23/06/2007
Modanın gri hali
Büyüyünce modacı olma hayalleri kuran çocuklardan mıydınız?
Justin: Ben modadan çok sanatla ilgiliydim ve modacı olacağımı hiç düşünmemiştim fakat sanat eğitimim sırasında aldığım bir moda dersinden çok etkilendim. Kıyafetlere ve modaya olan ilgimi o zaman keşfettim.
Thea: Çok küçük yaşlardan itibaren moda benim için bir tutkuydu. Tam da sizin dediğiniz gibi küçükken modacı olma hayalleri kuran bir kız çocuğuydum. Çocukluğum Isle of Man’de geçti ve öyle bir yerde modanın nabzını tutan kıyafetler bulmak imkansızdı. Orada yaşarken zamanın modasına uymak diye bir şey söz konusu değildi. Küçük dükkânlarda kendi zevkime göre kıyafetler bulamadığım için kendi kıyafetlerimi dikmeye başladım.
İkinizin de çocukluğu Isle of Man’de geçti. Küçük bir adada büyümek nasıldı?
Justin: Bugün geriye dönüp baktığımda ne kadar güzel bir çocukluk geçirmiş olduğumu daha iyi anlıyorum. Büyümeye başladığımda büyük bir şehre gitme fikri kafamda şekillenemeye başladı. Seyahat etmek, yeni yerler görmek ve farklı tecrübeler edinmek istiyordum.
Thea: Isle of Man, bir insanın çocukluğunu geçirebileceği en güzel yerlerden biriydi ama ben her zaman büyük bir şehre gitme hayalleri kurardım. Şimdi çok seviyor olmama rağmen o zamanlar ada hayatını çok sıkıcı bulurdum.
Adada büyümenin tasarımcı yönünüze katkıları olduğunu düşünüyor musunuz?
Justin: Bence çocukluğum ve gençliğimdeki tüm tecrübelerimin yaratıcılığıma bir şekilde katkısı oldu.
Thea: Bir takım şeylere sahip olmadığınızda daha yaratıcı olduğunuz da bir gerçek. Ben Isle of Man’deki kıyafetleri beğenmediğim için kendi kıyafetlerimi dikmeye başladım.
O zamanlar dikip de hiç unutamadığınız bir kıyafetiniz var mı?
Thea: 80’lerde balon etekler çok modaydı ve onları Isle of Man’de bulmak mümkün değildi. Balon etek dikmek için çok uğraşmıştım. Sonunda dikmeyi başardığımda çok mutlu olduğumu hatırlıyorum.
Birbirinizle tanıdığınızda 18 yaşındaydınız. Hiç aklınızdan geçirmiş miydiniz ilerde birlikte tasarım yapacağınızı?
Justin: O zaman sadece arkadaştık. İkimiz de okulu bitirip moda tasarımı okumaya gideceğimiz günlerin hayalini kuruyorduk.
Thea: İkimiz de İngiltere’de farklı üniversitelerde eğitim aldık. Yıllar sonra tekrar bir araya geldiğimizde hem bir çift olduk, hem de tasarımcı. Önceleri ben styling yapıyordum, Justin ise Helen Storey için çalışıyordu. Helen, freelance bir iş için ikimizi görevlendirdiğinde tasarım anlamında aynı şeylerden hoşlandığımızı keşfettik.
Hem kadın hem erkek bakış açısına sahip olmak tasarımlarınızı nasıl etkiliyor?
Justin: Bizim ilham kaynaklarımız da hep maskülen bir öğeyle feminenin bir araya gelmesiyle oluşuyor. Mesela, kadınsı bir detayla maskülen keskin hatlı bir ceketi bir araya getirebiliyoruz.
Thea: Ben iki kişi çalışmanın tek başına çalışmaktan çok daha iyi olduğunu düşünüyorum. Örneğin, Justin bir şey tasarladığında ben bir kadın olarak baktığım için o tasarıma “Bir kadın bunu giymekte zorlanabilir” diyebiliyorum. Tasarımlarınızı nasıl tanımlıyorsunuz?
Justin: Tasarımlarımız için deconstructionism'in modern yorumu diyebiliriz. Tasarımı bir yolculuk olarak görüyoruz. Her koleksiyon bir öncekinin devamı niteliğinde. Preen markasının özüne sadık kalarak her sezon yeni bir şeyler sunmaya çalışıyoruz.
Thea: Önceleri deconstructionism öğeleri daha belirgindi yaptığımız tasarımlarda. Tasarımlarımız karışımlar üzerine kurulu. Maskülenle femineni ve farklı kumaş dokularını karıştırmayı seviyoruz.
