23/04/2010

Coco Chanel'le 3 hafta


1962 yılında Amerikan Look dergisinde çalışan 27 yaşındaki fotoğrafçı Douglas Kirkland, Coco Chanel’i fotoğraflamak için Paris’e gönderildi. Kirkland’ın 'Matmazel' diye hitap ettiği Coco’yu efsanevi fotoğrafçıdan dinliyoruz.
Jacqueline Kennedy’nin Coco Chanel imzalı döpiyesler giymeye başladığı yıllardayız. Amerika, gözlerini modanın merkezi Paris’e çevirmiş, orada olan bitene vakıf olmaya çalışıyor. ‘Coco Chanel’ ismi, Kennedy’le birlikte daha da merak uyandırır hale geliyor. Zamanın en ünlü dergilerinden Look, genç fotoğrafçılarından Douglas Kirkland’ı üç haftalığına Paris’e göndermeye karar veriyor. Bir yıl önce Elizabeth Taylor ve Marilyn Monroe’yu fotoğraflayan Kirkland, bu kez hayatının seyrini değiştirecek bir proje için görevlendiriliyor. Bir moda efsanesiyle geçirilen günlerle birlikte Kirkland’ın da ‘efsane’ mertebesine yükselmesi kaçınılmaz oluyor.
Filmi hızla ileriye doğru sarıp günümüze geliyoruz. Kirkland’la röportaj yapma teklifim onaylanıyor ve ben bir efsaneyle söyleşecek olma şerefine nail olmanın verdiği heyecanla havalara uçuyorum. Teknolojinin nimetlerinden yararlanarak 75 yaşındaki fotoğrafçıyla Skype üzerinden konuşmaya karar veriyoruz. Los Angeles’ta kuşların cıvıldadığı, İstanbul’daysa havanın kararmaya başladığı bir saatte sohbetimiz başlıyor.


Coco Chanel'in fotoğraflarını çekmeniz hayatınızı ve özellikle kariyerinizi nasıl etkiledi?
Onu fotoğraflamak üzere Look dergisi tarafından görevlendirildiğimde çok gençtim. O zamana kadar Amerika'nın dışına hiç çıkmamıştım. Paris'e gidip Matmezel'i fotoğraflamak benim için tam bir eğitimdi. O, müthiş bir öğretmendi.
Hangi konularda eğitti sizi?
Paris'e gittiğimde Fransızca konuşmayı bilmeyen, Kanada'nın küçük bir kasabasından gelen, hiç sofistike olmayan bir delikanlıydım. Beni denemek için önce modellerin fotoğraflarını çekmeme istedi. Başlangıçta atölyesini, modelleri, şehrin sokaklarını fotoğrafladım. Bunları tab ettikten sonra Matmazel'e gösterdim ve o andan itibaren kendisinin fotoğraflarını da çekebileceğimi söyledi.
Ondan söz ederken halen 'Matmazel' diye hitap ediyorsunuz.
Eğer onu yakından tanırsanız ona 'Matmazel' denmesi gerektiğini bilirdiniz. Bu, ona gösterilen saygının ifadesiydi. Chanel markasını kendisi yarattığı ve hiçbir erkeğin gölgesinde kalmadığı için 'Madam' denmesinden hoşlanmazdı.
Coco Chanel'in en özel anlarına tanık olma şansını yakaladınız. Nasıl oldu da size tüm kapılarını açtı?
Aslına bakarsan bizi birbirimize yakınlaştıran bir olay oldu. Ben Fransızca konuşmayı bilmiyordum. Matmazel de başlarda İngilizce konuştuğunu belirten bir şey yapmadı. Dersime çalışıp gitseydim onun İngiltere'de epey zaman geçirdiğini bilirdim. Ancak o zaman bunun farkında değildim. 10 gün boyunca hiç sesimi çıkarmadan sadece işimi yaptım. Bir gün atölyede karşılaştığımızda bana "Salut" dedi. Bu kelimenin ne anlama geldiğini bilmiyordum tabi. Bana baktı ve mükemmel İngilizce'siyle şu cümleyi söyledi: "Sadece 'Merhaba' dedim." Bu konuşmanın bizi birbirimize bağlayan bir yanı oldu. O andan itibaren benim büyümeme ve kendimi geliştirmeme yardım etmeye başladı. Her an yanında olmama izin verdi. Bu şansa çok fazla insanın sahip olabildiğini sanmıyorum.
Bence de ona o kadar yakınlaşmanıza izin vermiş olması sizin açınızdan büyük bir ayrıcalık. Üstelik zor ve sert olarak anılan bir kadından söz ediyoruz.
Eminim çok sert bir kadındı. Ancak bana karşı her zaman çok yumuşaktı. Karl Lagerfeld'le karşılaştığımızda, "Onu hiç bir fotoğrafında senin fotoğraflarında olduğu gibi gülümserken görmedim" dedi ve ekledi "79 yaşındaki Coco, seninle flört ediyormuş bence."
Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda? Gerçekten de flört etmiş miydi sizinle?
O zamanlar, beni hiç sahip olamadığı oğlunun veya yıllar öncesinden aşık olduğu bir adamın yerine koyduğunu düşünmüştüm.
Onunla ilgili hiç unutamadığınız bir anınız var mı?
Matmazel'le geçen her an hafızama kazılı. O yaştaki genç bir adamı hayatının sonuna kadar etkileyecek şeyler yaşadım. Bir gün onunla öğle yemeği yerken bana görgü kurallarını öğretmeye çalışmıştı. Balık yerken hangi çatalı kullanacağımı bile bilmiyordum. Mutlaka Fransızca öğrenmem gerektiğini söyleyip dururdu.



