28/01/2016

Cinsiyete göre maaş



Dünya Ekonomik Forumu’nun Küresel Toplumsal Cinsiyet Uçurumu Raporu’na göre kadın-erkek maaş eşitsizliğinin kapanması için önümüzde 118 sene var. Jennifer Lawrence’dan Oprah Winfrey’ye pek çok ünlü, Hollywood’da erkek oyuncuların kadınlardan daha fazla kazandıklarını dillendirmeye başlamışken, eşit işe eşit ücret konusu bir kez daha gündemimizde.

Toplumsal cinsiyet, anonim bir kadın kimliğini eğreti bir elbise gibi üzerimize giydirmeye çalışıyor. Tam iş hayatına girdim; bu kimliğin dayatmalarından bir nebze olsun sıyrılıyorum ve geleneksel kadın rolünü reddediyorum diye düşünürken her yerde olduğu gibi ofiste de cinsiyet ayrımcılığı duvarına tosluyoruz. Üstelik maaş eşitsizliğinden de nasibimizi alıyoruz. Türkiye’de iş gücüne katılmayı başaran yüzde 32’lik dilimde olsak bile, toplumsal cinsiyete dayalı ücret eşitsizliğinden kaçamıyoruz. Dünya Ekonomik Forumu’nun Küresel Toplumsal Cinsiyet Uçurumu Raporu, ülkemizde bir kadının kazandığı 1 dolara karşılık, aynı işi yapan bir erkeğin 2,56 dolar kazandığını ortaya koyuyor. Sabancı Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Mahmut Bayazıt, kadınların benzer iş için daha düşük maaş almakla kalmadıklarını aynı zamanda kadınlara uygun görülen işlere daha az maaş ödenebildiğini söylüyor. “Örneğin, aynı şirkette, aynı seviyede yönetici olan bir erkek ve bir kadın arasındaki maaş farkının sebebi, erkeğin statüsü daha yüksek olan satış müdürüyken, kadının İK müdürü olması. Bu durum, bir yandan bunun gibi yüksek statülü işlere erkeklerin, kadınlara göre daha fazla ilgi göstermesinden, diğer yandan da bu tür işlerin stereotipik olarak erkeklere daha uygun görülmesinden kaynaklanıyor.”

Tüm dünyada, 10 yıl öncesiyle kıyaslandığında neredeyse 250 milyon daha fazla kadın iş gücünde yer alıyor olmasına rağmen kadınlar, erkeklerin 2006'da kazandıkları kadar gelir elde edebiliyor. Bunun altında yatan sebeplerin başında, maaş eşitsizliğini, bir ağacın kökleri gibi saran kadın-erkek eşitsizliği var. Türkiye’nin bu konudaki sicilinin iyi olduğunu iddia etmek oldukça güç. Hele ki baskıcı ve cinsiyetçi söylemler özellikle son yıllarda ülkenin siyasi ikliminin bir parçası haline gelmişken. İktidar sahipleri, iffetinden kürtajına, kahkahasından giydiğine kadar her konuda kadının hayatına müdahale ediyor. Hal böyle olunca, Türkiye’nin aynı raporda, kadın-erkek eşitsizliğinde 145 ülke arasında 130. sırada yer alması şaşırtıcı bir sonuç olmuyor. Bayazıt, ülkemiz muhafazakârlaştıkça bu sonuçların çıkmasını normal karşılıyor. “Devletin, sağladığı iş imkanlarında bile bazen açıkça ayrımcılık yaptığı bir gerçek. 2010 yılında, Türkiye’deki iş ilanlarıyla İngiltere’dekileri karşılaştıran bir araştırma yapıldı. İngiltere’de hiçbir ilanda cinsiyet bir kriter olarak belirtilmezken, Türkiye’dekilerin yüzde 30’unda belirtildiği ortaya çıktı. Bu durum hem işe alımda, hem de yükselme kararlarında kadınların işinin zor olduğunu gösteriyor.”

