Anlık dürtülerle tüketim iştahımızı kesmek için aldığımız bir kıyafet nelere mâloluyor? The True Cost (Gerçek Bedel) belgeseli, modanın hızlı üretim ve tüketim çarkının içinde kaybolup giden bireyi sorgulamaya itiyor.
İki yıl önce taşınırken, gardırobumdan dolup taşan giysilerin yarısından
fazlasını bağışladığımda ilk uyanışım gerçekleşti. İhtiyaçlarıma göre alışveriş
yapmayı bırakalı çok olmuştu. Günün birinde giyilebilme ihtimaline karşı
gardırobumda makus kaderine terk edilmiş sayısız giysi vardı. Kimi antidepresan
niyetine kötü bir günü “renklendirmek” için satın alınmıştı. Kimi bana özgüven
aşılamakla görevliydi. Bazılarının neden orada beklediğine dair bir fikrim bile
yoktu. Ben, dünyada bir yılda 80 milyar giysi tüketen insanlardan sadece
biriydim. Bu rakam, 20 yıl öncesine göre tam tamına yüzde 400’lük bir artışı
işaret ediyor olsa da durup düşünecek vakit yok. Sistem de soluklanmaya izin
vermiyor zaten. Nerede ve kimler tarafından üretildiğini aklımızın ucundan bile
geçirmediğimiz kıyafetlerin “Tüketin” sirenleri durmaksızın ötüyor. Biz de ne
pahasına olursa olsun onları almaya çalışıyoruz.
The True Cost belgeseli, modanın davetkâr perdesini aralayıp bizleri görmekten kaçındıklarımızla yüzleştiriyor. Bangladeş’in
kenar mahallelerinden Teksas’ın pamuk tarlalarına kadar 13 farklı ülkeyi
gezerek giysilerin hızlı üretim ve tüketiminin insanlara ve doğaya verdiği
zararı anlatıyor. Yönetmen Andrew Morgan, filmin asla bir suçlama ve utandırma
hikâyesi olmasını istemediğini söylüyor. “Şayet konuyu bir veya birkaç şirketle
sınırlasaydım geriye kalanımız sorumluluktan kurtulmuş olacaktık. Filmi, tek
bir ülke yerine dünyanın dört bir yanında çevirmemizin sebebi de buydu. Sorun bir
ülke veya şirkete indirgenirse olayın gerçek boyutu ve ölçeğini görmeyi başaramayız.”
Morgan, 2013’te Bangladeş’te 1000’den fazla insanın ölümüne neden olan, hızlı
moda markalarına üretim yapan tekstil fabrikası Rana Plaza’nın çökmesinin
ardından sorunu ele alıp filmi çekmeye karar verdi. Tarihteki en büyük dört tekstil
fabrikası faciasının üçü 2012 ve 2013’te gerçekleşmişken bu isabetli bir
karardı. Rana Plaza felaketini takip eden yılda bile hızlı modanın en kârlı
dönemini yaşaması, hiçbir facianın tüketim tutkusunu gemleyemeyeceğini
düşündürse de tedarik zincirinin her halkasını ekrana taşıyan bir belgesel ümit
veriyor.
Tüketimin bedeli
Her uğradığınızda çeşit çeşit yeni
kıyafet modeliyle sizi cezbetmeye çalışan hızlı moda markalarının “kelepirlerinin”
nerede, hangi şartlar altında ve nasıl üretildiğini düşündünüz mü hiç? Yaklaşık
3 trilyon dolarlık bir endüstri olan global moda sektöründe, çoğu kadın olmak
üzere 40 milyon tekstil işçisi çalışıyor. “Kullan-at” mantığıyla satın alınan
giysiler bu işçiler tarafından üretiliyor. Markalar, maliyetleri düşürmek için
dünyanın farklı ülkelerinde yaptıkları üretimlerde ucuz iş gücünün peşinde
koşturuyorlar. Daha ucuza daha çok üretmek, hızlı tüketimi garantiliyor. Londra
merkezli yoksullukla savaşan dernek War on Want’ın yöneticisi John Hilary belgeselde
bu konuyla ilgili, “Her şey, büyük şirketlerin kâr etmesine odaklandığında
insan hakları, çevre ve işçi hakları tamamen ortadan kalkıyor. Fiyatlar sürekli
aşağı çekildiği için işçiler gitgide daha çok sömürülüyor” diyor.
