01/09/2015

Giysilerin dayanılmaz ağırlığı


Anlık dürtülerle tüketim iştahımızı kesmek için aldığımız bir kıyafet nelere mâloluyor? The True Cost (Gerçek Bedel) belgeseli, modanın hızlı üretim ve tüketim çarkının içinde kaybolup giden bireyi sorgulamaya itiyor.



İki yıl önce taşınırken, gardırobumdan dolup taşan giysilerin yarısından fazlasını bağışladığımda ilk uyanışım gerçekleşti. İhtiyaçlarıma göre alışveriş yapmayı bırakalı çok olmuştu. Günün birinde giyilebilme ihtimaline karşı gardırobumda makus kaderine terk edilmiş sayısız giysi vardı. Kimi antidepresan niyetine kötü bir günü “renklendirmek” için satın alınmıştı. Kimi bana özgüven aşılamakla görevliydi. Bazılarının neden orada beklediğine dair bir fikrim bile yoktu. Ben, dünyada bir yılda 80 milyar giysi tüketen insanlardan sadece biriydim. Bu rakam, 20 yıl öncesine göre tam tamına yüzde 400’lük bir artışı işaret ediyor olsa da durup düşünecek vakit yok. Sistem de soluklanmaya izin vermiyor zaten. Nerede ve kimler tarafından üretildiğini aklımızın ucundan bile geçirmediğimiz kıyafetlerin “Tüketin” sirenleri durmaksızın ötüyor. Biz de ne pahasına olursa olsun onları almaya çalışıyoruz.
The True Cost belgeseli, modanın davetkâr perdesini aralayıp bizleri görmekten kaçındıklarımızla yüzleştiriyor. Bangladeş’in kenar mahallelerinden Teksas’ın pamuk tarlalarına kadar 13 farklı ülkeyi gezerek giysilerin hızlı üretim ve tüketiminin insanlara ve doğaya verdiği zararı anlatıyor. Yönetmen Andrew Morgan, filmin asla bir suçlama ve utandırma hikâyesi olmasını istemediğini söylüyor. “Şayet konuyu bir veya birkaç şirketle sınırlasaydım geriye kalanımız sorumluluktan kurtulmuş olacaktık. Filmi, tek bir ülke yerine dünyanın dört bir yanında çevirmemizin sebebi de buydu. Sorun bir ülke veya şirkete indirgenirse olayın gerçek boyutu ve ölçeğini görmeyi başaramayız.” Morgan, 2013’te Bangladeş’te 1000’den fazla insanın ölümüne neden olan, hızlı moda markalarına üretim yapan tekstil fabrikası Rana Plaza’nın çökmesinin ardından sorunu ele alıp filmi çekmeye karar verdi. Tarihteki en büyük dört tekstil fabrikası faciasının üçü 2012 ve 2013’te gerçekleşmişken bu isabetli bir karardı. Rana Plaza felaketini takip eden yılda bile hızlı modanın en kârlı dönemini yaşaması, hiçbir facianın tüketim tutkusunu gemleyemeyeceğini düşündürse de tedarik zincirinin her halkasını ekrana taşıyan bir belgesel ümit veriyor.