Erkek egemen zihniyet, dev şirketlerin çatısı altında da varlığını hissettiriyor. Geçtiğimiz yıl, Microsoft’un CEO’su Satya Nadelle’e maaş artışı istemekten çekinen kadınlar için ne gibi tavsiyeler vereceği sorulduğunda, “Konu artış istemekle ilgili olmamalı. Sistemin, ilerledikçe size doğru artışı vereceğine inanmalısınız. Talep etmemeniz, patronunuzun sizin değerinizi anlamasına yol açabilir ve eninde sonunda sonuç verir” diyerek yanıtladı. Talepkâr olmak kadına yakışır mı hiç? Toplumun ona “uygun gördüğü” şekilde davranmaya itilen kadın, belirli kalıpların içine sıkıştırılıyor. Evde neşe içinde ailesine bakacak, ofiste çoğunlukla uyumlu ve itaatkâr olacak, erkeklerin kariyerlerinde yükselmelerinin önünde engel teşkil etmeyecek süper kadınlar aranıyor!


Haklarını talep eden kadın olmak
20. yüzyılın ilk yarısında, basmakalıp kadın algısını kırmaya yönelik kalem oynatan yazar Anais Nin, Feminizm Hakkında Düşünceler başlıklı konuşmasında, “Bütün mesleklere yeni bir kalite getirecek yeni bir kadın tipi düşlüyorum. Ben başka bir dünya istiyorum; erkeğin, savaş ve haksızlıkların kaynağı olan iktidar ihtiyacının şekillendirdiği bir dünya istemiyorum. Bizim yeni bir kadın yaratmamız şart!” demişti. O günlerden bu günlere çok yol kat etmiş olsak da kadına ve erkeğe biçilen geleneksel rolleri yerinden oynatmak o kadar kolay değil. Maruz kalınan ayrımcılıklara boyun eğmemek de. Ünlü oyuncu Jennifer Lawrence, American Hustle (Düzenbaz) filminde birlikte rol aldığı, “penisi olan şanslı insanlardan” çok daha az kazandığını öğrendiğinde ücret talep etme konusunda yeterince bastırmadığı için kendisine kızdığını söyledi. “Zor veya şımarık görünmek istememiştim. İstatistiklere bakılırsa bu sorunu yaşayan tek kadın olduğumu sanmıyorum. Toplumsal olarak böyle davranmaya mı koşulluyuz?” diye sordu. Bu, dünyanın neresinde ve hangi meslek grubunda olursa olsun kadının, toplumun yazılı olmayan normlarına başkaldırmakta zorlandığını gösteriyor.

Bayazıt’a göre, maaş eşitsizliğinin bazı önemli nedenleri bilinçaltımızda cereyan eden algı ve yargılardan kaynaklandığı için eşitliğin sağlanabilmesi çok kolay değil. “Karar vericiler çoğu zaman yarattıkları eşitsizliklerin farkında değiller ve farkına vardıklarında bu durumu rasyonelleştirmeleri uzun sürmüyor. Dünyada bazı senfoni orkestraları, yıllarca kadınların, orkestralarda erkekler kadar yer almamalarını, onların birçok enstrümanı yeterince (yani erkekler kadar) iyi çalmamalarıyla açıklıyorlardı. Daha sonra yapılan bir araştırma, seçmelere katılanların cinsiyetlerini jüri üyelerinden saklayan bir perdenin her şeyi değiştirdiğini gösterdi. Bu perde sayesinde, kadınların dünyanın en iyi orkestralarında çalma olasılıklarının önemli ölçüde arttığı ortaya çıktı. Ülkemizdeyse, işe alımlarda şirketler ısrarla başvuru sırasında gönderilen CV’lerin üzerinde fotoğraf bulunmasını istiyorlar.”


Güzellik bir kriter olursa
Bir arkadaşımın çalıştığı şirketteki kadın yöneticinin, hemcinslerini güzellik kriterini gözeterek işe aldığını söylemesi geliyor aklıma. Ataerkil düşünce sisteminin, cinsiyet gözetmeksizin içselleştirildiğini kanıtlayan bir örnek bu. Turkish Women’s International Network’un (TurkishWIN) kurucusu Melek Pulatkonak, “Alışkanlık, yıkılması zor tuğlalarla örüşmüş kalın bir duvar. Ataerkil sistemle yoğrulmuş ataerkil değer yargılarımızı, bize uygun ama birbirimizi ezmeye imkân vermeyen yenileriyle değiştirmek yine bizim elimizde. Bu, toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanmasında atılması gereken en önemli adım. Kadınların, içsel sistemlerini eğitmeleri gerekiyor” diyor. Pulatkonak’ın Aslı Caner ile birlikte kurduğu yeni girişimi BinYaprak’ın hedeflerinden biri de bu. Eşit iş ve eğitim fırsatları için değil 80 yıl, bir gün bile beklemek istemediklerini söylüyor. “BinYaprak’ta amacımız, öğrenciden emekliye iş hayatındaki potansiyelini keşfetmek ve birikimini paylaşmak isteyen tüm kadınları ve onların hedeflerine ortak olan erkekleri ve kurumları kapsayarak, kadınların içlerindeki iş hayatı potansiyelini keşfetmelerini ve yolculuklarında yalnız olmadıklarını bilmelerini sağlamak.”