1994 yılından bu yana tasarım yapıyorsunuz. Bu süre zarfında tasarımcılık anlayışınızda ne gibi değişiklikler oldu?
Justin: Tasarıma ilk başladığımız yıllarda deconstructionism tutkumuz vardı. Kıyafetlerdeki tam dikilmemişlik duygusunu seviyorduk.
Thea: Şimdi de tasarımlarımıza o duyguyu vermeye çalışıyoruz ama ilk zamanlarda olduğu kadar yoğun deconstructiomism kullanmıyoruz.
Her koleksiyonun bir ruhu olduğuna inanıyor musunuz?
Justin: Koleksiyonlarımız bizim ruhumuzun bir yansıması.
Thea: Her koleksiyonda belirli dönemlere göndermeler yapıyoruz. Bunlara tam olarak koleksiyonun teması denilemez çünkü birçok farklı tema bir araya gelerek koleksiyonun ruhunu oluşturuyor.
Tasarımlarınızda en çok kullandığınız renk gri.
Justin: Gri çocukluk anılarımızın rengi.
Thea: İngiltere’de gökyüzünün rengi gri. Tüm koleksiyonlarımızın gri ağırlıklı olmasını çocukluk anılarımıza borçluyuz.
Sonbahar-kış koleksiyonunuzda hepimizi şaşırtarak kırmızılara yer verdiniz.
Justin: Bu sezon kırmızı kullanmamıza Şangay seyahatimizin etkisi oldu.
Thea: Çok belirgin olmasa da obi ve kimono detaylarına da yer verdik koleksiyonumuzda. Japonya’nın koleksiyonumuza yansımaları diyebiliriz bu detaylar için.
Nasıl bir kadın için tasarım yapıyorsunuz?
Justin: Preen kadını tanıdığımız ve tarzınızı sevdiğimiz kadınların tümünün birleşiminden oluşuyor.
Thea: Tasarım yaparken kafamızda belirli bir kadın tipi yok.
İlerde Preen markasını nasıl bir noktada görmeyi istiyorsunuz?
Justin: Biz yaptığımız işten çok keyif alıyoruz. Tamamen duygularımızla hareket ediyoruz. Zamanın trendlerine göre değil de içimizden geldiği gibi tasarım yapmayı seviyoruz. Yaratıcı olmaya ve eğlenmeye devam etmek istiyoruz.
Thea: Çanta ve aksesuar tasarımına da yönelmek istiyoruz.
Karı koca olarak tasarım yapmanın zor yanları var mı?
Justin: Sürekli bir arada olmak. (Gülüyor)
Thea: İşimiz hayatımızın bir parçası gibi. İkimiz de moda ve sanatla ilgileniyoruz. Dolayısıyla, bir galeriye gittiğimizde de işimizle ilgili fikirler üretmeye başlıyoruz.
Topshop için de tasarım yapıyorsunuz. Mainstream ve niş arasındaki dengeyi nasıl sağlıyorsunuz?
Justin: Topshop’ta Preen markası daha ucuza satılıyor. Tasarımlarımızı beğenen daha genç bir kesime hitap ediyor. Bu genç kesim için Preen’in çok ulaşılmaz ve pahalı olmasını istemiyoruz.
Thea: Topshop için tasarladıklarımızı seyahat koleksiyonu olarak adlandırıyoruz.
Herkes tarafından bilinen mainstream bir marka olmayı mı yoksa fazla göz önünde olmayan niş bir marka olmayı mı tercihe edersiniz?
Justin: Bence bu ikisinin arasındaki dengeyi bulmak önemli olan çünkü tasarım yaparak para kazanıyoruz.
Thea: Fakat mainstream tehlikeli bir kelime. Biz tanınır olmayı tercih ediyoruz. Her koleksiyon için çok az insanın giyeceğini bildiğimiz kıyafetler de tasarlıyoruz. Bunun yanı sıra, birçok insanın giymek isteyeceği tasarımlar da yapıyoruz. Bu dengeyi sağlamak oldukça zor aslında.
Tasarladığınız pantolonlar aralarında Kate Moss’un da bulunduğu birçok ünlünün vazgeçilmezi.
Justin: Thea pantolon tasarımında mükemmeli yakalamak için çok çalıştı.
Thea: Bu işe ilk başladığımızda mağazaya gelen müşterilerin izleyerek öğrendim pantolon tasarımı yapmayı. Özellikle jeanlerde doğru şekli yakalamak çok zor.
Markanızı Preen olarak adlandırmanızın sebebi nedir?
