25/10/2007

MODAYLA DEVR-İ ALEM


Sizlere 1950’lerde başlayıp 1990’larda son bulacak olan harika bir moda yolculuğunun biletini sunuyoruz. Yolculuk boyunca her durakta istediğiniz kadar mola verebilirsiniz. Hazırsanız yolculuğumuza başlayabiliriz. Biletler lütfen.

1950’ler
Dönemin ruhu: İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Avrupa ve özellikle Amerika’da insanlar geleceğe umutla bakmaya başladı. Amerikalılar, seri üretimle tanışınca tüketime dört elle sarıldı. Böylece, tüm dünya tüketim toplumunun doğuşuna tanıklık etmiş oldu.
1950’lerde kadınların görevi askerden dönen kocalarına ne kadar iyi bir ev hanımı olduklarını kanıtlamaktı. Tüm dertleri kocalarına hizmet etmek olan bu mesut ev kadınları yüzlerinden eksik olmayan gülümsemeleriyle oyuncak bebekler gibiydi adeta.
Dönemin sonuna doğru Amerikanın yarattığı yapay iyimserlik bulutları dağılmaya başladı ve karşı kültür akımları oluştu. Bu kez sahnede Beatnik’ler ve rock’n’roll gençliği vardı.
Moda: 50’lerin modasının belirleyicisi 1947 yılında ‘New Look’ görüntüsünü yaratan Christian Dior oldu. Kloş etek ve beli vurgulayan ceket bu görüntünün mimarları oldu. Elbiseler, dönemin modasının vazgeçilmezleriydi. Fiyonk, fırfır ve farbala gibi detaylar, tafta ve saten elbiseleri süsledi.
Slogan: Yaşasın domestik ev kadınları!
İkonlar: Marilyn Monroe, Brigitte Bardot, Audrey Hepburn, Marlon Brando, James Dean.

1960’lar
Dönemin ruhu:
Londra’da başlayan gençlik depremiyle birlikte gençlerin ayak sesleri duyulmaya başladı. Gençliğin enerjisi tüm dünyayı sardı.
Doğum kontrol hapının kadınların hayatına girmesi cinsel özgürlük devrinin başlangıcı oldu. Bu özgürlük, kadınların giyimlerine yansıdı.
50’li yıllarda ortaya çıkan sanat akımı pop art, büyük patlamasını yaşadı. Tüketim toplumunu eleştirmek için tüketim ürünlerini kullanan pop art’ın en popüler ismi gelecekte herkesin 15 dakikalık üne kavuşacağını öngören Andy Warhol oldu.
Dönemin sonuna doğru San Francisco’da sisteme ve tüketime karşı olan aşk ve özgürlük çocukları hippiler ortaya çıktı. Hayat felsefeleri “Savaşma seviş” olan hippilerle birlikte 60’lar daha da renklendi.
Moda: Moda, sokakların ve gençlerin sesine kulak vermeye başladı. Hazır giyim haute couture’ü tahtından etti. Böylece, moda demokratikleşti. Dönemin moda kahramanları, mini etek, A-kesimli elbise, op art desenler ve PVC oldu.
Slogan: Sıkı durun gençler geliyor.
İkonlar: Twiggy, Janis Joplin, Andy Warhol, The Beatles, Jimi Hendrix.

1970’ler
Dönemin ruhu: 1973 yılında yaşanan uluslararası petrol krizi, seri üretime büyük bir darbe vurdu. Seri üretimin homojen mahsulleri yerlerini daha çeşitli ürünlere bıraktı. Bu sayede, tekdüzelik yavaş yavaş ortadan kalkmaya başladı. Tüm dünyada yaşanan ekonomik sıkıntılar 50 ve 60’lı yılların tüketim ütopyasını yerle bir etti.
Dönemin ortalarında hiçliği savunan ve sisteme karşı duruşlarını yansıtırken olaylar çıkaran, bu yüzden de polis tarafından serseri anlamına gelen punk olarak adlandırılan gençler ortaya çıktı. Vivienne Westwood ve Malcolm McClaren’in Londra, King’s Road’da açtıkları ‘Sex’ adlı butik, punk stilinin Mekke’si haline geldi.
1977 yılında New York’ta kapılarını açan Studio 54, disko döneminin miladı oldu. Studio 54 partileri zevk düşkünlerinin vazgeçilmeziydi.
Moda: Etek boyları mini, midi ve maksi arasında gidip geldi. Disko döneminin başlaması saten ve polyester gibi sentetik kumaşların kullanımını yaygınlaştırdı. Bu zevksizliğe cevap Amerika’dan geldi. Ülkede çalışan kadınların sayısının artmasıyla kaşmir, tüvit ve keten gibi doğal kumaşlar önem kazandı. Pantolon giyen kadınların sayısı daha da arttı.
Slogan: Hedonizmin zaferini kutluyoruz.
İkonlar: Abba, David Bowie, Farrah Fawcett Major, John Travolta, The Sex Pistols.