Matmazel bir gününü nasıl geçirirdi? Günlük rutininde neler olurdu?
O zamanlar Ritz'de yaşardı. Atölyesi bugün olduğu gibi Rue Cambon'daydı. Otelden atölyeye yürüyerek gidip gelirdi. 79 yaşında olmasına rağmen hiçbir zaman o yaştaki bir kadın gibi hareket etmezdi. Vücudu, genç bir dansçınınkinden farksızdı. Sabahları 9.30'da atölyede olurdu. Çalışmaya başladığında yaptığı işe tutkuyla bağlı olduğunu görebilirdiniz.
Fotoğraflar çok doğal ve Matmazel’in bunların hiçbirinde poz vermediği ortada. Doğal olmalarını siz mi istediniz? Yoksa bu, onun tercihi miydi?
Aslında buna, ikimiz birlikte karar verdik. Sadece bir kez atölyesine doğru yürürken onu fotoğraflayacağımı haber verdim. Onun dışında, tüm kareleri spontan bir şekilde yakaladım. Mesela kütüphanesinin önündeki harika koltuğa uzandığı bir fotoğrafı var. O fotoğrafı çektiğim sırada onunla sohbet ediyorduk. Bir anda, komik bir şekilde bana nasıl yüzüstü uyuduğunu göstermeye başladı. Ben de tam o sırada deklanşöre bastım. Fotoğraflardaki doğallığın sırrı bu işte.
Fransız yazar Colette, Coco Chanel’i ‘Küçük siyah boğa’ olarak tanımlamıştı. Siz onu nasıl tarif edersiniz?
Bir boğa olduğuna eminim. Öyle olmasa bu kadar başarılı olamazdı. Ben Matmazel'e 'yaratıcım' derim. Çünkü o, hayatıma şekil veren kadın oldu. Bir sürü film yıldızını da fotoğrafladım. Marilyn Monroe, Elizabeth Taylor, Marlene Dietrich ve daha birçokları... Onlar da çok önemli figürlerdi. Ancak hepsinin arasında benim için en anlamlı olanı Coco Chanel’di.
Fotoğrafları geçen yıl su yüzüne çıkardınız. Neden daha önce bunlardan hiç haberimiz olmadı?
Bu fotoğraflar benim için daima çok özel oldu. 10-15 yıl önce Amerika’dakilere bu fotoğrafları gösterdiğimde “Kim bu yaşlı kadın” demişlerdi. Son yıllarda insanlar Coco Chanel’i daha iyi tanımaya ve anlamaya başladılar. Bu fotoğraflar, görmedikleri bir Coco Chanel’in kapılarını açtı onlara.
Onu en son fotoğrafladığınız günü hatırlıyor musunuz?
Çok net bir şekilde hatırlıyorum. Cumartesi günüydü ve birlikte Versailles Sarayı'na gitmiştik. Ağustos ayı olmasına rağmen hava çok soğuktu. Üşüdüğü için benim trençkotumu omuzlarına koydu. Bunu o kadar şık bir şekilde yaptı ki trençkot bir pelerin gibi gözüktü. Sanırım Coco Chanel olmak böyle bir şeydi. Onun elini sürdüğü her şey olağanüstü görünürdü.
Tarzıyla ilgili aklınızda kalan en güçlü imaj nedir?
Onu hiçbir zaman şapkasız görmedim. Ayrıca jarse döpiyesleri, onun üniforması gibiydi.
Pek çok ünlü isim sizin vizörünüzün karşısına geçti. Onlarla Coco Chanel’i kıyasladığınızda ne gibi farklılıklar görüyorsunuz?
Farklı farklı yıldızlarla çok güzel anılarım oldu. Ancak benim için sadece bir tane Coco Chanel var. Marilyn Monroe’yla üç kez bir araya geldim ve hiçbirinde aynı kadın değildi. Her gördüğümde farklı bir kadınla karşılaştım. Matmazel’le çalıştığım günlerden birinde sokakta yürürken gazetelerde Marilyn’in öldüğünü söyleyen büyük puntolarla yazılmış başlıkları gördüm. Tarihi hiç unutmuyorum; 5 Ağustos’tu. Kendi kendime, “Bu benim Marilyn’im olamaz” dediğimi hatırlıyorum.