Justin: Ne maskülenliği ne de feminenliği çağrıştıran bir isim olmamasına özen gösterdik.
Thea: Dolayısıyla, çift anlamlı bir kelime olan Preen’i seçtik. İlk koleksiyonumuzdan bu yana kuşlardan ilham aldık. Preen kuşların gagasını temizlemesi anlamına geliyor. Diğer bir anlamı ise üstüne çekidüzen vermek.
Siz tasarladıklarıyla göz önünde olan bir ikilisiniz. Yani star moda tasarımcılarından değilsiniz. Bu kişisel bir tercih mi?
Justin: Biz ünlü olmak için tasarım yapmıyoruz. Bu işi sevdiğimiz için yapıyoruz.
Thea: Tasarladıklarımızın bizim ismimizden daha önemli olduğunu düşünüyoruz.
Erkek koleksiyonunuzu ne zaman tasarlamaya başladınız?
Justin: Bu sezon beşinci koleksiyonumuzu sunduk. Başından beri erkek kıyafetlerinin tasarımıyla da ilgiliydik. Erkekler için tasarım yapmaya başlamadan önce markamızın kimliğinin oluşmasını bekledik.
Thea: Kadın koleksiyonuyla belirli bir yer edindikten sonra erkekler için tasarım yapmaya başladık.
19/06/2007
Amerikan rüyası
Onun gözlerinde mutluluk ve hüzün bir arada ikamet eder. O, kolektif hafızaların en parlak renkli görüntüsü olma özelliğini taşır. Parlak renklerin dünyası Hollywood, Amerikan rüyasını yaratırken en çok onun görkemli görüntüsünü kullandı. Oysa Marilyn Monroe, Amerikan rüyasından çok daha fazlasını ifade ediyordu.
İsmini duyduğunuz anda kulaklarınızda ‘Diamonds Are a Girl’s Best Friend’ şarkısı çınlıyor. Gözünüzün önüne platin sarısı saçlar, kıvrımlı bir vücut ve baygın bakışlar geliyor. Onun filmlerini izlediğinizde gökyüzünden yanlışlıkla yeryüzüne düşen bir yıldızı izliyormuş gibi hissediyorsunuz. Oysa bizleri Hollywood’un ışıltılı dünyasıyla tanıştıran Marilyn Monroe’nun hayatı, içinde yaşadığı dünya kadar ışıltılı olmadı. 1950’lerde Amerikan yaşam tarzını tüm dünyaya sevdirmek için yaratılan Amerikan rüyasının ayrılmaz bir parçasıydı o. Amerika demek Marilyn Monroe demekti. İkisi de uzaktan bakınca çok cazip görünürdü.
Marilyn’den önce
Marilyn Monroe, Norma Jean Mortenson adıyla 1 Haziran 1926’da Los Angeles’da dünyaya gelir. Annesi Gladys Baker psikolojik rahatsızlığından dolayı sık sık akıl hastanesine yatırılan bir kadındır. Babasının kim olduğunu hiçbir zaman öğrenemeyen Norma Jean’in çocukluğu baba figürünün eksikliğini hissederek geçer. Bunun üzerine annesinin psikolojik rahatsızlığı da eklenince sevgisiz ve mutsuz bir çocukluğun tablosu çıkar ortaya.
Norma Jean, çocukluğunu farklı koruyucu ailelerin yanında ve yetimhanelerde geçirir. Annesinin ölümünün ardından onun en yakın arkadaşı Grace McKee’yle birlikte yaşamaya başlar. McKee evlenince 16 yaşındaki Norma Jean’in önünde iki seçenek kalır: yetimhaneye dönmek ya da evlenmek. Norma Jean ikinci şıkkı seçer ve 21 yaşındaki komşusu Jimmy Dougherty’le evlenir. Jimmy’nin İkinci Dünya Savaşı sırasında Güney Pasifik’e gitmesiyle Norma Jean’in hayatında gerçekleşecek olan büyük değişimin sinyalleri çalmaya başlar. Kocasının yokluğunda bir fabrikada çalışmaya başlar. Kadınların savaşa olan katkılarını görüntüleyen fotoğrafçı David Conover onun çalıştığı fabrikaya geldiğinde onun için “Her fotoğrafçının rüyası” der. Conover, Norma Jean’in fotoğraflarını ajanslara yollayarak onun modelliğe başlamasına yardımcı olur. Norma Jean 2 yıl içinde birçok derginin kapağında yer alarak iyi bir model olduğunu kanıtlar. 1946 yılında kocası cepheden döndüğünde Norma Jean kariyeriyle evliliği arasında seçim yapmak zorunda kalır. Dönemin kadınları gibi hayatını kocasının mutluluğuna adamamaya karar verir. Kocasından boşanır boşanmaz Hollywood’a adımını atmayı başarır Norma Jean. Twentieth Century Fox stüdyosunda çalışmaya başlar. Marilyn Monroe ismini alarak Norma Jean ismini stüdyonun kapısının dışında bırakır. Marilyn’in ilk oyunculuk testini kameraya alan sinematograf “Bu kızda sessiz filmlerden bu yana görmediğim bir şey var. Gloria Swanson’ınki gibi olağanüstü bir güzelliğe ve Jean Harlow’unki gibi müthiş bir seksapele sahip” der.