1980’ler
Dönemin ruhu: Kapitalizm tüm dünyayı avcunun içine alınca gösterişçi tüketim bir zorunluluk haline geldi. Markaların logoları, materyalist toplumlar tarafından kutsandı.
Amerika ve İngiltere’de hep daha fazlasını isteyen genç şehirli profesyoneller ‘yuppies’ olarak adlandırıldı. Sosyal statü ve güç göstergesi olan lüks tüketim, onların hayatının bir parçası oldu.
90 ülkede yaklaşık 130 milyonluk bir izleyici kitlesine ulaşan Dallas, kapitalizmin misyoneri olma görevini üstlendi. Dizi, prestij ve güce giden yolun paradan geçtiğinin kanıtı oldu.
Moda: Modanın en kitsch olduğu bu dönemde, florosan renkler, füzolar, vatkalar, tozluklar, strech jean’ler, Ray Ban’ın Wayfarer model güneş gözlükleri olmazsa olmazdı. Genç şehirli profesyoneller içinse marka kıyafetlere bürünmek ve şık giyinmek mecburiydi. İş hayatında daha da fazla söz sahibi olmak isteyen kadınlar, ‘Demir Lady’ Margaret Thatcher’ı örnek aldı. İş dünyasında erkeklerle savaşmak için vatkalı kıyafetlere, altın düğmeli ceketlere ve yüksek topuklu ayakkabılara ihtiyaçları vardı.
Slogan: Para, para, para…
İkonlar: Madonna, Boy George, Michael Jackson, Alf, Bianca Jagger.

1990’lar
Dönemin ruhu: Küreselleşmeyle birlikte dünya, medya kuramcısı Marshall McLuhan’ın deyimiyle global bir köy haline dönüştü. İnternet kullanımının yaygınlaşması mesafeleri ortadan kaldırdı.
Amerika’nın Seattle eyaletinde ortaya çıkan alternatif müzik akımı ‘grunge’, sisteme karşı olan politize gençliği etrafında topladı. Nirvana grubunun solisti Kurt Cobain, grunge’ların ilahı haline geldi
Körfez Savaşı televizyonlardan canlı olarak izlendi. Fransız sosyolog Baudrillard’a göre bu savaş hiç gerçekleşmedi ve hepimiz sanal bir savaşın tanıkları olduk. Televizyonu açtığımızda orada olan, kapadığımızda yok olan bir savaş gerçek olabilir miydi?
Moda: Marc Jacobs’ın 1993 yılında Perry Ellis markası için hazırladığı grunge temalı koleksiyon, Jacobs’ın işinden olmasına sebep oldu. Bu sayede, toplumun kıyısında yaşayan grunge’ların giyim tarzı da bir pazarlama harikası haline geldi. Yırtık jean’ler, oduncu gömlekleri ve Doc Martens postallar koyu renklerden oluşan bu salaş giyim tarzının simgesiydi. Öte yandan, ikinci el kıyafetlere gösterilen ilgi gitgide artmaya başladı. İlerleyen yılların ‘retro çılgınlığı’ kapıdaydı.
Slogan: Bit pazarına nur yağdı.
İkonlar: Naomi Campbell, Cindy Crawford, Kate Moss, Linda Evangelista, Kurt Cobain.
All 07

17/10/2007

FADİK'İN OYUN BAHÇESİ


Sahnenin büyülü tozunu yutmuş bir oyuncu olan Fadik Sevin Atasoy’un oyun bahçesinde tahterevalliler, salıncaklar ve kaydıraklar yerine kamera, ışık ve senaryo bulunuyor. Fadik, Elizabeth Taylor olarak karşınıza çıkarak hepinizi bu bahçeye çağırıyor.

