15/04/2016

Yakalayın an kaçıyor

Anda kalmaya çalışmakla, geleceğin getireceklerini aramak arasında mekik dokurken yorgun düşüyoruz. Hayatın hızlı temposunda, geçmiş, an ve gelecek arasında bir yerlerde hayatımızı anlamlandırmaya çalışırken kayboluyoruz. 


Ofiste toplantıdayken, hafta sonu gideceğimiz konseri düşünüyoruz. Akşam yemek yerken, bir sonraki gün işte yapacaklarımızı planlıyoruz. Kitap okurken, o esnada dünyada olup bitenleri merak ediyoruz ve cep telefonumuza sarılıp Twitter’da gezinmeye başlıyoruz. Zihnimiz, içinde bulunduğumuz ana odaklanmak yerine devamlı aylak aylak gezinmeyi tercih ediyor. Tıpkı maymunların daldan dala atlaması gibi zihinlerimiz de düşünceden düşünceye sıçrıyor. Budistler’in tabiriyle “maymun zihinlerimiz” yüzünden anda kalmayı beceremiyoruz. Anda kalmak, farkındalıkla birlikte günümüzün en çok kullanılan ve içi boşaltılan kavramları arasında olsa da aslında bunların altında, insanın temel ereği olan yaşama anlam kazandırmak yatıyor. Romalı düşünür Seneca, On the Shortness of Life (Hayatın Kısalığı Üzerine) adlı denemesinde şöyle yazmıştı: “Zihni meşgul olan insan için yaşamak en önemsiz eylem, oysa öğrenmesi bundan daha zor bir şey yok. Ne var ki, nasıl yaşanacağını öğrenmek bir ömür sürüyor. Daha da şaşırtıcı olansa, ölmeyi öğrenmenin de bir ömür sürdüğü. Herkes hayatını aceleye getiriyor; gelecek özlemi ve anın bıkkınlığıyla dertleniyor. Yaşamanın önündeki en büyük engel, yarının üzerinde sallanan ve bugünü heba eden beklenti. Kaderin kontrolündeki şeyleri planlayıp, kendi kontrolünüzdeki şeylerden vazgeçiyorsunuz. Hangi hedefler için çabalıyorsunuz? Tüm gelecek belirsizliğe uzanıyor. Anında yaşayın.” Bu cümlelerin, bundan neredeyse 2000 yıl önce yazıldığı düşünülürse, insanoğlunun anı değerlendirmeye çalışmakla ilgili derdinin sadece şimdinin meselesi olmadığı anlaşılır. Bugün, yemeğimizin tadına bakmadan önce sosyal medyada paylaşırken, kendimizle olan ilişkimizi cep telefonunun kamerası aracılığıyla kurarken ve daima bir şeyleri kaçırıyormuş gibi hissederken anla aramızdaki mesafeyi aşmamız mümkün mü?

Farkındalık endüstrisi
An hep kıymetliydi; yeni olansa onun etrafında farkındalıkla birlikte bir endüstrisinin oluşması. Latince bir aforizma olan ‘Carpe diem’i (Anı yaşa) bu endüstrinin miladı olarak işaretleyebiliriz. Ölü Ozanlar Derneği filminin zihinlere çakılan repliğinde yer alan bu söz, popüler kültüre malzeme olduktan sonra an, yavaş yavaş metalaşmaya başladı. Modern zaman guruları türedi; kitlelere anda kalmanın ve farkındalığı artırmanın tekniklerini öğretmeye koyuldu. Üstelik onlara göre, bu öyle mucizevi bir şey ki, şayet kavrarsanız mutluluk, iyimserlik, üretkenlik ve daha bir çok ‘pozitif’ etki emrinize amade oluyor. Farkındalık, kökleri Budizm’e dayanan, Budist rahiplerin 2500 yıldır uyguladıkları bir meditasyon tekniği aslında. 70’lerde Amerikalı profesör Jon Kabat-Zin, Farkındalık Temelli Stres Azaltma adını verdiği bir teknikle kronik ağrıları olan hastaları başarıyla tedavi etmeye başlayınca, Doğu’nun kadim öğretisi Amerika’ya sıçradı. Bugün, Sony’den Ikea’ya Google’dan Apple’a pek çok kurumsal şirkette farkındalık eğitimleri veriliyor. Anda kalacağız derken, sonunda anın obur tüketicilerine dönüştürüldük.

Hız keselim
Her şeyi görmek ve tecrübe etmek istiyoruz. Hiçbir şeyi kaçırmamak için çabaladıkça da Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan oluyoruz. Çünkü hep bir sonraki hedefe odaklı yaşadığımızda ne o hedeften, ne de ona ulaşmak için geçirdiğimiz süreçten bir hayır gelmiyor. Yaşamanın kullanma kılavuzu yok elbet. Ama biraz yavaşlayıp hayatımızı içsel gereksinimlerimiz doğrultusunda şekillendirirsek belki an tecrübemiz de değişebilir. Psikoterapist Engin Geçtan, Hayat kitabında, “Büyük kent insanının sık kullandığı uyuşturuculardan biri de hız” diye yazmıştı. “Aynı şey, telaşsız da aynı sürede yapılabilir, üstelik yapılacak şeye ayrılan zaman ve enerjinin bir bölümü seferberlik sırasında tüketilmeden. Ama hız, insanın içindeki boşlukla yüzleşmemesi için çağdaş normların da pekiştirdiği ve uyuşturucu niteliği kazandığı zaman yavaşlatılması zor bir araç. ‘Yaşamın amacı ölümdür’ ilkesi doğrultusunda, her anı, aslında ne olduğu da pek tanımlanmamış bir sona bir an önce ulaşmak istercesine yaşamak. Ölçülen zamanın egemenliği, benliğimize mal ettiğimiz çalar saatlerden ötürü ilk bakışta bize baş edilemez görünebilir. Ancak yaşantılarımıza dikkatle bakıldığında, pek çok şeyi, saati ayarlamış olduğumuz zamanda değil de ‘eşref saati’ geldiğinde gerçekleştirebildiğimizi görebiliriz. Trafik ışığı kırmızıya dönüşmeden önce yetişebilmek için seferberlik durumuna geçtiğinizde ya da asansörün gelmesini bekleyemeden merdivene yöneldiğinizde saniyelerin neden sizden daha değerli olduğu sorusunu hiç kendinize sordunuz mu?”

*Vogue Turkiye Mart 2016 sayısında yayınlandı.

1 comment:

  1. "Çünkü hep bir sonraki hedefe odaklı yaşadığımızda ne o hedeften, ne de ona ulaşmak için geçirdiğimiz süreçten bir hayır gelmiyor." şu cümle çok net.

    ReplyDelete