Seks sembolü
Savaş sonrası Amerika altın çağını yaşarken Amerikan halkının yapması gereken tek bir şey vardır, o da tüketmek. Hollywood filmleri önce Amerikalıları ardından da tüm dünyayı tüketime davet eder. Amerikan rüyasının inşası, Hollywood destekli tüketimi ve ışıltıyı pazarlamaktan geçer. Sarışın seks bombası Marilyn Monroe Amerika’ya dair ne varsa içinde barındıran görünümüyle kitleleri büyülemeye başlar.
1947’de ilk filmi ‘The Shocking Miss Pilgrim’le büyülü beyaz perdedeki yerini alır Monroe. ‘Gentelmen Prefer Blondes’ ve ‘How to Marry a Millionare’ filmleriyle ünü Atlantik’in karşı kıyısına kadar uzanır. ‘How to Marry a Millionare’ filminin yapımcısı Nunnally Johson onun için “Niagara Şelalesi ve Grand Kanyon gibi bir doğa olayı. Tek yapabileceğiniz arkanıza yaslanıp huşu içinde onu izlemek” der.
Bu müthiş doğa olayı kariyer basamaklarını tırmanırken üzerine yapıştırılan ‘seks sembolü’ ve ‘aptal sarışın’ etiketlerini umursamaz. 1954’te beyzbol yıldızı Joe DiMaggio’yla evlenerek Tokyo’ya balayına giden Monroe, Vietnam’daki askerler için sahneye çıktığında seks bombası olarak sadece askerlerin değil, tüm dünyanın hafızasına kazınır. “Seks sembolü olmak çok ağır bir yük. Özellikle de yorgun, kırgın ve şaşkınsanız” diyerek bu imajdan sıkıldığının ilk sinyallerini vermeye başlar Monroe. DiMaggio bir seks sembolüyle evli olmanın yükünü taşıyamadığı için çift evlendikten kısa bir süre sonra ayrılır.
Marilyn artık oyunculuğuyla anılmak istediği için bir süre New York’a gider. “Ne salağım ne de herhangi bir kadından daha güzelim ama benim oyunculuk yapamayacağımı düşünüyorlar. Ben de sekstrisi oynayıp duruyorum. Bu kendim için türettiğim bir kelime. Ben aktris değil sekstrisim. ve bu çok acıklı” sözleri Marilyn’in Hollywood’un sahte ışıltısından kaçmak için New York’un yolunu tuttuğunun kanıtı olur. 1956 yılında Marilyn Monroe Productions şirketini kurarak içlerinde Laurence Olivier’la başrolü paylaştığı ‘The Prience and the Showgirl’ filminin de bulunduğu birçok başarılı filme imza atar. Yönetmenliğini Billy Wilder’ın yaptığı ‘Some Like it Hot’ filmiyle en iyi komedi dalında Altın Küre ödülünü alır.
Monroe, New York’ta üçüncü kocası oyun yazarı Arthur Miller’la tanışır. 1956 yılında evlenen çiftin evlilikleri Monroe’nun Amerikan başkanı John F. Kennedy’le ilişki yaşadığına dair çıkan dedikodular yüzünden 1961 yılında sona erer. Arthur Miller, ölümünün ardından Monroe için “Bütün pırıltısına karşın etrafı karanlıkla çevrili gibiydi” der.
Kırılgan güzellik
Monroe’nun seksi imajına karşın gözlerinde Norma Jean günlerinden kalma çocuksu bakışlarını barındırıyor olması onun kırılgan yönünü ortaya koyar. “Topluma ve hatta dünyaya mal olmamın sebebi yetenekli veya güzel olmam değil, hiçbir zaman birine ait olmamam” sözleri onun içindeki boşluğun kanıtı olma niteliği taşır adeta.