BinYaprak gibi oluşumlar ümit verici olsa da yapılan araştırmanın sonucunda ortaya çıkan tablo kadınlar açısından iç karartıcı görünüyor. Ancak bu, karamsarlığa kapılmamız gerektiği anlamına gelmemeli. Kadınların bugünlere gelmek için hatırı sayılır mücadeleler verdikleri unutulmamalı. Haklarımızı talep etmeden, onlara sahip olamayız. Kadın-erkek ve maaş eşitliğinin sağlandığı İskandinav ülkeleri hepimiz için iyi bir örnek teşkil ediyor. Bu ülkelerde kadınlar daha fazla eğitim görüyor ve çalışma hayatında daha aktifler. Onlar yapabiliyorsa biz neden yapamayalım? Bunun için hepimiz bireysel sorumluluklarımızın farkında olmalı, sesimizi çıkarmaktan çekinmemeli ve bizi kadın yapan özelliklerimizle erkek egemen sisteme dahil olmalıyız. Sistemin bizi de “erkekleştirmesine” izin vermeden “Ben buyum” diyebilmeliyiz.

*Vogue Türkiye Ocak sayısında yayınlandı.

19/01/2016

Acı ve varoluş


Resmimde kan var, ölüm var, yaralı bir kadın olarak, ben varım. Evet. 
İmzam, neredeyse hep kan kırmızısı. Kırmızı kurdelalar, saçlarımda kan damarları gibi bağcıklar var. Evet.
Evet, bunların tümü var. İyi de insanlar neden korkuyor aslında? Midesi bulanmadan, baygınlık geçirmeden bakılamayacak olan şeyden. Yaşamımızın bir parçası olan ama utançla saklamak istediğimiz, dehşete düştüğümüz, tabu olan... Ama böylesine saklamak istediğimiz, bizzat kendi yaşamımızın temsilidir: Damarlarımızda akan ve suyun bitkiye can vermesi gibi bize yaşam veren kan; saklamak istediğimiz belki de aslında yaşamın antitezi olmayan ölümdür, çünkü ölümden yeni bir yaşam doğar, toprağın yaşamı, biz ona karışırız, onunla, kökleriyle, özsuyuyla, demiriyle, kireciyle, kum taneleri, taşları, ölü yaprakların maddesiyle, katmanlara inen yağmurla dolarız. Ve saçlarımızda köklenerek başımızın üzerinde çiçekler açar. Yaşam oradadır, tek eksik olan bizim bilincimizdir. Hatta bunu bile bilemiyoruz, nasıl olduğunu bilemiyoruz.
Ne kadar çok kan var! Ne kadar çok kan, diye şaşırıyor insanlar. Onları, tablolarımı gördüklerinde bir tiksinti ifadesiyle sırtını dönenleri, laflarını yutanları ya da tersine o lafları bir balgam, bir silah, bir kurtuluş gibi fırlatanları görür gibiyim.
İşin tuhafı, savaşlarda akıtılan kan, o adaletsizlik ırmakları, insanlık utancının kırmızısı, işte bu kan insanları tiksindirmiyor, kaçırtmıyor. İnsan "aşıldığını" düşünüyor. Ama bir cenin, açık bir yürek resmi (halbuki onlar bizim bir parçamız, burada söz konusu olan kendi varlığımız, bilinçdışı temsilimizden, saklı gerçeğimizden gelen bir şey bu, kaçmak istediğimiz bir anı), işte bundan korkuyoruz, insani zaaflarımız, bedensel bir tutarlılık karşısındaki yetisizliğimiz gözlerimizin önüne seriliyor...
Çünkü, biz kendimizin idealleştirilmiş, sürekli idealleştirilmiş bir görüntüsünü bulmak istiyoruz. Çünkü her birimiz bir Tanrı olmayı arzuluyoruz. Ama Tanrı değiliz işte! Bal gibi, et ve kan karışımıyız. Tüm berelerin üzerine yazıldığı bir bedenimiz var ama biz yalnızca manevi yaralara ilgi gösteriyoruz çünkü onlr incelenebilir, düşlenebilir, ama ele gelmez. Çıplak gözle görülemeyeni yüceltiyoruz. Hepimiz tanrılaşmak, bilmediğimiz bir konumda, ölümsüzlük içinde varolmak istiyoruz. 
Ben ise, bir insanoğlu olan Frida Kahlo'nun, yaşamdaki olgular sayesinde bedeninin tam varlığının bilincine vardığını söylüyorum. Bir kadın olan Frida Kahlo'nun bedenini açtığını ve o bedende hissettiklerini dile getirdiğini söylüyorum. O bedende hissettikleri öyle şiddetliydi ki, eğer onları kavrayıp, tanımlayıp sonra da düzene sokmasaydı, asla anlayamadığı ve üzerinde oynayamadığı şeyler ve acılarala çıldırabilirdi. Bence insanın acısını gömmesi, içten içe o acı tarafından, bulanık ve anlamsız yollardan geçerek kemirilmesi demektir. İnsanın ifade edemediği şeyin gücü patlayıcı, hasar verici, kendi kendini yakıcı bir güçtür. İfade etmek kurtulmanın başlangıcıdır.
Frida Kahlo


