16/10/2017

İmrenilen bir yaşamın bedeli nedir?


Yirmili yaşlarından itibaren Vogue’un göz kamaştırıcı dünyasının bir parçası olan Joan Juliet Buck, Vogue Paris’in genel yayın yönetmenliğini yapan tek Amerikalı oldu. Kitabı The Price of Illusion’da (Yanılsamanın Bedeli), hem moda dünyasının hem de gösterişli yaşamının yarattığı yanılsamalarla yüzleşiyor. Şimdi bu yüzleşmeyi kendisinden dinliyoruz.


Joan Juliet Buck’ın evlenirken giydiği leylak rengi etek ve bluz, Karl Lagerfeld’in özel tasarımıydı. Buck, 2001’de Vogue Paris’teki işinden olduğunda ve yerine Carine Roitfeld geçtiğinde, kendisini teselli etmek için ne yapabileceğini soran da Lagerfeld olur. “Vogue’un başındayken kesinlikle couture koleksiyonundan bir hediye kabul etmediğimi biliyorsun. Şimdi bunun tam zamanı,” diye karşılık verir. Böylece, Chanel defilesinde ön sıraya kurulup beğendiği couture kostümü seçer. Teselli olmuş mudur? Belki sadece kısa bir süre için. Yaşamının büyük bir bölümü ünlü tasarımcılar ve onların yaratıcı kreasyonlarıyla sarılı olan bir kadın için kıyafetler ne ifade eder? Buck’ın yazdığı The Price of Illusion (Yanılsamanın Bedeli) kitabını okuduktan sonra kendisiyle söyleşmek üzere onu aradığımda ilk sorduğum soru bu oldu. “Moda mı? Moda hakkında konuşmak konusunda pek iyi değilim. İnsanları ve onların kalplerinden geçenleri konuşmayı yeğlerim,” dese de, sohbetimiz ilerlediğinde birdenbire üzerindeki sabahlığı anlatmaya koyulduğunda nefesimi tutuyorum. “Şu anda üzerimde 80’lerden beri giydiğim Charvet imzalı çok güzel bir sabahlık var,” diye başlıyor söze. “19. yüzyıldan kalmış gibi görünüyor. O kadar şık ki beni keyiflendiriyor. Giysiler, insana zevk veriyor.” Mevzuyu modanın etrafında döndürmek istememesine rağmen, hem kitabında hem de konuşurken, şahsen tanıdığı tasarımcıları ve onların tasarladıklarını anlatmadan edemiyor. 


Buck’ın modayla olan ilişkisi, 1973 yılında, 23 yaşındayken Vogue İngiltere’nin konular editörü olmasından çok öncelere dayanıyor aslında. Kitabın başlarında, babası Jules’un özel dikim Brioni gri takım elbiselerinden ve annesi Joyce’un Hermès Kelly çantalarından bahsediyor. Bir başka anekdotta, dergide çalışmaya başlamadan önce babasının isteği üzerine, onunla birlikte Yves Saint Laurent’ın Londra’daki butiğine giderek giyim tarzını nasıl baştan aşağı değiştirdiğini anlatıyor. Hollywood’da yapımcı olan babası, sadece giyim tarzında söz sahibi olmakla kalmıyor, gençliğinde oyuncu olmak isteyen kızının kariyerini de etkiliyor. “Babamı katiyen hayal kırıklığına uğratamazdım. Bana oyunculuğu bırak dediğinde bıraktım. Yazı yaz dediğinde yazmaya başladım,” diyor kitapta. Babasının devasa gölgesi daima kızının yaşamının üzerine düşmüş adeta. “İlk romanımı yazarken, rüyamda babamın beni takip ettiğini görüp duruyordum. Ona, ‘Yeter artık, git başımdan’ dediğimi hatırlıyorum. Babam, herkese hükmetmeyi seven bir adamdı. Keşke hayatımda bu kadar baskın bir figür olmasaydı. Kitabı yazarken öyle çok şeyi sırf onu memnun etmek için yaptığımı fark ettim ki! İşte bu da kitabın trajedisi,” diyerek düşüncemi doğruluyor.


Los Angeles’ta doğan Buck, babasının mesleğinden ötürü Hollywood’un görkemli dünyasıyla küçük yaşlarında tanışır. Vaftiz babası John Huston’ın kızı Anjelica Huston, çocukluğunda en yakın arkadaşı olur. Arabistanlı Lawrence filminin unutulmaz başrol oyuncusu Peter O’Toole, ailenin bir ferdi gibidir. “Biliyorsun ben gerçek olmayan bir dünyadan geliyorum,” diyor, Hollywood’u kastederek. “Filmler, ve sinema yıldızlarıyla çevrili; sahte bir dünyada büyüdüm. Ne var ki onların yarattığı yanılsamayı seviyordum. Aynı zamanda ben de yanılsamalar yaratmaktan hoşlanıyordum.” Ailenin Paris ve Londra’daki evleri ünlülerin uğrak duraklarından olur. Buck, henüz üç yaşındayken Paris’te bir saray yavrusunda yaşamaya başlarlar. Böylece Fransızcayı anadili gibi konuşmayı öğrenir. Ailesinin sunduğu imtiyazlı ve bir o kadar yüzeysel yaşam tarzı, onun geleceğini de bu yönde şekillendirmesinde rol oynar. Kitapta da dediği gibi, “Görüntü benim için her şeydi, görüntü gerçeğimdi.” İçinde bulunduğu sanrılı dünyayı sürdürebilmek uğruna görüntünün yüzeyselliğine tutunur.


