Ofiste toplantıdayken, hafta sonu gideceğimiz konseri düşünüyoruz. Akşam
yemek yerken, bir sonraki gün işte yapacaklarımızı planlıyoruz. Kitap okurken,
o esnada dünyada olup bitenleri merak ediyoruz ve cep telefonumuza sarılıp
Twitter’da gezinmeye başlıyoruz. Zihnimiz, içinde bulunduğumuz ana odaklanmak
yerine devamlı aylak aylak gezinmeyi tercih ediyor. Tıpkı maymunların daldan
dala atlaması gibi zihinlerimiz de düşünceden düşünceye sıçrıyor. Budistler’in
tabiriyle “maymun zihinlerimiz” yüzünden anda kalmayı beceremiyoruz. Anda
kalmak, farkındalıkla birlikte günümüzün en çok kullanılan ve içi boşaltılan
kavramları arasında olsa da aslında bunların altında, insanın temel ereği olan yaşama
anlam kazandırmak yatıyor. Romalı düşünür Seneca, On the Shortness of Life
(Hayatın Kısalığı Üzerine) adlı denemesinde şöyle yazmıştı: “Zihni meşgul olan
insan için yaşamak en önemsiz eylem, oysa öğrenmesi bundan daha zor bir şey
yok. Ne var ki, nasıl yaşanacağını öğrenmek bir ömür sürüyor. Daha da şaşırtıcı
olansa, ölmeyi öğrenmenin de bir ömür sürdüğü. Herkes hayatını aceleye
getiriyor; gelecek özlemi ve anın bıkkınlığıyla dertleniyor. Yaşamanın önündeki
en büyük engel, yarının üzerinde sallanan ve bugünü heba eden beklenti. Kaderin
kontrolündeki şeyleri planlayıp, kendi kontrolünüzdeki şeylerden
vazgeçiyorsunuz. Hangi hedefler için çabalıyorsunuz? Tüm gelecek belirsizliğe
uzanıyor. Anında yaşayın.” Bu cümlelerin, bundan neredeyse 2000 yıl önce yazıldığı
düşünülürse, insanoğlunun anı değerlendirmeye çalışmakla ilgili derdinin sadece
şimdinin meselesi olmadığı anlaşılır. Bugün, yemeğimizin tadına bakmadan önce
sosyal medyada paylaşırken, kendimizle olan ilişkimizi cep telefonunun kamerası
aracılığıyla kurarken ve daima bir şeyleri kaçırıyormuş gibi hissederken anla
aramızdaki mesafeyi aşmamız mümkün mü?
Farkındalık endüstrisi
An hep kıymetliydi; yeni olansa onun etrafında farkındalıkla birlikte bir
endüstrisinin oluşması. Latince bir aforizma olan ‘Carpe diem’i (Anı yaşa) bu
endüstrinin miladı olarak işaretleyebiliriz. Ölü Ozanlar Derneği filminin
zihinlere çakılan repliğinde yer alan bu söz, popüler kültüre malzeme olduktan
sonra an, yavaş yavaş metalaşmaya başladı. Modern zaman guruları türedi;
kitlelere anda kalmanın ve farkındalığı artırmanın tekniklerini öğretmeye
koyuldu. Üstelik onlara göre, bu öyle mucizevi bir şey ki, şayet kavrarsanız
mutluluk, iyimserlik, üretkenlik ve daha bir çok ‘pozitif’ etki emrinize amade
oluyor. Farkındalık, kökleri Budizm’e dayanan, Budist rahiplerin 2500 yıldır
uyguladıkları bir meditasyon tekniği aslında. 70’lerde Amerikalı profesör Jon
Kabat-Zin, Farkındalık Temelli Stres Azaltma adını verdiği bir teknikle kronik
ağrıları olan hastaları başarıyla tedavi etmeye başlayınca, Doğu’nun kadim
öğretisi Amerika’ya sıçradı. Bugün, Sony’den Ikea’ya Google’dan Apple’a pek çok
kurumsal şirkette farkındalık eğitimleri veriliyor. Anda kalacağız derken, sonunda
anın obur tüketicilerine dönüştürüldük.
Hız keselim
Her şeyi görmek ve tecrübe etmek istiyoruz. Hiçbir şeyi kaçırmamak için
çabaladıkça da Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan oluyoruz. Çünkü hep
bir sonraki hedefe odaklı yaşadığımızda ne o hedeften, ne de ona ulaşmak için
geçirdiğimiz süreçten bir hayır gelmiyor. Yaşamanın kullanma kılavuzu yok elbet.
Ama biraz yavaşlayıp hayatımızı içsel gereksinimlerimiz doğrultusunda
şekillendirirsek belki an tecrübemiz de değişebilir. Psikoterapist Engin Geçtan,
Hayat kitabında, “Büyük kent insanının sık kullandığı uyuşturuculardan biri de
hız” diye yazmıştı. “Aynı şey, telaşsız da aynı sürede yapılabilir, üstelik
yapılacak şeye ayrılan zaman ve enerjinin bir bölümü seferberlik sırasında
tüketilmeden. Ama hız, insanın içindeki boşlukla yüzleşmemesi için çağdaş
normların da pekiştirdiği ve uyuşturucu niteliği kazandığı zaman yavaşlatılması
zor bir araç. ‘Yaşamın amacı ölümdür’ ilkesi doğrultusunda, her anı, aslında ne
olduğu da pek tanımlanmamış bir sona bir an önce ulaşmak istercesine yaşamak.
Ölçülen zamanın egemenliği, benliğimize mal ettiğimiz çalar saatlerden ötürü ilk
bakışta bize baş edilemez görünebilir. Ancak yaşantılarımıza dikkatle
bakıldığında, pek çok şeyi, saati ayarlamış olduğumuz zamanda değil de ‘eşref
saati’ geldiğinde gerçekleştirebildiğimizi görebiliriz. Trafik ışığı kırmızıya
dönüşmeden önce yetişebilmek için seferberlik durumuna geçtiğinizde ya da
asansörün gelmesini bekleyemeden merdivene yöneldiğinizde saniyelerin neden
sizden daha değerli olduğu sorusunu hiç kendinize sordunuz mu?”
*Vogue Turkiye Mart 2016 sayısında yayınlandı.
"Çünkü hep bir sonraki hedefe odaklı yaşadığımızda ne o hedeften, ne de ona ulaşmak için geçirdiğimiz süreçten bir hayır gelmiyor." şu cümle çok net.
ReplyDelete