10/01/2016

Ayıp


Sağa sola bakma; ayıptır. Büyükler konuşurken lafa girme; ayıptır. İsteklerini bastır, sonra etraf ne der; ayıptır. Fazla sesli kahkaha atma; ayıptır. Vücut hatlarını belli eden kıyafetler giyme; ayıptır. Gerçek duygularının yerine kılıflar uydur; ayıptır. Bir kız çocuğu olarak doğduğunda, zihnine yapıştırılan ayıplar listesi kabarık olur. Zaten annenle baban da o “ayıp şeyi” yaparak senin  dünyaya gelmene sebep olmuşlar. O “ayıp şeyin” ne olduğunu şimdilik söyleyemezler; büyüyünce anlarsın. Hem kız dediğin fazla soru sormaz, sorgulamaz. Kızlıktan kadınlığa geçişte kendiliğinden öğreniverirsin.
  
Yıllar geçtikçe, büyüyüp serpildikçe yeni maddeler eklenir ayıplar listesine. Elini, kolunu, aklını, vajinanı bağlar tekmili birden. İç sesin, “Ayıpsa ayıp bana ne?” diye bağırır ama duyuramaz kendini. Zira etrafta ayıplayacak kimsen olmasa da sen kendi kendini ayıplamaya başlarsın. “Bir kadına böyle davranmak yakışır mı hiç?” sorusu habis bir tümör gibi büyür içinde. Çıkarıp atamazsın. “Ayıp”la başlayan cümlelerin arasında benliğini silersin. Çamaşır askısına mandallarsın ayıplarını. Pişirdiğin mercimek çorbasına çeşni niyetine katarsın. Kocanın sakız gibi beyaz gömleğine ütüyle basarsın. Dört dörtlük ayıplamalarla çevrili dünyanda varoluşundan bihaber olursun.

Günün birinde biri karşına çıkıp, “Sen ne olacaksın peki?” diye sorduğunda “Elbet bana da sıra gelecek. Ama şimdi ayıp olmasın. Bu kez uyumlu olayım” dersin. Sahi bugüne kadar sıra sana geldi mi hiç? Annen, baban, konu komşu, arkadaşların, sevgililerin derken kendini unuttun gitti. Sık ağaçlarla kaplı iç dünyanı çoraklaştırdın. Tamam kabul ediyorum. Bunu tek başına yapmadın. Ne ailen, ne de toplum iç dünyanı zenginleştirmene elverişli bir ortam sunmadı. Ama unuttun mu sen kurtlarla koşan kadınlar kabilesindensin. Kabilenin, güçlü içgüdüsel doğaya sahip, gözü kara, iç sesini duyan ve benliğine sahip çıkan kadınlarından ne ara koptun? Seni nasıl ehlileştirdiler? Clarissa P. Estes, Kurtlarla Koşan Kadınlar’da “Kültür, kişilik, psişe ve bunun gibi unsurlar kadınların nasıl giyinmesini, davranmasını talep ederse etsin; başkaları bütün kadınları nasıl yanlarında on tane uykucu duenas’la (dadıyla) birlikte geveze bir kadın grubu içinde tutmaya çalışırsa çalışsın, kadının ruhsal hayatını sıkıştırmak için ne tür baskılarda bulunulursa bulunulsun, şu gerçeği hiçbir şey değiştiremez: Bir kadın ne ise odur; bu, vahşi bilinçdışı tarafından dikte edilir ve kadın açısından çok, ama çok olumlu bir durumdur” diye yazmıştı. Şimdi çıkarıp at üstünden tüm ayıplamaları ve kabilene geri dön. Sahte nezaketlerden, sana ait olmayan davranış biçimlerinden ve ruhunu sıkboğaz eden her şeyden kurtul. İplerini koparıp koşmaya başla.