Buck’un gençlik yıllarında Glamour’la başlayan dergi yazarlığı serüveninde Women’s Wear Daily, Condé Nast Traveler, Vanity Fair ve Vogue gibi itibarlı yayınlar yer alır. 1994’te kendisine Vogue Paris’in genel yayın yönetmenliği teklif edilir ve Buck, görevi kabul eder. “Korkunç bir şekilde sonuçlandığı için bu dönemi yazmayı hiç ama hiç istemedim. Ama elbette herkesi ilgilendiren asıl konu buydu,” diyor. Kitap boyunca devam eden sayısız ünlünün resmi geçidi, sıra Vogue Paris dönemini anlatmaya geldiğinde daha da kalabalıklaşıyor. Üstene üstlük buna, dergi dünyasının iç yüzünü anlatan, iştah kabartan anekdotlar ekleniyor. Mesela, Anna Wintour’la olan gerilimli ilişkisi satır aralarında göze çarpıyor. İlk kez bir derginin yayın yönetmenliğini üstlendiği için Vogue Paris’in başına geçer geçmez işin duayeni olan arkadaşlarından tavsiyeler alır Buck. “Kendim olmaya devam edebileceğimi söyleyen tek bir tavsiye bile yoktu,” diyor. “Bu da şu nahoş gerçeği yüzüme vurdu: Bir düşünceye gömülüp gece boyunca yazı yazmadığım, bir erkekle karanlıkta baş başa kalmadığım veya Anjelica’ya esprili bir dille maceralarımı anlatmadığım takdirde kim olduğum hakkında en ufak bir fikrim yoktu.” Buck, yedi yıl içerisinde derginin okuyucu kitlesini ikiye katlayacak temalar ve konularla başarıyı yakalarken varoluşsal sorularla da boğuşmayı sürdürür. Kazandığı parayı kıyafetlere yatırmasını anlatırken kendisini kapana kıstırılmış edilgen biri olarak tarif eder. Kısır döngüden neden çıkamadığını öğrenmek istediğimde, “Çünkü bunu nasıl yapacağımı bilmiyordum” diyor açık yüreklilikle. “Çıkmak için oradan kapı dışarı edilmem gerekiyordu. Sonunda önemli olanın, insanın özgürlüğünü bulması olduğunu anladım.”

Vogue Paris macerasının bitişi Buck için can yakıcı olur. Milano Moda Haftası sırasında, patronu onu karşısına alır ve uyuşturucu kullandığı gerekçesiyle bir süre rehabilitasyon merkezinde kalmasını istediğini söyler. Buck kaldığı oteldeki odasına geri döner. “Altı ay önce Missoni ve Jil Sander’dan sipariş ettiğim kıyafetlerin bulunduğu poşetler koltuğun üzerindeydi. Bundan böyle sahip olmadığım hayatım için kıyafetler… Patronum işe geri dönebileceğimi söyledi ama bunun doğru olmadığını biliyorum.”


Esasında, çantasında görünen ve ona bağımlı yaftasının yapıştırılmasına yol açan şırıngalarda, doktor tavsiyesi üzerine vücudunu dengelemek için kullandığı deniz suyu bulunmaktadır. Rehabilitasyon merkezinde temiz olduğu da ortaya çıkar zaten. Burası, yanılsamalarıyla ilk kez yüz yüze geldiği yer olur. Çıktıktan sonra New York’a dönmek istemez. “Orada Vogue Paris’in eski yayın yönetmeni olarak anılacağımı biliyordum. Eğer dönseydim, insanlar bana bakıp, ‘Aman Tanrım hiç şık görünmüyor’ demesinler diye deli gibi alışveriş yapacaktım.” Bunun üzerine New Mexico’ya gidip kim olduğunu ve ne istediğini bulmaya çalışır.

Buck’ın kariyerindeki talihsizlikler bununla kalmaz. 2011’de, Arap Baharı’nın arifesinde Suriye’ye giderek Devlet Başkanı Beşar Esad’ın eşi Esma Esad’la yaptığı röportaj yüzünden kıyamet kopar. Çünkü Vogue Amerika için kaleme aldığı yazıda, Suriye gerçeğine dair tek kelime etmez. Esma Esad’ı “görkemli, genç ve çok şık” diye portrelerken, Esad ailesi için de “çok demokratik” der. Bu olayla birlikte dergi dünyasından aforoz edilir. “Konu, hayallerimdeki yaşamın sona ermesi değildi; sona eren itibarım, maaşım ve 40 yıl boyunca beni gerçeklerden koruyan Vogue atmosferiydi.” Yanılsamaların korunaklı dünyasından, gerçeklerin sert zeminine düşüş gerçekleşir. “Bu kitapta hayatımın beklenmedik ve çelişkili olaylarını bir araya getirirken, çocukluğumdaki ve yaşamımın devamındaki yanılsamaları anlatmak zorunda olduğumu gördüm. Zira olan biteni şekillendiren bunlardı. Ancak böylece gerçeği hissetmeye başladım.” Son olarak, “Ödediğiniz bedel neydi?” diye soruyorum. 69 yaşındaki Buck hiç tereddütsüz yanıtlıyor: “Gençliğim.”

*Vogue Türkiye Eylül sayısında yayınlandı.