Istanbul Fashion Incube
tasarımcılarına danışmanlık vermek üzere şehre gelen Belçikalı tasarımcı Walter
Van Beirendonck’la günümüz modasının ahvalini ele aldık.
Erkek modasını uçlara taşımaktan çekinmeyen bir tasarımcı Walter Van
Beirendonck. Tasarımlarıyla, zamanın sosyo politik olaylarına kendine has
oyunbaz üslubuyla tepki veriyor. Tasarımcı kimliğinin yanı sıra Antwerp’te
bulunan Royal Academy of Fine Arts’ta profesör olan Van Beirendonck, moda
tasarımcısı adaylarını yetiştiriyor. 30 yıl önce ziyaret ettiği İstanbul’a bu
kez geliş nedeni İstanbul Fashion Incube’un 10 tasarımcısıyla görüşüp onlara
yön vermekti. Tasarımcılara verdiği en iyi öğüt, moda alanında çalışan herkesin
kulağına küpe olacak türden: “Sabırlı olun, çok çalışın ve başarmak istediğiniz
şeye odaklanın. Moda dünyasında hiçbir şey kolay değildir!”
Şu anki halet-i ruhiyeniz
nasıl?
Uzun bir döngünün sonundaymışım gibi hissediyorum. Bir yandan yorgunum,
diğer yandan da yaptığım işlerin sonuçlarından memnunum. İki haftalık tatilin
ardından eylül ayıyla birlikte yeni bir döngüye giriş yaptım. Bir işkolik
olduğumu itiraf etmeliyim. Çok sayıda farklı işle aynı anda uğraşmaktan zevk
alıyorum ve bu bana enerji veriyor.
Modanın son zamanlardaki ruh
hali hakkında ne düşünüyorsunuz?
Genel olarak biraz sıkıntılı çünkü para, pazarlama ve lüks holdinglerin
boyunduruğu altında. Yaratıcılık geri plana düşmüş durumda. Farkını ortaya
koymaktan çekinmeyen genç tasarımcıları özlüyorum. Bugün moda dünyasına
baktığımızda en ses getiren işleri oldukça yaşlı tasarımcıların yaptıklarını
görüyoruz. Yeni tasarımcılar ve yetenekler olmasına rağmen korkarım ki seslerini
duyuramıyorlar.
1990 ilkbahar-yaz
koleksiyonunuzla birlikte modanın öldüğünü ilan etmiştiniz. Şova katılanlara
dağıtılan gazete Walter Worlwide News’in manşetinde “Modayı kim öldürdü?
Tecavüz ya da seks cinayeti?” diye sormuştunuz. Bu cinayetin faillerini
bulabildiniz mi?
Moda dünyasına karşı eleştirilerim olduğu için bu sloganı seçmiştim. Bu
dünyayı halen eleştirmeye devam ediyorum. Lüks moda holdinglerini canavar
olarak adlandırmaya cüret edebilecek çok fazla tasarımcı olduğunu sanmıyorum. İnsanlar,
öyle bir gazete dağıtmamın pazarlama stratejisi olduğunu düşünebilirler. Oysa
ki bu tür şeyleri üzerlerinde çok fazla düşünmeden tamamen spontan bir şekilde
gerçekleştiriyorum. İlk başta bana Belçika’dan gelen, acayip şeyler tasarlayan
tuhaf adam gözüyle bakılıyordu. Neredeyse 30 yılın ardından yaptıklarımda belirli
bir vizyon olduğunu anlamaya başladılar.
Moda, dev bir sektöre dönüştü.
Bu sektörün bir parçası mısınız? Yoksa yabancısı mısınız?
Hem bir parçası hem de yabancısıyım. Her koleksiyonumun bir hikayesi olması
benim için çok önemli. Dünyada olup bitenlere karşı tepkimi gösterebildiğim,
sesimi duyurabildiğim koleksiyonlar... Aslında bu da beni biraz “yabancı”
kılıyor.
1985’ten bu yana Antwerp’te
Royal Academy of Fine Arts’ta eğitmensiniz. İstanbul’da da Fashion Incube’un
tasarımcılarına danışmanlık verdiniz. Moda eğitimi alanların ve genç tasarımcıların
ezberbozan yaklaşımlara sahip olmaları artık biraz daha mı zor?
Aslında çok fazla imkanları olduğunu düşünüyorum. Araştırma yapmak, seyahat
etmek ve ilham bulmak için bir sürü olanakları var. Ancak dünyada olanlar
zihinsel anlamda onları yoruyor. Savaşlar, doğa olayları, ırkçılık... Tüm bu
dramatik olaylar belirli bir gerilime neden oluyor. Çağımızın tehdidi bu bence.
Bunlarla birlikte tek bir şeye odaklanarak yaratıcı olabilmek genç tasarımcılar
için zor.
Türkiye’nin ilk moda
girişimcilik merkezi olma özelliğine sahip İstanbul Fashion Incube’da
tasarımcılarla yaptığınız birebir görüşmelerin ardından izlenimleriniz nasıl?
Koleksiyonların çoğunun kalitesinden ve tasarımcıların uluslararası pazarda
varolma azimlerinden etkilendim. Çok azının kendi kültürlerinden ilham alıyor
olmasına şaşırdım. Şahsen Türk geleneklerini, yerel kostümleri, Osmanlı
kumaşlarını ve desenlerini çok seviyorum.