Sabah uyandığında “Bugün dul bir İtalyan kadın mı, yoksa 80’lerden fırlamış gibi görünen bir genç kız mı olayım?” diye düşünen bir oyuncuyla karşı karşıyayız. Oyunbaz yönü günlük hayatına da yansıyan Fadik Sevin Atasoy’u en iyi tanımlayan kelimeler, deli dolu, enerjik ve sıcakkanlı. Tıpkı Elizabeth Taylor gibi çocuk yaşta oyunculuğa başlayan Fadik’e, Hollywood’un ihtişamlı dünyasının büyüsünü yaşatmak için ona günübirlik bir değişim yaşattık. İnanılmaz güzel kıyafetlere büründüğü için kendini gerçek bir Hollywood yıldızı gibi hissettiğini söyleyen Fadik’in değişimiyle şaşırmaya hazır mısınız? Öyleyse, şimdi onun dünyasına doğru yol alma zamanı.

Oyunculuk aşkı
İlk kez 4 yaşında ‘Teneke’ adlı oyunla Selçuk Tiyatro Festivali’nde ödül alan Fadik’in içinde oyunculuk tohumlarının filizlenmeye başlaması tesadüf değil. Onun dünyaya gözlerini açtığı gün, devlet tiyatrosunun perdesini açtığı gün olmuş. Farkında olmasa da kozmik bir gücün onu oyunculuğa doğru iteceğinin ilk belirtisinin bu olduğunu düşünüyor. Anne ve babası oyuncu olan Fadik’in ilkokul birinci sınıfa kadar bütün çocukluğu turnelerde geçmiş. “Benimle beraber turnelerde büyüyen birçok arkadaşım oyunculuğu hiç sevmedi. Benim içinse tiyatro her zaman bir hayal dünyası oldu. Sahnedeki insanların izleyicinin duygularının ayarını yapmasının büyüleyici olduğunu düşünüyorum” diyor.
Gençliği Ankara’da geçen Fadik için bu şehir, güzel dostlukların kurulduğu yer olma özelliğini taşıyor. Herkes soğuk bir şehir olduğunu söylese de şehrin kendine has bir sıcaklığı olduğuna inanıyor. Yükseliş Koleji’nin en popüler kızlarından biri olarak anıldığını söylediğimde “Öyle mi diyorlarmış?” derken gözlerinde hınzır bir kıvılcım yakalıyorum. “Turnelerde gezdikten sonra sıraya oturmam çok zor olmuştu. İlkokuldan itibaren sürekli sınıfı eğlendirmeye çalışan bir öğrenci oldum. Lisedeki popülerliğimi de tiyatroya borçluyum herhalde. Okulda sahnelenen bütün oyunlarda rol alırdım.”
Çocukluğundan itibaren tiyatroyla iç içe olan Fadik, liseyi bitirdiğinde İtalyan dili ve edebiyatı okumaya başlamış. “Ailem, oyunculuk zor bir meslek olduğu için diplomat olmamı istedi. Bir yakınımızı kaybedince hayatın çok kısa olduğunu anladım ve bir gecede tiyatro bölümünde okumaya karar verdim. O zamanlar Bilkent’te Amerikalı bir tiyatro hocası vardı. Onunla çalışmayı kafama koydum ve tiyatro bölümünü burslu kazanmayı başardım” diyor.

Göçebe ruh

Çocukluğu turnelerde geçmiş bir oyuncunun göçebe ruhlu olabileceğini düşünüyorum. Acaba Fadik de bir yere bağlı olma fikrine katlanamayanlardan mı? “Turneler sayesinde bir çingene gibi olduğum doğru ama özümün ne olduğunu biliyorum. Coğrafyamı ve coğrafyamın insanını çok iyi tanıyorum. Türkiye’nin gezmediğim ili kalmadı. Bir yere bağlanma fikrini çok sevmiyorum. Mesela, her sene ev değiştirmek gibi bir huyum var. Ne demişler ‘Tebdili mekanda ferahlık vardır’” diyor gülerek.
Londra, Paris, Bulgaristan ve Rusya’da yaşamış olan Fadik, her bir şehirden farklı şekillerde beslendiğinden bahsediyor. “Bu ülkelerde yaşamak evrensel düşünmeye başlamamı sağladı. İnsanların ortak sıkıntıları ve dertleri olduğunu, sadece bunu aktarma biçimlerinin farklılık gösterdiğini gördüm” diyor. Londra’nın Fadik için özel bir yeri var. Hem orada yaşayan teyzesi ve kuzenleri hem de Londra’nın tiyatroları bu şehri onun için vazgeçilmez kılıyor. Londra’dan konuşmaya başlayınca anılar bir bir gözlerinin önünde canlanmaya başlıyor. “Londra’da olduğum dönemde Paris’te yaşayan arkadaşlarım bana bir opera bileti almıştı. Vize almak için vaktim olmadığı için Londra’dan trene binip Fransa’ya gittim. Gümrükte Fransız kadın taklidi yaparak ülkeye giriş yaptım. O operayı izlemek benim için çok önemliydi. Sanattan başka hiçbir güç beni yasal olmayan bir şekilde bir ülkeye sokmaya itemezdi. Şehirden çıkarken vizem olmadığı anlaşıldı ama memura oyuncu olduğumu ve o operayı izlemek zorunda olduğumu söyledim” diyerek yaşadığı en komik olaylardan birini benimle paylaşıyor.