Tüketimin bedeli
Her uğradığınızda çeşit çeşit yeni kıyafet modeliyle sizi cezbetmeye çalışan hızlı moda markalarının “kelepirlerinin” nerede, hangi şartlar altında ve nasıl üretildiğini düşündünüz mü hiç? Yaklaşık 3 trilyon dolarlık bir endüstri olan global moda sektöründe, çoğu kadın olmak üzere 40 milyon tekstil işçisi çalışıyor. “Kullan-at” mantığıyla satın alınan giysiler bu işçiler tarafından üretiliyor. Markalar, maliyetleri düşürmek için dünyanın farklı ülkelerinde yaptıkları üretimlerde ucuz iş gücünün peşinde koşturuyorlar. Daha ucuza daha çok üretmek, hızlı tüketimi garantiliyor. Londra merkezli yoksullukla savaşan dernek War on Want’ın yöneticisi John Hilary belgeselde bu konuyla ilgili, “Her şey, büyük şirketlerin kâr etmesine odaklandığında insan hakları, çevre ve işçi hakları tamamen ortadan kalkıyor. Fiyatlar sürekli aşağı çekildiği için işçiler gitgide daha çok sömürülüyor” diyor.
Hızlı ve aşırı giysi tüketiminin bedelini tek ödeyen işçiler olmuyor. Tekstil, petrolden sonra çevreye en çok zarar veren ikinci endüstri. Zira satın alınan her kıyafeti üretmek için dünyanın doğal kaynakları kullanılıyor. Mağazaların askılarında sıra sıra dizilen giysileri gördüğümüzde bu kaynakların kısıtlı olduğu gerçeği aklımıza gelmiyor. Mesela, pamuklu bir gömleğin üretimi için ortalama 2700 litre su kullanıldığını biliyor musunuz? Kapitalizm ve tüketim toplumu, sınırsız kaynakların sömürüsüyle daimi bir bolluk içinde yaşanabileceği yanılsamasını yaratma konusunda ustalar. Bununla birlikte bize nimetlerini sunan doğa da herhangi bir meta muamelesi görüyor. Hilary, toprağa neredeyse bir fabrikaymışçasına yaklaşıldığını söylediğinde bunun abartılı bir benzetme olduğu düşünülebilir. Çünkü sistem, tüketimi öylesine pompalıyor ki giysilerin üretilebilmesi için pamuğa, tarıma ve buna bağlı olarak toprağa ihtiyaç duyulduğu tahayyül bile edilemiyor. Morgan, yarattığımız artan çevre krizinin bu döngüyü sonlandıracağına inanıyor. “Şimdi yeni fikirlere, çözümlere ve kapsamlı düşünmeye ihtiyacımız var. Zarar veren sınırsız büyüme eğiliminin ötesinde düşünmeli ve tamamen global ihtiyaçlarımıza cevap veren şeyler yapmanın yollarını aramaya başlamalıyız.”



Bir hobi olarak alışveriş
Sırf kendi zevkimiz için sürekli yeni kıyafetler alırken bunun, çevreye ve diğer insanlara maliyetini gözden çıkarıyoruz. Tüketimin mutluluk vaadi öylesine başımızı döndürüyor ki sosyal sorumluluklarımızı hatırlamak bile istemiyoruz. Sahi bunca alışverişle hayatlarımızdaki hangi boşluğu dolduruyoruz? Belki de Oscar Wilde’ın “Mükemmeliyetinizin dışsal şeyleri toplayıp sahip olmakla ilgili olduğunu sanmayın. Sıradan zenginlik çalınabilir insandan ama gerçek zenginlik, asla” sözü üzerine enine boyuna düşünmekle işe başlamak gerek. Gerçek zenginlik nedir? Bir sezon coşkuyla alıp bir sonraki sezon yüzüne bile bakmadığınız bir elbiseye sahip olmak mı? Yoksa insanın iç yetileriyle var olma cesaretine kavuşması mı? İlki çok kolay, ikincisi epey meşakkatli olsa da sağladıkları kişisel tatmin kıyaslanamaz bile.
Belgeselde görüşlerini paylaşan psikoloji profesörü Tim Kasser, “İnsanlar materyalist değerlere odaklandıkça para, imaj, statü ve sahip olma gibi kavramlara daha çok önem verdiklerini söylüyorlar. Bu da onları daha mutsuz, depresif ve kaygılı hale getiriyor. Materyalist değerler arttığında bu tür psikolojik problemlerin de arttığını biliyoruz” diyor. Daimi tüketimle beslenen sistem yapay arzular yaratarak çarkı döndürüyor. İnsan bir kez bu çarka kapılmayagörsün sürekli yeni bir şeye sahip olarak tatmin olacağını zannediyor.

Kısır döngüden çıkmak
İki yıl önceki uyanışımdan sonra alışveriş alışkanlıklarımı tamamıyla değiştirmeye karar verdim. Aniden alışveriş perhizine girmedim tabii. Fakat zamana yayarak kıyafet alımımı minimum seviyeye indirmeye çalışıyorum. Hızlı moda markalarının mağazalarına uğramıyorum. İlk başta gitmediğimde bir şeyler kaçırıyormuş gibi hissediyordum. Artık kaçırılacak hiçbir şey olmadığının bilincindeyim. Bu kararımdan sonra var olan giysilerim daha çok kıymet kazandı. Onlarla ilgili hikâyeler biriktirmeye başladım. Günün birinde anneannem gibi 30 yıl önce giydiği elbiseyle ilgili anekdotlar anlatan bir kadın olmak istiyorum.
*Vogue Türkiye Ağustos sayısında yayınlandı.

No comments:

Post a Comment