05/01/2016

DVF imparatorluğunun kurucusu: Diane Von Furstenberg


Anvelop elbisenin mucidi, özgür ruhlu bohem, tutkulu aşık, modern kadının rol modeli... Hayattaki misyonunun kadınları güçlü kılmak olduğunu söyleyen Diane Von Furstenberg’e kulak verince, kadın olmanın muazzamlığına inanıyorsunuz.



22 yaşında kendinizi bir modern zaman masalının içinde bulsanız ne yapardınız? Masalın kahramanlarından biri olarak yaşamaya devam mı ederdiniz? Yoksa esaslı ve özgür bir kadın olmak için mücadele mi ederdiniz? Diane Von Furstenberg, ikinci şıkkı tercih edenlerden. Avrupa’nın en zengin aristokratlarından Prens Egon Von Furstenberg’le evlendiğinde hayatına sihirli değnek değmiş gibi hissettiğini saklamıyor. “Gençken ne yapmak istediğimi bilmiyordum ama nasıl bir kadın olmak istediğimi biliyordum. İsteğim, özgür ve bağımsız bir kadın olmaktı” diyor.
Bu isteğini yerine getirmek için çok çalışır Von Furstenberg. 1973 yılında icad ettiği anvelop elbiseyle moda arenasına giriş yapar ve üç yıl sonra bu elbiseden, beş milyon adet satar hale gelir. 29 yaşında Newsweek’e kapak olduğunda şöyle tarif edilir: “Moda alanında Coco Chanel’den bu yana en iyi pazarlanabilen kadın.”



Diane Von Furstenberg efsanesi
Nişantaşı’ndaki yeni açılan butiğinde Diane Von Furstenberg’i beklerken, elimdeki dosyanın üzerindeki dudaklara bakıyorum. Bahsettiğim dudaklar, Von Furstenberg’in markasının logosu. Kırmızı, turuncu ve fuşya dudak formları, az sonra tanışacağım kadının, markasıyla ilgili her alanda kadınsılığı vurgulamaktan çekinmediğini ortaya koyuyor bence. Rujlu dudaklar da, vücudu çapraz bir şekilde sarıp kucaklayan anvelop elbise gibi kadın olmanın nimetlerini anlatıyor. Von Furstenberg’in, bu elbisenin ilk reklam kampanyasında “Feel like a woman. Wear a dress. (Bir kadın gibi hissedin. Elbise giyin.)” demesinin sebebi de buydu işte. “Kadınlığınızı yaşayın. Hayatınızın iplerini elinize alın” demek istemişti ünlü tasarımcı.
Ben bunları düşünürken Diane Von Furstenberg, tüm ihtişamı ve upuzun bacaklarıyla butikten içeri adım atıyor. Onu gördüğümde, 70’lerde arkasında kaç tane gözü yaşlı erkek bırakmış olabileceğini tahmin etmeye çalışıyorum. 63 yaşında olmasına rağmen halen güzelliğinden ve fiziğinden hiçbir şey kaybetmemiş bir kadın duruyor karşımda. Konuşması, vücut dili ve bakışlarıyla tanıştığı herkesi etkisi altına alabilecekmiş gibi görünüyor.