Fadik’in uğurlu yılı
Fadik, 2005’te düzenlenen 42. Altın Portakal Film Festivali’nde, ‘O Şimdi Mahkum’ adlı filmle en iyi yardımcı kadın oyuncu ödülünü aldı. İlk sinema filmiyle ödül almanın çok güzel bir duygu olduğunu itiraf ediyor. “Ödül günü doğum günüme rastlayınca 5000 kişiyle doğum günümü kutlamış oldum” diyor.
Asıl gerçeğin oyunculukta gizli olduğunu düşünüyor. “Shakespeare, “Bütün dünya bir sahne ve biz de girip çıkan oyuncularız” demiş. Aslında dünya üzerindeki herkes rol yapıyor. Oyuncuları farklı kılan ise onların farkında olarak rol yapması. Bu yüzden onlar kendi gerçeklerini daha kolay buluyor. Canlandırdığım karakterlere bürünmek için derin araştırmalar yapıyorum. Kostümlerden, dönemin ruhuna kadar her şeyi araştırıyorum. Bu bir aşk benim için” diyerek oyunculuğa karşı hissettiklerini kelimelere döküyor.
Birçok farklı projede karşımıza çıkacak olan Fadik için 2007’nin uğurlu yıl olduğunu düşündüğümü söylüyorum. “Her şey ‘Zeynep’in Sekiz Günü’ adlı film teklifiyle birlikte başladı. O filmden sonra başka filmlerde rol alacağım da kesinleşti” diyor. Tam o sırada çok para kazanabileceği bir film teklifi de almış Fadik. “Bir yanda çok para kazanabileceğim bir iş bir yanda da içimin gittiği bir senaryo vardı. Tercihimi yüreğimden geçeni gerçekleştirmekten yana kullandım. O yüzden de önüm açıldı.”
‘Zeynep’in Sekiz Günü’ filmi hakkında konuşmaya başladığımızda canlandırdığı Zeynep karakterinin Fadik’i çok etkilediğini fark ediyorum. “Zeynep, çok derinliği olan ve güzel yazılmış bir karakter. Rolümü canlandırırken Zeynep’i, açtıkça içinden bir şeyler çıkan matruşkalara benzettim” diyor. Onu böylesi heyecanlandıran bir filmin sadece göğüs ve bacaktan ibaretmiş gibi lanse edilmesi hakkında ne düşündüğünü soruyorum. Bu konuda yeterince üzüldüğünü söylüyor. “Bir karakteri canlandırırken ona ruhumu, yüreğimi ve bedenimi katıyorum. Benim gibi düşünenler arttıkça Türkiye’deki sığ bakış açısının değişeceğine inanıyorum. “Biz yapalım Türk halkı anlasın” demek gibi bir lükse sahip değiliz. Anlatmakla yükümlü olduğumuzu düşünüyorum. Benim canım yanıyor, kalbim kırılıyor, üzülüyorum ama anlatmaktan usanmıyorum. Yeni nesilden çok ama çok umutluyum.” Fadik’in sözlerini duyunca onu yel değirmenlerine karşı savaşan Don Kişot’a benzetiyorum.