Tasarımlarınıza geri dönecek
olursak sanat, müzik, teknoloji ve popüler kültürün değişik öğelerinden
etkileniyorsunuz. En çok neler ilgi alanınıza giriyor?
Kabileler ve ritüeller benim için çok önemli. Papua Yeni Gine’de yaşayan
bir kabileyi, herhangi bir altkültürden daha ilham verici buluyorum.
Irkçılığa dikkat çekmek
istediğiniz 2014 sonbahar-kış koleksiyonunuza Crossed Crocodiles Growl adını
verdiniz. Mesajınızı tasarladıklarınızla
nasıl ilettiniz?
Koleksiyonun üzerinde çalışırken Putin, eşcinsel karşıtı propaganda yasası
çıkardı. Ben de bunu çok güçlü bir şekilde podyuma taşımak istedim. Stop Racism
sloganını Rusça, Arapça ve İngilizce olarak sprey boyayla tüylü şapkaların
üzerine yazdım. Bence her yaratıcı bireyin sesini yükselterek olayların
değişimine önayak olması gerekiyor.
Defilelerinizde erkekleri
topuklu ayakkabı, korse ve etek giymiş olarak gördük. Genel cinsiyet algılarını
yıkmak sizin için ne kadar önemli?
Cinsiyet her zaman ilgilendiğim konulardan oldu. Geçmişte cinsiyetle
alakalı görüşlerimi daha çok ifade ederdim. Döngüsel olarak çalışıyorum ve
zaman zaman cinsiyet bu döngülerin içinde daha yoğun bir şekilde yer alıyor.
Bunları yaparken erkek modasının sınırlarını zorlamayı da her zaman hedefledim.
Bu sınırın çok hassas olduğunu biliyorum ve onun üzerine basmaya da hiç
niyetlenmedim.
Kadın modası çok daha esnekken
daha konvansiyonel olan erkek modasını seçmenizin sebebi nedir?
Erkeklerin sınırlarını değiştirmenin daha cazip olduğunu düşünüyorum.
30 yıldır tasarım yapıyorsunuz.
Geriye dönüp baktığınızda “Geçmişte daha gözü kara ve deneyseldim” diyor
musunuz? Yaşla cesaret arasında bir ilişki var mı?
Üç yıl önce Antwerp ve Melbourne’da Dream the World Awake adlı retrospektif
sergim oldu. Tabii ki o zaman geriye dönüp baktım. Kariyerimin ilk 10 yılında
daha cesur olduğumu görebiliyorum. Cüretkar şeyler yapma konusunda hevesliydim.
Diğer taraftan yaşlandıkça olgunlaşıyorum ve bazı şeyleri yapmam daha kolay
hale geliyor. Bugün, 20 yıl önce yapamadıklarımı gerçekleştirebiliyorum.
Sanırım yaşlanmak bana iyi geldi.
Sokak modası markalarından
biri bir tasarımınızı kopyaladığında bunu markanızın Facebook sayfasında “We
hate copycats” (Taklitçilerden nefret ediyoruz) yazarak afişe ettiniz. Taklit
edilmekten korunmanın bir yolu var mı?
Ben kolay kopyalanabilen giysiler tasarlamıyorum ama yine de taklitler
ortaya çıkıyor. Müşterilerin artık heyecan arayışı içinde olduklarını
görüyorum. Sıradan markalarda heyecan bulamazsınız. Ancak bu, kopyalama
gerçeğini değiştirmiyor. Bunu herkes biliyor ve kabulleniyor. Sokak modası
markaları ilk başta biraz çekimserdiler. Rei Kawakubo ve Karl Lagerfeld gibi
tasarımcılar onlar için koleksiyon hazırlayınca yaptıklarını meşrulaştırdılar.
1980 yılında moda dünyasının
başına gelen en iyi şeylerden biri gerçekleşti ve sizin de dahil olduğunuz altı
Belçikalı tasarımcıyla birlikte avangart modayı efsaneleştiren The Antwerp Six
kuruldu. Günümüz modasında bu kadar heyecan verici bir şey var mı sizce?
Hayır. The Antwerp Six tamamen kendiliğinden ve tesadüfi bir şekilde
oluştu. Hepimizin tek isteği Belçika’dan dışarı çıkmak ve Londra’ya gitmekti.
Moda tarihi olmayan, dilini kimsenin anlamadığı ve hiçbir şekilde modayla
özdeşleştirilmeyen Antwerp’te sıkışıp kalmıştık. Altımız birden tasarımlarımızı
bir minibüse doldurup yola koyulduk.
The Antwerp Six’ten Martin
Margiela ve Ann Demeulemeester markalarından ayrıldılar. Sizce bu üzücü değil
mi?
Tabii ki. Alexander McQueen’in intiharı ve John Galliano’nun aktif olarak tasarım yapmıyor oluşu da üzücü. İnanılmaz fikirleri olan harika tasarımcılar artık moda sahnesinde değiller.
Tabii ki. Alexander McQueen’in intiharı ve John Galliano’nun aktif olarak tasarım yapmıyor oluşu da üzücü. İnanılmaz fikirleri olan harika tasarımcılar artık moda sahnesinde değiller.
*Röportaj, XOXO the Mag'in Ekim sayısında yayınlandı.
No comments:
Post a Comment