70’lerin yıldız çifti
Diane Halfin’in masalı, University of Geneva’da okurken Egon Von Furstenberg’le tanışmasıyla başladı. Brüksel’de dünyaya gelen Diane’in güçlü bir kadın olacağı daha küçük yaşlardayken belliydi. Zira o, Nazi kampı Auschwitz’den kurtulmayı başaran Lily Nahmias’ın kızıydı. “Annemin bana verdiği en önemli öğüt, korkunun bir seçenek olmadığıı söylemeseydi. Asla korkmama izin vermezdi. Güçlü yapımın, ondan miras kaldığını düşünüyorum” diyerek anlatıyor annesinin, kendisi üzerindeki etkisini.
Diane Von Furstenberg, Egon’la evlenip New York’a yerleştikten sonra çift, şehrin yıldız çifti haline geldi. Von Furstenberg, her gece ortalama dört davete katıldıklarından bahsediyor. Salvador Dali ve Gala’sıyla birlikte yenen akşam yemekleri, Windsor Dükü ve Düşesi’yle birlikte katılınılan davetler, Andy Warhol’la geçirilen saatler...
Peki bu kadar ışıltılı bir hayat sürerken Von Furstenberg’i iş kurmaya iten ne olmuştu? “Para kazanmaya ihtiyacım yoktu ancak olmak istediğim bir kadın vardı ve o kadın olmak için çalıştım” diyor. “Moda tasarımı eğitimim olmamasına rağmen elimdeki kumaşlarla bir bluz ve etek yarattım. Sonra bu ikisini bir arada kullanmanın çok iyi olacağını düşündüm. Böylece anvelop elbiseyi ortaya çıkardım. Ancak bu elbisenin o kadar orijinal bir fikir olduğuna da inanmamıştım. Hiçbir düğmesi ve fermuarı olmadığı için tıpkı Antik Roma dönemindeki ‘toga dress’e benziyordu. Farklı olan, desenli jarse kumaşlar kullanmamdı.”
Von Furstenberg’in kariyerinin fitilini ateşleyen, efsanevi editör Diane Vreeland oldu. 1998 yılında kaleme aldığı otobiyografik kitabı ‘Diane: A Signature Life’da, Vreeland’in ofisine gittiği günü şu sözlerle anlattı: “Hayatımda, Vreeland’in ofisinin duvarlarındaki gibi parlak bir kırmızı görmemiştim. Onu beklerken, baştan ayağa siyahlara bürünmüş bir şekilde karşımda belirdi. Dudaklarından düşürmediği sigaralığı ve duvarlarının kırmızılığındaki ojeleriyle karşımdaydı. Yanımda getirdiğim elbiseleri görünce ‘Müthiş, müthiş! Ne kadar da akıllısın’ diye teatral ses tonuyla haykırdı. Elbiselerimi, ileride ünlü bir model olacak Pat Cleveland ve Yves Saint Laurent’in ilham periliğini yapacak Loulou de La Falaise’e giydirerek bu karara vardı.”
Sosyal kelebek ve prenses Von Furstenberg, Vreeland sayesinde iş kadınlığına da soyundu. Bu sırada, kocasıyla birlikte gazete ve dergi sayfalarını süslemeye de devam etti. Evliliğindeki pürüzleri, işe sarılarak gidermeye çalıştığını kimsenin bilmediğini sandı. Ünlü fotoğrafçı Cecil Beaton’ın Dallas’ta verdiği bir partide tüm ışıltısıyla poz veren çift için New Yorker dergisi,  ‘Her şeye sahip olan çift. Her şey yeterli mi?’ başlıklı bir yazı yayınladı. Diane Von Furstenberg, artık Egon’un sadakatsizliklerini görmezden gelemeyeceğini fark edince boşanmaya karar verdi. O artık, 26 yaşında dul ve çocuklarını tek başına yetiştiren bir kadın olmuştu.



