a Comment