Bir
yanda vakarı, metropol yaşamı ve devinimiyle Paris, diğer yanda egzotizmi,
renkleri ve canlılığıyla Marakeş. Ekim ayında, Paris ve Marakeş’te açılacak
Yves Saint Laurent müzelerinin şerefine, tasarımcının yaşamını olduğu kadar,
tasarım anlayışını da şekillendiren bu iki şehirle ilişkisine ve iç dünyasına ışık
tutuyoruz.
1936’da, Cezayir’in Oran şehrinde dünyaya gelen Yves
Saint Laurent, ilk kez 17 yaşındayken annesiyle birlikte gittiği Paris’te, lüks
cadde Avenue Montaigne’de gezerken, 30 numaralı binanın önünde durdu ve “Kısa
süre sonra burada çalışmaya başlayacağım anne,” dedi. Bu kapı numarası, dönemin
Paris’inin en şanlı haute couture modaevi Christian Dior’a aitti. Saint
Laurent’ın dile getirdiği, bir arzudan öte, yaratıcılığına güvenen genç bir adamın
iradesinin göstergesiydi. Nitekim, 19’unda öngörüsü gerçekleşti ve Christian Dior’un
yanında mesleğe adımını attı. İki yıl sonra, Christian Dior’un vefatını
takiben, gelmiş geçmiş en genç couture tasarımcısı olarak tarihe geçmesine yol
açacak gelişme yaşandı. Dior için hazırladığı ilk koleksiyonla ismi, gazete
manşetlerine taşındı: “Saint Laurent, Fransa’yı kurtardı”. Ne de olsa, Christian
Dior modaevi demek, Fransa demekti. Tasarımcının erken yaşta başlayan
kariyerinin bir başka dönüm noktası, 1961’de sevgilisi Pierre Bergé’yle beraber
kendi adını taşıyan modaevini kurması oldu. Modaevinin çatısı altındaki ilk 10
yılında, kadınların gardıroplarını modernleştiren en ikonik tasarımlarını
yarattı. Smokin takım, transparan bluz, sanatı modaya taşıyan elbiseler, safari
ceketi, maskülenlikle feminenliği dengeleyen takımlar… Saint Laurent, kadınları
özgürleştiren tasarımlara imza atarken, kişisel özgürlüğünü feda mı etmişti
acaba? Bu en çok, Paris’te yaşanan 68 olaylarından sonra, yerleşik düzene karşı
mücadele eden gençlere gıpta ettiğini söylediğinde duyumsanır. “Onları riyadan
uzaklaştıran özgürlüğü kıskanıyorum. Bazen kapana kısılmış gibi hissediyorum.
Sanırım bu, başarının tutsağı olmakla ilgili. Hiçbir zaman genç ve gamsız olamadım.”
Gerçekten de Saint Laurent’ın gençliği, tüm yaratıcılığını işine adayarak dur
durak bilmeden çalışmakla, zaman zaman da kabuğuna çekilerek herkesten uzaklaşmakla
geçti. Yaşıtları, 68 olaylarında burjuva ahlâkını hedef alıp, aileyi, otoriteyi ve
toplumun üzerinde durduğu tüm değerleri yerle bir ederken o, Marakeş’te
tatildeydi. Gazetelere kalırsa, her gece barikatların arasında dolanarak
öğrencileri çiziyordu. Mesleğinde sanatçı duyarlılığına sahip olduğundan,
değişimi hissetmesi için gösterileri katılması gerekmezdi elbette. 1968’in Temmuz
ayında sunduğu, geleneksel haute couture normlarını hiçe sayan koleksiyonunun devrim
diye nitelendirilmesi bunu gösterdi. Koleksiyonla ilgili, “Takım fikrinden,
takımların kullanışlı, modern ve rahat dünyasından yola çıktım,” dedi. Kadınların
pantolon giymelerinin neredeyse radikallik addedildiği yıllarda, Saint Laurent
onlara pantolonu giymenin çeşit çeşit yolunu gösteriyordu.
Yoğun çalışmalar esnasında biricik sığınağı hep Marakeş
oldu. Onu tanıyan pek çok kişi şehrin, Saint Laurent’ı çocukluğuna götürdüğünden
söz ederdi. Paris sorumluklar ve zorunluluklardan ibaretse, Marakeş bunlardan
kaçıştı. Saint Laurent ve Bergé, 1966 yılında buraya ilk yaptıkları
seyahatlerde, halen varlığını sürdüren art deco otel La Mamounia’da kalırlardı.
Bir süre sonra, şehirdeki ilk evleri Dar el-Hanch’ı satın aldıklarında buraya
iyiden iyiye bağlandılar. Yıllar içinde evlerini değiştiren çift, bugün halka
açık olan Jardin Majorelle’e 1980 yılında yerleşti. Saint Laurent, Marakeş’in, içindeki
rengi ortaya çıkardığını söylemişti. “Her köşe başında, Delacroix’nın
eskizlerini çağrıştıran bir grup insanın renk yoğunluğunu görürsünüz.”
Atölye:
Yarı cennet, yarı cehennem
Saint Laurent’ın Paris’teki sığınağıysa atölyesiydi. 1961’de,
şehrin 16. Bölgesi’nin kuzeyindeki Rue Spontini’de kurduğu modaevini, 1974
senesinde Avenue Marceau’ya taşıdı. 2002’de mesleği bırakıp, haute couture
atölyesini kapatana dek burada çalıştı. Moda tarihçisi Jeromine Savignon, Yves
Saint Laurent’s Studio: Mirror and Secrets (Yves Saint Laurent’ın Atölyesi:
Ayna ve Sırlar) kitabında, Avenue Marceau 5 numaradaki atölyeyi yarı cennet,
yarı cehennem diyerek tarif eder. “Burası, ıstırap dolu ve bir o kadar da
geliştirici çelişkilerle şekillendi; Saint Laurent’ı bu denli hayranlık
uyandırıcı kılan da bunlar.” Neden hem cennet hem de cehennem? Çünkü
tasarımcının yaratıcı edimi, üretkenliğin yanında büyük bir yıkıcılığı da
beraberinde getirmişti. Çalışma masasının arkasındaki panoda, çok sevdiği yazar
Marcel Proust’un, Swann’ların Tarafı kitabında, besteci Vinteuil hakkında yazdığı
şu cümle asılıydı: “Bu ilahi gücü, bu sınırsız yaratma gücünü hangi acıların
derinliğinden çekip çıkarmıştı?” Saint Laurent’ın alkol ve uyuşturucu
kullanımının arttığı 1976 yılının Haziran ayında, Marakeş’teki odasından çıkmadan,
günler boyunca çılgınca eskiz çizmesi, kendi acılarını yaratıcılığa dönüştürme
çabası olabilir miydi? 1976 Sonbahar-Kış Couture koleksiyonunun, sevdiği her şeyin
birleşimi olmasını istedi. Visconti, Flaubert, Madame Bovary, Delacroix… “Romanlar,
operalar ve resimlerdeki kahramanlarımı bir araya toplayan hayallerim bu
giysilerde cisimlendi. Sevdiğim her şeyi ve kalbimi bu koleksiyona kattım.” Saint
Laurent, koleksiyonu bitirir bitirmez sinir krizi geçirdi ve hastaneye
kaldırıldı. O zamanlar dikim atölyesinin başında bulunan Jean-Pierre Derbord
bin tane eskizin atölyenin zeminine serildiği anı yıllar sonra anımsadı: “Eskizlerin
içinde boğuluyor gibi hissetmiştim. Her biri diğerinden daha güzel olan
çizimleri görmek acı vericiydi. Çılgınlığı, o çıldırtıcı güzelliği, delirme halini
hissedebiliyordunuz. Her şey, her detay Saint Laurent’ın zihninde ve hayalinde
tasarlanmıştı. Bu insanüstüydü; bizim içinse ürkütücü: Bunların hakkını nasıl verecektik?”
Saint Laurent hakkında yazan pek çok kimse, onun depresif
bozuklukla dünyaya geldiğini ya da çilekeş deha kimliğine bürünerek
yaşadığını öne sürmüştür. En nihayetinde hayatı boyunca sayısız kez psikiyatri
hastanelerinde yatmış ve tedavi görmüş birinden söz ediyoruz. Bense bunun,
çocukluğuna ve yetiştiriliş tarzına dayandığına inanıyorum. 39 yaşındayken,
“Yaşamımın ortasındayım. İnsanın, özel veya iş yaşamında ergenlikten
erişkinliğe geçişini kabullenmesi pek kolay değil,” demişti. 39’una kadar
ergenlikte olduğu varsayımına nasıl tutunduğunu anlamak için hayatına biraz
daha yakından bakmak gerek. Saint Laurent’ın dünyasında, yetişkin bir insanın
yaşamını tek başına idame ettirebilmesi için gerekli olan gündelik bilgilerin
hiçbir zaman yeri olmadı. Fatura ödemek, bir restorana rezervasyon yaptırmak,
eve tesisatçı çağırmak gibi basit şeylerin bile. Hayatın gerçekleriyle ilgilenen
biri varsa o da sevgilisi Bergé idi. Savignon kitabında, ilişkideki bu dengeyi
şöyle anlatır: “Bergé, baş döndüren yaratıcılık mucizesinin tekrar tekrar
gerçekleşmesinin, Saint Laurent’ın ancak bir yanılsama balonu içinde, gerçek
yaşamın baskısından azade ve her şeyden korunarak yaşamasıyla mümkün olduğunu
biliyordu.” Gerçekten de tasarımcının korunmaya muhtaç davranışları özellikle
en yakınındakilerin sık sık dillendirdikleri bir meseleydi.
Saint Laurent ve Bergé’nin arkadaş grubuna kabul edilmek,
özellikle yetmişli yılların Paris’inde adeta bir statü sembolüydü. Loulou de la
Falaise, Betty Catroux, Clara Saint ve Talitha Getty grubun demirbaşlarıydı. Yazar
Alicia Drake, The Beautiful Fall: Fashion, Genius and Glorious Excess in 1970s
Paris (Güzel Çöküş: 1970’lerin Paris’inde Moda, Deha ve Görkemli Abartı) kitabında,
Saint Laurent ve klanının, popüler gece kulübü Le Sept’e girişini yazar:
“Yves’in gelişinin koreografisi hep aynıydı. Nereye adımını atarsa atsın,
anında etrafında koruyucu bir halka oluşurdu. Pierre, Clara, Loulou ve Betty bu
halkanın ön sırasında olurdu.” Birkaç kez Saint Laurent’a gece gezmelerinde
eşlik eden Paloma Picasso’nun görüşleri de dikkat çekicidir. Picasso, hem ondan
çok daha genç, hem de bir kadın olduğu halde, kendini Saint Laurent’ı korurken
bulduğunu anlatır. “Yves, karşısındakini, kendisinden sorumlu hissettirirdi. O hep
dış dünyadan korkar ve fildişi kulesinde kalma ihtiyacı duyardı.” Yaşamını,
etrafındakilere bağımlı kalarak sürdürmesi, büyümeye karşı bir dirençti belki
de. Kız kardeşi Brigitte, bu konuda ağabeyiyle olan benzerliğinden bahsederken,
“Günlük problemlerle kendimi sıkamam. Hem zaten hayatın o kısmını idare eden
bir kocam var. Annem de tıpkı Yves ve benim gibiydi. Babam her şeyle
ilgilenirdi, annemse adamakıllı şımartılmıştı. Biz, insanların bize göz kulak
olmalarına ihtiyaç duyuyoruz,” demişti. Büyümeye direnen de, mesleğinde
yaratıcılık ve üreticiliğin sorumluluğunu üstlenen de aynı adamdı. Dolayısıyla,
Saint Laurent’ı, içsel çatışma, bağımlılık ve kronik depresyona sürükleyenin bu
çelişkiden doğan gerilim olduğu söylenebilir.
Bir sanatçının
portresi
Markası için hazırladığı ilk couture defilesinin
üzerinden tam 40 yıl geçtikten sonra, 2002 yılında emekliye ayrılmayı seçti Saint Laurent.
Avenue Marceau’da düzenlenen basın toplantısında, modern kadının gardırobunu
oluştururken, kadınların emrine amade olmak konusunda duyduğu isteği ifade
etti. “Dileğim, geçtiğimiz yüzyılda yaşanan büyük özgürleşme hareketinde
kadınlara eşlik etmekti.” Yaşamında karşılaştığı güçlükleri de açıksözlülükle anlatırken,
depresyon, hastane, cehennem kelimelerini kullanmaktan kaçınmadı ve hatta yine
Proust’tan bir alıntı yaptı. “’Haddinden fazla hassas insanlardan oluşan
fevkalade ve acınası ailenin iyiliğini’ bana öğreten Marcel Proust’tu. Ben de
bilmeden o ailenin bir ferdi olmuştum.” Tüm çıplaklığıyla insanların
karşısındaydı. Saint Laurent, tıpkı bir sanatçı gibi, tasarladıklarıyla
duyguları harekete geçirmeyi başaran bir tasarımcı olduğu için haute couture
atölyesinin kapanışı bir devrin bitişiydi aslında. Bir defilenin sonunda
gözleri yaşlanan izleyicilere, hazırladıkları koleksiyonu askıda gördüklerinde
ağlayan atölye çalışanlarına ne kadar sık rastlıyoruz ki bu dünyada…
Saint Laurent, yüz yıl geçtiğinde de yaptıklarının ve
eskizlerinin insanlar tarafından incelenmesini yürekten istemişti. Hayattayken,
bu hayalini gerçekleştirmek üzere bir vakıf kurulmasının planlandığından söz
etmişti. Tasarladığı 5000 haute couture giysi ve 15 bin aksesuarın yanında, çok
sayıda eskiz, fotoğraf, koleksiyon panosu ve objenin bulunduğu Pierre
Bergé-Yves Saint Laurent Vakfı 2004’te kuruldu. Vakfın kuruluşundan bu yana
hazırlanan en büyük projeyse yakında hayata geçiriliyor. 3 Ekim’de Paris’te, 19
Ekim’de de Marakeş’te açılacak olan iki müzeyle, tasarımcının zengin mirası ölümsüzleşecek.
28 sene boyunca Yves Saint Laurent haute couture atölyesine ev sahipliği yapan
Avenue Marceau’deki bina, bundan böyle Musée Yves Saint Laurent Paris olarak
ziyaretçilere açılıyor. Müzenin Direktörü Olivier Flaviano, yıllar yılı hiç
değişmeyen, tarih yüklü bir mekânın kapılarını açtıklarını söylüyor. Saint Laurent’ın kişisel eşyalarının,
oradan ayrıldığı günkü gibi muhafaza edildiğini özellikle vurguluyor. Bu
nedenle, atölyesinin, tasarladıkları kadar ilgi göreceğine şüphe yok.
Kapanmadan önce, buradaki 125 personelin yarısından çoğunun 20 yılı aşkın bir
süre tasarımcıyla birlikte çalıştığı düşünülürse, her şeyin korunmasına yönelik
özenin kaynağı da anlaşılabilir. Burası adeta bir Yves Saint Laurent mabedi. Flaviano,
“Gezerken modaevinin çalışma rutinini, haute couture koleksiyonlarının
üretim aşamalarını ve Yves Saint Laurent’ın yaratıcılığının süreçlerini
göreceksiniz,” diyor. Retrospektif niteliği taşıyan başlangıç sergisinde,
tasarımcının 1966’da tasarladığı ilk smokin takım ve Mondrian elbise yer
alıyor. Saint Laurent, 1962 senesinden itibaren bazı tasarımlarının
prototiplerini, yani kendisi tarafından tasarlanan, atölyede onun direktifleri
doğrultusunda dikilen ve de defilede gösterilen versiyonlarını saklamaya karar
verdiği için bugün vakfın elinde çok zengin bir arşiv var. Müşteriler için
üretilen parçalardan farklı olarak, tasarımcının ham yaratıcılığını içeren bu
prototipler, modaevinin belki de en kıymetli hazineleri.
Marakeş’te açılacak olan musée YVES SAINT LAURENT
marrakech (mYSLm), tasarımcının haute couture tasarımları ve aksesuarlarından
bin parçanın saklanacağı büyük bir müze ve kültür merkezi olacak. Müzenin
direktörü Björn Dahlström, Saint Laurent’a özgü temalar çerçevesinde
düzenlenecek sergilerde, dönüşümlü olarak 50 parçanın gösterileceğini söylüyor.
Maskülen ve feminen, Afrika ve Marakeş, sanat bu temalardan sadece birkaçı.
Paris’te olduğu gibi burada da eskizler, fotoğraflar ve filmler, sergilenen
giysi ve aksesuarlara eşlik edecek. Dahlström, müzenin Saint Laurent’a ithafen
kurulduğunu, ancak bundan fazlasını içerdiğini ekliyor. “Oditoryumu ve büyük
bir kütüphanesi olan bu mekânı, kültür merkezi haline getirmek istiyoruz. 19 Ekim’de,
Saint Laurent sergisinin yanı sıra, Jacques Majorelli’in Marakeş’i başlıklı
sergiyi de ziyarete açıyoruz. Her yıl çağdaş sanat, tasarım, antropoloji ve
botanik gibi farklı alanları kapsayan sergiler düzenleyeceğiz.” Yves Saint
Laurent olmasıydın kim olmak isterdin diye sorulduğunda, “Picasso, Proust,
Matisse veya üçü birden” diye yanıtlayan sanat tutkunu bir yaratıcı ruha
yaraşan bir müze olacağı aşikar.
Sözü, 37 yıl boyunca Yves Saint Laurent modaevinde
çalışan Jean-Pierre Derbord’a bırakalım. “Saint Laurent için çalışmak, bir dine
mensup olmak gibiydi. Kendinizi tamamen ona verirdiniz. Onun kuşkularını, acısını
ve neşesini paylaşırdınız.” Galiba böylesi bir adanmışlığa ancak Saint Laurent
lâyık olabilirdi.
*Vogue Türkiye Eylül sayısında yayınlandı.
No comments:
Post a Comment