Popüler olmak
Türkiye’de çok fazla dizi olmasının dizilerin kalitesini düşürdüğü kanısında Fadik. Dizi oyunculuğunun popüleriteyi beraberinde getirdiğini kabul ediyor. Sinema için haute couture diyerek onu özel dikim bir kıyafete benzetiyor. “Televizyon konfeksiyon gibi. Haute couture kıyafetlerle sokaklarda dolaşamayacağımıza göre konfeksiyona da ihtiyacımız var demektir” diyor. ‘Dudaktan Kalbe’ dizisinde uzun soluklu konuk oyuncu olarak rol alıyor. “Hikaye gereği ve benim programımdan dolayı bir süre sonra diziden ayrılacağım. Yönetmenliğini en yakın arkadaşım Andaç yaptığı için diziden çok büyük keyif alıyorum.”
Mahsun Kırmızıgül’ün senaryosunu yazdığı ve yönetmenliğini yaptığı ‘Beyaz Gelincik’ filminden bahsediyoruz. Bu filmde rol almak konusundaki düşüncelerini öğrenmek istiyorum. Yönetmenlik tecrübesi olmayan birinin filminde rol almayı nasıl kabul ettiğini soruyorum. “Önyargılardan hoşlanan bir insan değilim. Bu filmi çeken bir ev hanımı veya yeni mezun bir öğrenci olabilirdi. Karşımdakinin sinema sevdasına inanırsam çorbaya tuzumu ekmekten çekinmem. Mahsun’un sinema sevdasına benim gibi Yıldız Kenter, Gazanfer Özcan, Nejat Uygur ve Lale Belkıs de inandı. Sinemanın duayenleriyle çalışma fırsatını yakaladığım için çok şanslı olduğumu düşünüyorum” diyor. Filmin çekimleri sırasında Nejat Uygur’un, “Liz Taylor’la bir akrabalığınız var mı?” diyerek espri yaptığından bahsediyor.
Dizinin ve vizyona girecek filmlerinin olması Fadik’in daha da ünlenmeni sağlayacak. Ünlü olduğunun o kadar farkında değil ki geçtiğimiz günlerde rezervasyonsuz gittiği bir restoranda yer bulup bulamayacağını düşünürken garsonların onunla ilgilenmesi karşısında yanındaki arkadaşına dönüp “Nereden tanıyorlar acaba beni?” diye sormuş. Bu söylediklerini duyunca Fadik’in, ünlü olunca ayakları yerden kesilenlerden olmadığını anlıyorum.

Fadik’in hedefleri
Sinema ve tiyatro aşığı Fadik’in oyunculuktaki hedeflerini merak ediyorum. Klasik anlamda Hollywood hayalleri kuran oyunculardan biri mi acaba? “Sadece oynamak istiyorum. Hırstan ziyade azimli olduğumu söyleyebilirim. Hırsın çok makyavelist olduğunu düşünüyorum” diyor. Her meslek sahibinin mesleğinin zirve noktasına gitmek istediğinden bahsediyoruz. “Mesele hedefe ulaşmak değil, o hedefe giden yol ve hikaye çok önemli. Oraya giderken kimlerle tanıştırdığın, neler biriktirdiğin… Ulaşmak işin en kolay tarafı” diyor. “Hollywood’a ulaşabileceğini düşünüyor musun?” sorusuna cevabı “Onu yol gösterecek” oluyor.
İş odaklı bir hayatı olan Fadik’e evlilik hakkındaki düşüncelerini soruyorum. “Mesleğimi iş olarak görmüyorum. Bu benim yaşam biçimim. Evlilik olacaksa da benim yaşam biçimime uyması gerekir. Çocuğum olduğunda onu alıp sete gidebilmeliyim. Henüz evlenmeyi ve çocuk sahibi olmayı düşünmüyorum. Ne demişler ‘Tanrıyı güldürmek istiyorsan planlarından bahset.’”

Fadik’in dünyası
Sıra en çok merak ettiğim sorulardan birini sormaya geliyor. Bir sürü karaktere büründüğü için insanları tanımasının daha kolay olup olmadığını öğrenmek istiyorum. “Ah keşke öyle olsa” diyor gülerek. “İnsanlar, gerçek hayatta oyunculardan çok daha iyi rol yapıyor. Oyunculuk, insan sarrafı olmak anlamına gelmiyor. Sadece insan psikolojisinden daha iyi anlamama yardımcı oluyor. Karşındakine bir bardak su verebilmen için senin dolu bir sürahi olman gerekiyor” diyor. Kendi sürahisini nasıl doldurduğunu merak ediyorum. “Sanattan besleniyorum. Resim, müzik, heykel, moda… Bütün kodlar onların içinde saklı. Onlardan beslenerek çevremdekileri beslemeye çalışıyorum.”
Özel hayatın mahrem olduğunu düşünüyor Fadik. Bunun için özel hayatımı olabildiğince gözlerden saklamaya çalışıyor. “Dostlarım, sevgililerim ve sevdiklerim benim özelim. Bu özele herkesin dahil olması fikri hoşuma gitmiyor. Özel hayatımı gözler önünde yaşamayı tercih etmiyorum.”
Sürekli göz önünde olmak insanı güzellik konusunda takıntılı hale getirebilir. Fadik’in güzellik anlayışıysa oldukça farklı. “Güzelliğin bir bütün olduğunu düşünüyorum. Örneğin, 60 yaşındaki bir kadının yüzündeki çizgileri güzel buluyorum. O çizgilerin bir hikayesi olduğuna inanıyorum. Kusurlu ve özgün güzelliği sevdiğimi söyleyebilirim. Yaşlanmaktan hiç korkmuyorum. Oyuncu olduğum için asla estetik yaptırmayı düşünmiyorum. Estetik, mimikleri yok ediyor. Benim güzel görünmek gibi bir derdim yok.”
All 07