Hızlı ve aşırı giysi tüketiminin
bedelini tek ödeyen işçiler olmuyor. Tekstil, petrolden sonra çevreye en çok
zarar veren ikinci endüstri. Zira satın alınan her kıyafeti üretmek için dünyanın
doğal kaynakları kullanılıyor. Mağazaların askılarında sıra sıra dizilen
giysileri gördüğümüzde bu kaynakların kısıtlı olduğu gerçeği aklımıza gelmiyor.
Mesela, pamuklu bir gömleğin üretimi için ortalama 2700 litre su kullanıldığını
biliyor musunuz? Kapitalizm ve tüketim toplumu, sınırsız kaynakların
sömürüsüyle daimi bir bolluk içinde yaşanabileceği yanılsamasını yaratma
konusunda ustalar. Bununla birlikte bize nimetlerini sunan doğa da herhangi bir
meta muamelesi görüyor. Hilary, toprağa neredeyse bir fabrikaymışçasına
yaklaşıldığını söylediğinde bunun abartılı bir benzetme olduğu düşünülebilir. Çünkü
sistem, tüketimi öylesine pompalıyor ki giysilerin üretilebilmesi için pamuğa,
tarıma ve buna bağlı olarak toprağa ihtiyaç duyulduğu tahayyül bile edilemiyor.
Morgan, yarattığımız artan çevre krizinin bu döngüyü sonlandıracağına inanıyor.
“Şimdi yeni fikirlere, çözümlere ve kapsamlı düşünmeye ihtiyacımız var. Zarar
veren sınırsız büyüme eğiliminin ötesinde düşünmeli ve tamamen global
ihtiyaçlarımıza cevap veren şeyler yapmanın yollarını aramaya başlamalıyız.”
Bir hobi olarak alışveriş
Sırf kendi zevkimiz için sürekli yeni
kıyafetler alırken bunun, çevreye ve diğer insanlara maliyetini gözden
çıkarıyoruz. Tüketimin mutluluk vaadi öylesine başımızı döndürüyor ki sosyal
sorumluluklarımızı hatırlamak bile istemiyoruz. Sahi bunca alışverişle hayatlarımızdaki
hangi boşluğu dolduruyoruz? Belki de Oscar Wilde’ın “Mükemmeliyetinizin dışsal
şeyleri toplayıp sahip olmakla ilgili olduğunu sanmayın. Sıradan zenginlik
çalınabilir insandan ama gerçek zenginlik, asla” sözü üzerine enine boyuna
düşünmekle işe başlamak gerek. Gerçek zenginlik nedir? Bir sezon coşkuyla alıp
bir sonraki sezon yüzüne bile bakmadığınız bir elbiseye sahip olmak mı? Yoksa
insanın iç yetileriyle var olma cesaretine kavuşması mı? İlki çok kolay,
ikincisi epey meşakkatli olsa da sağladıkları kişisel tatmin kıyaslanamaz bile.
Belgeselde görüşlerini paylaşan psikoloji profesörü Tim Kasser, “İnsanlar
materyalist değerlere odaklandıkça para, imaj, statü ve sahip olma gibi
kavramlara daha çok önem verdiklerini söylüyorlar. Bu da onları daha mutsuz,
depresif ve kaygılı hale getiriyor. Materyalist değerler arttığında bu tür psikolojik
problemlerin de arttığını biliyoruz” diyor. Daimi tüketimle beslenen sistem
yapay arzular yaratarak çarkı döndürüyor. İnsan bir kez bu çarka
kapılmayagörsün sürekli yeni bir şeye sahip olarak tatmin olacağını zannediyor.
Kısır döngüden çıkmak
İki yıl önceki uyanışımdan sonra alışveriş
alışkanlıklarımı tamamıyla değiştirmeye karar verdim. Aniden alışveriş
perhizine girmedim tabii. Fakat zamana yayarak kıyafet alımımı minimum seviyeye
indirmeye çalışıyorum. Hızlı moda markalarının mağazalarına uğramıyorum. İlk
başta gitmediğimde bir şeyler kaçırıyormuş gibi hissediyordum. Artık kaçırılacak
hiçbir şey olmadığının bilincindeyim. Bu kararımdan sonra var olan giysilerim
daha çok kıymet kazandı. Onlarla ilgili hikâyeler biriktirmeye başladım. Günün
birinde anneannem gibi 30 yıl önce giydiği elbiseyle ilgili anekdotlar anlatan
bir kadın olmak istiyorum.
*Vogue Türkiye Ağustos sayısında yayınlandı.
No comments:
Post a Comment