İlk fotoğrafladığınız ünlü kimdi?
Çalıştığım dergi Look, 60’larda çok popülerdi. Bir keresinde New York'tan California'ya plaj fotoğrafları çekmek üzere gönderildim. Patronum beni arayıp Elizabeth Taylor'ın röportaj vermeyi kabul ettiğini ancak fotoğraf çekimine yanaşmadığını söyledi. Görevim, onu fotoğraf çekimine ikna etmekti. Röportaj boyunca sessizce oturduktan sonra Taylor'ın yanına gidip "Bu dergide yeni çalışmaya başladım. Seni fotoğraflama şansını verirsen bunun, benim için ne anlama gelebileceğini hayal eder misin?" dedim. Gözlerimin içine bakıp "Yarın gelebilirsin" cevabını verdi. Bu fotoğraflar, dünyanın dört bir yanına yayıldı ve ismimin duyulmasını sağladı. Look'un kapağının yanı sıra Paris Match ve Amerikan Elle gibi yayınlarda da yer aldı.
İsminiz hiç duyulmamış olmasına ve gençliğinize rağmen büyük isimleri fotoğraflamanız büyük şans.
O zamanlarda Irving Penn, Richard Avedon ve Cecil Beaton'la kıyaslandığında ben 'hiç kimse'ydim. Ancak sanırım gençliğim ve saflığım fotoğrafladığım ünlülerin üzerinde etkili oldu.
Look’ta görev almadan önce efsanevi fotoğrafçı Irving Penn'le birlikte çalıştığınızı biliyorum. Ondan neler öğrendiniz?
Onunla çalıştığım 5 aylık süreç benim için çok önemliydi. Bir yıl önce Milano'daki sergimde Anna Wintour yanıma geldi ve "Irving Penn'den öğrendiğin en büyük ders neydi?" diye sordu. Cevabım, "Penn olmasaydı bu fotoğrafların hiçbirini saklamazdım" oldu. Ondan, her şeyi arşivlemeyi öğrendim.
Günümüzde ünlülere baktığımda geçmişteki sinema yıldızlarının çok daha etkili ve ikonik olduklarını görüyorum. Onlar ulaşılmaz yıldızlardı. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Geçmişte televizyonlar bugün olduğu kadar güçlü değildi. Bu yüzden dergiler ve fotoğrafçılar büyük önem teşkil ediyordu. Yıldızlar, her an her yerde karşınıza çıkmazdı. Bu da onları daha gizemli kılardı. Ayrıca, eskiden zaman mefhumu çok farklıydı. Mesela, ben hazırladığım bir konu için Judy Garland'la tam bir ay boyunca seyahat ettim. Şimdi ünlülerin yarım saatini almak bile zor.
*Elle Luxe ilkbahar-yaz 2010'da yayınlandı.

2 comments: