Yirmili
yaşlarından itibaren Vogue’un göz kamaştırıcı dünyasının bir parçası olan Joan
Juliet Buck, Vogue Paris’in genel yayın yönetmenliğini yapan tek Amerikalı oldu.
Kitabı The Price of Illusion’da (Yanılsamanın Bedeli), hem moda dünyasının hem
de gösterişli yaşamının yarattığı yanılsamalarla yüzleşiyor. Şimdi bu yüzleşmeyi
kendisinden dinliyoruz.
Joan Juliet Buck’ın evlenirken giydiği leylak rengi etek
ve bluz, Karl Lagerfeld’in özel tasarımıydı. Buck, 2001’de Vogue Paris’teki
işinden olduğunda ve yerine Carine Roitfeld geçtiğinde, kendisini teselli etmek
için ne yapabileceğini soran da Lagerfeld olur. “Vogue’un başındayken
kesinlikle couture koleksiyonundan bir hediye kabul etmediğimi biliyorsun.
Şimdi bunun tam zamanı,” diye karşılık verir. Böylece, Chanel defilesinde ön
sıraya kurulup beğendiği couture kostümü seçer. Teselli olmuş mudur? Belki
sadece kısa bir süre için. Yaşamının büyük bir bölümü ünlü tasarımcılar ve
onların yaratıcı kreasyonlarıyla sarılı olan bir kadın için kıyafetler ne ifade
eder? Buck’ın yazdığı The Price of Illusion (Yanılsamanın Bedeli) kitabını
okuduktan sonra kendisiyle söyleşmek üzere onu aradığımda ilk sorduğum soru bu
oldu. “Moda mı? Moda hakkında konuşmak konusunda pek iyi değilim. İnsanları ve
onların kalplerinden geçenleri konuşmayı yeğlerim,” dese de, sohbetimiz
ilerlediğinde birdenbire üzerindeki sabahlığı anlatmaya koyulduğunda nefesimi
tutuyorum. “Şu anda üzerimde 80’lerden beri giydiğim Charvet imzalı çok güzel
bir sabahlık var,” diye başlıyor söze. “19. yüzyıldan kalmış gibi görünüyor. O kadar
şık ki beni keyiflendiriyor. Giysiler, insana zevk veriyor.” Mevzuyu modanın
etrafında döndürmek istememesine rağmen, hem kitabında hem de konuşurken, şahsen
tanıdığı tasarımcıları ve onların tasarladıklarını anlatmadan edemiyor.
Buck’ın modayla olan ilişkisi, 1973 yılında, 23 yaşındayken
Vogue İngiltere’nin konular editörü olmasından çok öncelere dayanıyor aslında. Kitabın
başlarında, babası Jules’un özel dikim Brioni gri takım elbiselerinden ve annesi
Joyce’un Hermès Kelly çantalarından bahsediyor. Bir başka
anekdotta, dergide çalışmaya başlamadan önce babasının isteği üzerine, onunla
birlikte Yves Saint Laurent’ın Londra’daki butiğine giderek giyim tarzını nasıl
baştan aşağı değiştirdiğini anlatıyor. Hollywood’da yapımcı olan babası, sadece
giyim tarzında söz sahibi olmakla kalmıyor, gençliğinde oyuncu olmak isteyen
kızının kariyerini de etkiliyor. “Babamı katiyen hayal
kırıklığına uğratamazdım. Bana oyunculuğu bırak dediğinde bıraktım. Yazı yaz
dediğinde yazmaya başladım,” diyor kitapta. Babasının devasa gölgesi daima
kızının yaşamının üzerine düşmüş adeta. “İlk romanımı yazarken, rüyamda babamın
beni takip ettiğini görüp duruyordum. Ona, ‘Yeter artık, git başımdan’ dediğimi
hatırlıyorum. Babam, herkese hükmetmeyi seven bir adamdı. Keşke hayatımda bu
kadar baskın bir figür olmasaydı. Kitabı yazarken öyle çok şeyi sırf onu memnun
etmek için yaptığımı fark ettim ki! İşte bu da kitabın trajedisi,” diyerek
düşüncemi doğruluyor.
Los Angeles’ta doğan Buck, babasının mesleğinden
ötürü Hollywood’un görkemli dünyasıyla küçük yaşlarında tanışır. Vaftiz babası
John Huston’ın kızı Anjelica Huston, çocukluğunda en yakın arkadaşı olur.
Arabistanlı Lawrence filminin unutulmaz başrol oyuncusu Peter O’Toole, ailenin
bir ferdi gibidir. “Biliyorsun ben gerçek olmayan bir dünyadan geliyorum,” diyor,
Hollywood’u kastederek. “Filmler, ve sinema yıldızlarıyla
çevrili; sahte bir dünyada büyüdüm. Ne var ki onların yarattığı yanılsamayı
seviyordum. Aynı zamanda ben de yanılsamalar yaratmaktan hoşlanıyordum.”
Ailenin Paris ve Londra’daki evleri ünlülerin uğrak duraklarından olur. Buck,
henüz üç yaşındayken Paris’te bir saray yavrusunda yaşamaya başlarlar. Böylece Fransızcayı
anadili gibi konuşmayı öğrenir. Ailesinin sunduğu imtiyazlı ve bir o kadar yüzeysel
yaşam tarzı, onun geleceğini de bu yönde şekillendirmesinde rol oynar. Kitapta
da dediği gibi, “Görüntü benim için her şeydi, görüntü gerçeğimdi.” İçinde
bulunduğu sanrılı dünyayı sürdürebilmek uğruna görüntünün yüzeyselliğine
tutunur.
Buck’un gençlik yıllarında Glamour’la başlayan dergi
yazarlığı serüveninde Women’s Wear Daily, Condé Nast Traveler, Vanity Fair ve
Vogue gibi itibarlı yayınlar yer alır. 1994’te kendisine Vogue Paris’in genel
yayın yönetmenliği teklif edilir ve Buck, görevi kabul eder. “Korkunç bir
şekilde sonuçlandığı için bu dönemi yazmayı hiç ama hiç istemedim. Ama elbette
herkesi ilgilendiren asıl konu buydu,” diyor. Kitap boyunca devam eden sayısız
ünlünün resmi geçidi, sıra Vogue Paris dönemini anlatmaya geldiğinde daha da
kalabalıklaşıyor. Üstene üstlük buna, dergi dünyasının iç yüzünü anlatan, iştah
kabartan anekdotlar ekleniyor. Mesela, Anna Wintour’la olan gerilimli ilişkisi
satır aralarında göze çarpıyor. İlk kez bir derginin yayın yönetmenliğini
üstlendiği için Vogue Paris’in başına geçer geçmez işin duayeni olan
arkadaşlarından tavsiyeler alır Buck. “Kendim olmaya devam edebileceğimi
söyleyen tek bir tavsiye bile yoktu,” diyor. “Bu da şu nahoş gerçeği yüzüme
vurdu: Bir düşünceye gömülüp gece boyunca yazı yazmadığım, bir erkekle
karanlıkta baş başa kalmadığım veya Anjelica’ya esprili bir dille maceralarımı
anlatmadığım takdirde kim olduğum hakkında en ufak bir fikrim yoktu.” Buck,
yedi yıl içerisinde derginin okuyucu kitlesini ikiye katlayacak temalar ve
konularla başarıyı yakalarken varoluşsal sorularla da boğuşmayı sürdürür.
Kazandığı parayı kıyafetlere yatırmasını anlatırken kendisini kapana
kıstırılmış edilgen biri olarak tarif eder. Kısır döngüden neden çıkamadığını
öğrenmek istediğimde, “Çünkü bunu nasıl yapacağımı bilmiyordum” diyor açık
yüreklilikle. “Çıkmak için oradan kapı dışarı edilmem gerekiyordu. Sonunda
önemli olanın, insanın özgürlüğünü bulması olduğunu anladım.”
Vogue Paris macerasının bitişi Buck için can yakıcı olur.
Milano Moda Haftası sırasında, patronu onu karşısına alır ve uyuşturucu
kullandığı gerekçesiyle bir süre rehabilitasyon merkezinde kalmasını istediğini
söyler. Buck kaldığı oteldeki odasına geri döner. “Altı ay önce Missoni ve Jil
Sander’dan sipariş ettiğim kıyafetlerin bulunduğu poşetler koltuğun
üzerindeydi. Bundan böyle sahip olmadığım hayatım için kıyafetler… Patronum işe
geri dönebileceğimi söyledi ama bunun doğru olmadığını biliyorum.”
Esasında, çantasında görünen ve ona bağımlı yaftasının
yapıştırılmasına yol açan şırıngalarda, doktor tavsiyesi üzerine vücudunu
dengelemek için kullandığı deniz suyu bulunmaktadır. Rehabilitasyon merkezinde
temiz olduğu da ortaya çıkar zaten. Burası, yanılsamalarıyla ilk kez yüz yüze
geldiği yer olur. Çıktıktan sonra New York’a dönmek istemez. “Orada Vogue
Paris’in eski yayın yönetmeni olarak anılacağımı biliyordum. Eğer dönseydim,
insanlar bana bakıp, ‘Aman Tanrım hiç şık görünmüyor’ demesinler diye deli gibi
alışveriş yapacaktım.” Bunun üzerine New Mexico’ya gidip kim olduğunu ve ne
istediğini bulmaya çalışır.
Buck’ın kariyerindeki talihsizlikler bununla kalmaz.
2011’de, Arap Baharı’nın arifesinde Suriye’ye giderek Devlet Başkanı Beşar
Esad’ın eşi Esma Esad’la yaptığı röportaj yüzünden kıyamet kopar. Çünkü Vogue Amerika
için kaleme aldığı yazıda, Suriye gerçeğine dair tek kelime etmez. Esma Esad’ı
“görkemli, genç ve çok şık” diye portrelerken, Esad ailesi için de “çok
demokratik” der. Bu olayla birlikte dergi dünyasından aforoz
edilir. “Konu, hayallerimdeki yaşamın sona ermesi değildi; sona
eren itibarım, maaşım ve 40 yıl boyunca beni gerçeklerden koruyan Vogue
atmosferiydi.” Yanılsamaların korunaklı dünyasından, gerçeklerin sert
zeminine düşüş gerçekleşir. “Bu kitapta hayatımın beklenmedik ve çelişkili
olaylarını bir araya getirirken, çocukluğumdaki ve yaşamımın devamındaki
yanılsamaları anlatmak zorunda olduğumu gördüm. Zira olan biteni şekillendiren
bunlardı. Ancak böylece gerçeği hissetmeye başladım.” Son olarak, “Ödediğiniz
bedel neydi?” diye soruyorum. 69 yaşındaki Buck hiç tereddütsüz yanıtlıyor:
“Gençliğim.”
*Vogue Türkiye Eylül sayısında yayınlandı.