03/10/2007

HOŞÇAKAL ROMANTİZM

MODA, ARDINDA GÖZÜ YAŞLI FIRFIRLAR, VOLANLAR VE ÇİÇEKLER BIRAKARAK ROMANTİZMLE YOLLARINI AYIRDI. “BU SEZON DAHA SERT VE ASİ KADINLAR GÖRMEK İSTEDİĞİNİ” SÖYLEYEN MODANIN DERİYLE FLÖRTÜ DE BÖYLECE BAŞLAMIŞ OLDU.

Yaz boyunca bizleri puantiyeler, çiçekler ve fırfırlarla süsledi moda. Kadınlar, hacimli elbiseler, robadan tunikler ve mini eteklerle küçük kız çocuklarından farksızdı. Havada romantizm kokusu vardı. Moda, bu sezon havadaki romantizm bulutlarını dağıtmanın zamanının geldiğine karar verdi. Modanın değişen halet-i ruhiyesi doğrultusunda kadınlar güçlü ve sert görünmeliydi. Bunun için de derilere bürünmenin vakti gelmişti.
Modanın ruh halindeki bu değişikliği ilk sezenler her zamanki gibi moda tasarımcıları oldu. Burberry’nin yaratıcısı Christopher Bailey, “Güzel İngiliz gülünün üzerinde dikenler oluştu” diyerek özetlediği koleksiyonunda deriye ve metal detaylara yer verdi. Miu Miu ve Louis Vuitton defilelerindeki deri etekler dikkat çekiciydi. Christopher Kane’in koleksiyonu kadifeyle derinin mutlu birlikteliğinin kanıtı oldu. Jean Paul Gaultier tarafından tasarlanan Hermés koleksiyonunda deri trençkotlar ve şapkalar göze çarptı.

All 07

02/10/2007

SAFİR GÖZLERİN TILSIMI


Amerika’nın illüzyon diyarı Hollywood, filmleri, aktörleri ve aktrisleriyle yıllardır tüm dünyayı büyülüyor. 1950’lerin safir gözlü yıldızı Elizabeth Taylor, bu diyarın en büyüleyici bakışlarına sahip olan aktris. Herkesin gözleri onun bakışlarıyla kamaşırken Taylor’ın gözlerini alamadığı tek bir şey var, o da mücevherler.

1950’lerde Amerika’da iyimserlik rüzgarları eserken Amerikan halkı seri üretim ve tüketimle tanıştı. Fabrikalardaki şeritlerin üzerinden geçen yüzlerce buzdolabı, araba ve televizyon, halkı daha fazla tüketmeye çağırdı. Bu sırada Hollywood da yıldız üretim fabrikası olarak çalışmaya başladı. Televizyonun önlenemez yükselişine direnç göstermeye çalışan Hollywood’un tek çaresi tüm dünyayı Amerika’nın ışıltılı yanının temsilcisi olan kadınlarla büyülemek oldu. İsmi parıltı kelimesiyle eşanlamlı hale gelen Elizabeth Taylor, hayatına tutam tutam ışıltı katma görevini mücevherlere verdi. Onlara olan vefa borcunu ödemek için 2002 yılında ‘My Love Affair with Jewelry’ adlı kitabı yazmakla kalmadı ‘White Diaomonds’ ve ‘Black Pearls’ adını taşıyan parfümler piyasaya sürdü. Yakutlar, zümrütler ve pırlantalar safir gözlü yıldızın hayatına ışıltı ve ihtişam katmış olsa da Hollywood’a has trajediler hayatından eksik olmadı.