Diane Von Furstenberg’in 70’leri
Prensten boşanması, Von Furstenberg’in masalının ‘mutlu son’la bitmeyeceği anlamına gelmedi. 1975 yılına gelindiğinde markasına 40 milyon dolar değer biçiliyordu. Boşandıktan bir yıl sonra kendisine doğumgünü hediyesi olarak 18. yüzyıldan kalma çiftlik evi Cloudwalk’u satın aldı. 30’unda, New York’un en parıltılı caddelerinden Fifth Avenue’da bir daire alacak kadar varlıklıydı.
Diane Von Furstenberg, 70’lerin en mühim şahsiyetlerinden biriydi. “50’ler ve 60’ların ardından hepimiz özgürlüğü yeniden keşfetmiş gibi hissediyorduk. O yıllarda genç olmak çok güzeldi. Hem özgür hem de eğlenceli bir dönemdi. Aynı zamanda benim çok yoğun olduğum zamanlardı. İşim, inanılmaz bir hızla büyüyordu” diyerek 70’leri anlatıyor.
Dillere destan Studio 54 gecelerini merak ediyorum. “Studio 54, 70’lerin buluşma noktasıydı” sözleriyle o günleri yad ediyor. “İçeri girebilmek için ya ünlü olmak gerekirdi ya da iyi görünmek. İlk gittiğimde, Bianca Jagger’la birlikte dönemin moda tasarımcılarından Halston’ın doğum günü partisine katılmıştım. Parti davetlileri arasında Truman Capote, Liza Minelli, Andy Warhol ve Keith Richards vardı.”
Von Furstenberg, Studio 54 yıllarında Richard Gere ve Ryan O’Neal’la birlikte anıldı. “Ne istediğini bilen, güçlü bir kadınla olmak erkeklerin gözünü korkutmuyor muydu?” diye soruyorum. “Güçlü yanımın bir erkek için tehdit oluşturmaması için her zaman elimden geleni yaptım. Gençken sert ve güçlü görünmek için daha çok çaba sarfederdim. İş hayatında güçlü olduğum için ilişkilerimde daha rahat bir kadın olmayı başarıyordum sanırım” cevabını alıyorum.

Aşk, işi yenerse
Von Furstenberg, aşk için her şeyi yapan bir kadın oldu. Brezilyalı sanat simsarı Paulo Fernandes’e aşık olunca Bali’ye giden de, yazar Alain Elkann’la Paris’te beş yıl süresince yaşayan da oydu. Otobiyografisinde bu dönemi, “Anna Karenina ve Emma Bovary gibi karakterleri daima çok cezbedici buldum. Paris’te bunu sonuna kadar yaşadım. Orada büründüğüm roman kahramanlarını andıran karakterim, New York’taki göz alıcı halimle büyük bir tezat oluşturdu” cümleleriyle anlatıyor. Çocukları, onun her sevgilisiyle birlikte başka bir karaktere dönüşmesinden memnun olmasa da Von Furstenberg bunun, kimliğinin farklı parçalarını yansıttığını düşünüyordu.
70’lerde patlamasını yaşayan Diane Von Furstenberg markası, 80’lerde etkisini yitirmeye başladı. Tasarımcının Paris’te geçen günleri sırasında markayla olan bağı iyice zayıfladı. “1990’da Paris’ten New York’a döndüğümde DVF’le ilgili her şey korkunçtu. Bu durum beni o kadar üzdü ki kansere yakalandım. 1997’de, markamı yeni baştan yaratmaya karar verdim. Çünkü genç kızların, vintage butiklerden eski Diane Von Furstenberg elbiseleri satın aldıklarını fark ettim.”


DVF geri döndü
Markası dibe vurduktan sonra onu tekrar hayata döndürdüğü için Diane Von Furstenberg’e hayranlık duymamak elde değil. “Hiçbir zaman pes etmedim” diyor Furstenberg. “İpleri elinde tutan ve kendi hayatını kazanan bir kadın olmak istedim. Çok zor olsa da bunu başardım.”
Tasarladıklarıyla, kadınlara, kadın olmanın güzel bir şey olduğunu hissettiren Von Furstenberg’in asla pes etmemesini hayata bakış açısına bağlıyorum. Hayatı bir yolculuk gibi gördüğünden ve bu yolculuğun sonuna kadar keyfine varılması gerektiğine inandığından bahsediyor. “Tıpkı bir yolculukta olduğu gibi, bazen gördüğümüz manzaralar değişiyor, birileri hayatımıza girerken diğerleri çıkıyor. Bu yolculukta insanın en yakın arkadaşının yine kendisi olduğunu bilmesi gerekiyor.”
Böylesi bir özgüven abidesinin karşısında olduğum için ne kadar şanslı olduğumu düşünüyorum bir an. “Yüzünüzde hiç estetik olmaması özgüveninizi ortaya koyuyor bence” diyorum. “Doğruyu söylemek gerekirse estetik yaptırmanın, kendime olan güvenimin azaldığını göstereceğini düşünüyorum. İnsanların, yüzümdeki derin çizgilere bakıp “Neden botoks yaptırmıyor?” diye düşündüklerini biliyorum. Ben bir hayat yaşıyorum ve yaşadığım bu hayatın izlerini yüzümde taşımayı seviyorum. Bence bu, çok daha gerçek.”

*ELLE Kasım 2010 sayısında yayınlandı.