Çocuk yıldız doğuyor
Francis Lenn Taylor ve Sara Viola Warmbrodt’un kızı Elizabeth Taylor, 27 Şubat 1932 tarihinde Londra’da dünyaya geldi. Taylor ailesinin, 2. Dünya Savaşı başladıktan kısa bir süre Amerika’ya taşınmasıyla küçük Elizabeth, Hollywood’un görkemli dünyasına adım attı. Yıllar sonra “Çocukluğumu yaşayamadım. Özel öğretmenler tarafından büyütüldüm. Oyun oynayabileceğim tek bir yaşıtım bile yoktu” diyerek küçük yaşlarda bu görkemli dünyaya girdiği için yaşadığı eksikliği dile getirdi. 10 yaşında küçük bir rolle izleyicinin karşısına çıkan Elizabeth, bu filmin ardından rol aldığı ‘Lassie Come Home’ sayesinde Hollywood’un en büyük film şirketlerinden biri olan MGM’in bir yıllık sözleşmesine imza attı. 1944 yılında Mickey Rooney’le başrolü paylaştığı ‘National Velvet’ filmi 4 milyon dolarlık hasılat yapınca sözleşme uzatıldı ve Elizabeth, MGM’in bir numaralı çocuk yıldızı oldu. Dönemin köşe yazarı Hedda Hopper, Elizabeth’in 15 yaşında dünyanın en güzel kızı olduğunu ilan ettiğinde tüm gözler Taylor’a çevrildi. Birkaç yıl içinde en çok konuşulan Hollywood oyuncularından biri olacak yıldıza…

Safir gözler beyazperdede
20’li yaşları Elizabeth Taylor’ın birçok filmde rol aldığı en verimli çağı oldu. 24 yaşında Rock Hudson ve James Dean’in arasında paylaşılamayan kadını canlandırdığı ‘Giant’ filmiyle birlikte gişe rekorları kıran filmlerde rol almaya başladı. Taylor’ın, olgun ve fettan bir kadın olarak hafızalara yerleşmesi 1958 yapımı Tenessee Williams uyarlaması ‘Cat on a Hot Tin Roof’ filmiyle gerçekleşti. Filmdeki Maggie karakteri ona en iyi kadın oyuncu Oscar’ına aday olma fırsatı sundu. 1960’da bir telekızı canlandırdığı ‘Butterfield 8’ filmiyle Oscar heykelciğini kucaklamayı başardı. Taylor, artık Hollywood’un tepesinde parlayan yıldızlarından biriydi.
1960 yılına gelene kadar ilki Hilton otelleri zincirinin sahibi Conrad N. Hilton, ikincisi İngiliz aktör Michael Wilding, üçüncüsü yapımcı Mike Todd ve dördüncüsü şarkıcı Eddie Fisher’la olmak üzere dört evlilik yaptı Taylor. Yaptığı evlilikler kariyerinin önünde bir engel oluşturmadı ve yıldızı parlamaya devam etti.
1963 yılında ‘Cleopatra’ filmindeki rolü için 1 milyon dolar alarak Hollywood’un o güne kadar bir kadın oyuncuya verdiği en astronomik rakamlı ücretin sahibi oldu. Bu film, Hollywood’daki en büyük aşk hikayelerinden birinin başlangıcının da mimarı oldu. 40 milyon dolarlık bir bütçeyle çevrilen filmin setinde yakınlaşan Taylor ve aktör Richard Burton evli olmalarına rağmen ilişki yaşamaktan çekinmediler. Her zaman tutkuları tarafından yönetildiğini itiraf eden Taylor’ın, Eddie Fisher’dan ayrılmadan Burton’la beraberlik yaşamaya başlaması ikilinin Vatikan’ın eleştirilerine hedef olmasına sebep oldu. Taylor ve Burton eşlerinden ayrıldıktan sonra evlendiler ve tam on iki filmde birlikte rol aldılar. Dünyanın en ünlü çifti yapımcılar için bulunmaz bir nimet oldu.
Taylor’ın evcilik oyunlarından basına en çok malzeme vereni Richard Burton’la yaşadığı evlilik oldu. Çiftin büyük aşkları kadar boşandıktan sonra tekrar evlenmeleri de basının ilgisini çekti. Burton, “Hayatım boyunca haddinden fazla şanslı oldum. En büyük şansım da Elizabeth’e sahip olmak. O, heyecan verici bir aşık. Onu ölene kadar seveceğim” demiş olsa da çiftin ikinci evlilikleri sadece bir yıl sürebildi.

Trajedi kraliçesi
Taylor’ın biyografisini yazan Donald Spoto onun için “Herhangi birinin kedere dayanma gücüyle kıyaslandığında Elizabeth, yaşadıklarına fazlasıyla direnç gösterdi. En çaba gerektiren rolü de kendisi oldu. Canlandırdığı karakterler yeteri kadar dramatik olmadığında hayatı öyle oldu” demişti güzel yıldızdan bahsederken.
Aradığı mutluluğu mücevherlerde ve hayat arkadaşlarında bulmaya çalıştı Taylor. Bu yüzden tam yedi kez evlendi. 1983 yılının aralık ayı hayatının dönüm noktası oldu. Uyuşturucu ve alkol bağımlılığından kurtulmak için Betty Ford Center’da tedavi olmaya başladı. Bağımlılığının sebebi yaşadığı duygusal boşluktu. O zamanki kocası John Warner senatör olarak seçilince Taylor, kendisini bir hiç gibi hissettiğini yazdı yıllar sonra kaleme aldığı kitabı ‘Elizabeth Takes Off’da. “Yaşadığım yalnızlıktan ötürü kendimi yemeye ve içmeye verdim. Yediğim onca yemek, hayatımda eksikliğini hissettiğim şeylerin yerini doldurdu adeta. Asıl aç olan kendime güvenimdi ama dünyaları yesem de yediklerim onun yerini dolduramazdı.”
Taylor, 1985 yılında yakın arkadaşı Rock Hudson AIDS’ten ölünce kendini bu hastalıkla savaşmaya adadı. American Foundation for AIDS Research’ün kurucu başkanlığı görevini üstlendi. 1992’de Elizabeth Taylor AIDS Foundation’ı kurarak AIDS’le ilgili çalışmalar yapan örgütlere maddi yardım sağlamaya başladı. “Tanıdığım ve sevdiğim birçok insanın acı içinde ölmesi karşısında duyarsız kalmam mümkün değil” diyen Taylor, geçtiğimiz yıl, New Orleans’da yaşayan AIDS hastalarına yardım eden bir örgüte 40,000 dolar bağışladı.
Beynindeki tümörü aldıran, kanser hastalığını yenen, ağır bir zatürre geçiren, solunum problemleriyle uğraşan ve omurilik ameliyatı atlatan Taylor, geçen yıl Larry King’in CNN’deki programına katılarak Alzheimer hastalığıyla boğuştuğunu söyleyenlere cevap verdi: “Hadi ama ölüyormuş gibi bir halim var mı? Alzheimer hastası gibi görünüyor muyum?” İlerleyen yaşına rağmen ölümle dalga geçmeyi başaran Taylor’un hayata sımsıkı sarıldığının kanıtı oldu bu sözleri.
All 07

01/10/2007

İTALYA AYAĞINIZA GELDİ


















İTALYA DENİNCE İLK AKLINIZA GELEN ŞEY PİZZAYSA BU, SİZİN MODAYA İHTİYACI OLAN İLGİYİ GÖSTERMEDİĞİNİZ ANLAMINA GELİR. ŞİMDİ GASTRONOMİYİ BİR KENARA BIRAKIP BU ÜLKENİN TAKMA İSMİ OLAN ÇİZMELERLE HAŞIR NEŞİR OLMA ZAMANI.

Sonbahar ve kış mevsimlerinin vazgeçilmezi olan çizmeler, trendlere boyun eğmeden daima moda sahnesinde yer almayı başaran yegane aksesuarlardan biri olma özelliğini taşır. Güz yağmurlarıyla birlikte yapraklar dökülmeye başladığında çizme giyme mevsiminin geldiğini anlarız. Farklı çizme modellerini doğru şekilde giymenin yolları her zaman kafa karıştırıcı olsa da size vereceğimiz ipuçlarıyla çizmeleri daha da çok seveceksiniz.
Öncelikle, artık çizmeleri jeanler’in içine sokarak giymenin en büyük moda hatalarından biri sayıldığını belirtmeliyiz. Günlük giyimin anahtarı topuksuz çizmeler, jean, pantolon ve kloş etek gibi birçok farklı kıyafeti tamamlayabilirler. Mini etekler ve şortlar, plastik çizmelerle renklendirilebilir. Topuklu çizmeler, mini eteklerden ziyade diz boyu eteklerle birlikte giyilmeli. Dolgu topuk çizmelerse, uzun ve mini eteklerin yanı sıra dökümlü pantolonların tamamlayıcısı olabilirler.
Her tip çizmenin en yakın arkadaşı ve sonbaharın en iyi yatırım parçası trençkotunuzu da üzerinize geçirdiğinizde sonbahar yağmurlarını göğüslemeye hazırsınız demektir.

All 07