Ölümünden önceki son röportajında seks sembolü olmaktan hiç hoşlanmadığını açıklar Monroe. “Seks sembolü bir nesne ve ben bir nesne olmaktan nefret ediyorum” der. Belki Amerikan rüyasını temsil eden bir obje olmaktan sıkıldığı için 5 Ağustos 1962 tarihinde henüz 36 yaşındayken hayatına son verdi. Zaman içinde Amerika’nın yarattığı içi boş efsanelerden biri olmaktan korktu belki de.
“Doğrusunu söylemek gerekirse, ben kimseyi kandırmadım. Sadece insanların kendilerini kandırmalarına izin verdim. Gerçekte kim olduğumu öğrenmek zahmetine katlanmadılar. Tam tersi benim için bir karakter yarattılar. Ben de onlarla tartışmadım. Belli ki benim gerçekte olmadığım birini seviyorlar fakat bir gün bu gerçek ortaya çıkınca beni onları yanıltmakla, hatta kandırmakla suçlayacaklar” diyen Monroe, Amerika’nın onun için yarattığı imajın ötesinde bambaşka özelliklere sahip olduğunu göstermek istedi. Ne yazık ki o, birçoklarının gözünde hala seks bombası ve aptal bir sarışın.
15/06/2007
Bazıları 'sıcak' sever
Türkiye’nin ‘şeker kız’ etiketli sunucu ve oyuncusu Şebnem Dönmez, mit üreticisi Hollywood’un yarattığı doğaüstü güzellik Marilyn Monroe’yla bir araya gelirse ortaya sansasyonel bir görüntünün çıkması kaçınılmaz olur. Ölümünün üzerinden yüzyıllar geçse de Hollywood’un tepesindeki şimal yıldızı olarak parlamaya devam edecek olan Monroe, Amerikan rüyasının temsilcisi. Şebnem Dönmez ise gökyüzünün bir görünüp, bir kaybolsa da daima parlayan yıldızı. Dış güzelliğinin yaydığı ışıktan ziyade içinden gelen güzelliğin ışığıyla etrafını aydınlatmak isteyen bir yıldız Monroe’ya dönüşüyor.
Metamorfoz başlıyor
Şebnem’i Marilyn Monroe’ya dönüştürme çalışmalarına başladığımızda “Bundan 9 yıl önce ‘Cumartesi Gecesi Ateşi’ adlı programda Monroe’nun ‘Diamonds Are a Girl’s Best Friend’ ve ‘My Heart Belongs to Daddy’ şarkılarını söylediğim iki küçük şov yapmıştım. Bütün günü Monroe olarak geçirmek harika olacak” diyor heyecan içinde. Bir gece önce ‘Bak Kim Dans Ediyor?’ yarışmasının finalinin ardından yapılan kutlamaya katıldığı için sabaha karşı 4’te uyumuş olmasına rağmen stüdyoya girdiği andan itibaren etrafına pozitif enerji saçan bir Şebnem var karşımızda. Onun “Pozitif düşünelim her şey yolunda gitsin” cümlesini duydukça çekimin kusursuz geçeceğine dair inancımız gittikçe artıyor.
Şebnem, tam bir ‘show biz’ kadını olarak tanımladığı Monroe’nun feminenlik ve dokunulmazlığı ifade ettiğini söylüyor. 50’li yıllarda kadınları ‘ışıltı’ adlı büyülü kelimeyle, tüm dünyayı da popüler kültürle tanıştıran Monroe, Amerikan rüyasının ebedi temsilcisi olur. O yıllarda popüler kültür olgusu yeni yeni filizlenmeye başlamış olsa da Monroe, şöhretin gelip geçici olduğunu fark ederek “Hollywood öyle bir yer ki, bir öpücük için bin dolar verirler, ruhunuz içinse 50 cent” der.
Şebnem, Monroe’nun seks sembolü yakıştırmalarından ve meta haline gelmekten sıkılmış olmasını çok iyi anladığını söylüyor. Ben de üzerine yapıştırılan ‘şeker kız’ ve ‘seksi kadın’ gibi birbirinin zıttı yaftalardan sıkılıp sıkılmadığını soruyorum. “Tam da bunları düşündüğüm bir dönemde bu soruyu sordun” diyor. Bu sıralar birçok farklı projede karşımıza çıkan Şebnem’e göre sürekli makyajlı ve giyimli olmak bir süre sonra insanın kendini bir meta gibi hissetmesine neden oluyor. “Bence bu metalaşma hali herkese rahatsızlık veriyor. Bir süre sonra ağırlık yapmaya başlıyor. Öyle olmadığını bildiğin halde kendi kendine ‘İnsanlar beni sadece güzel olduğum için mi seviyor?’ sorusunu sormaya başlıyorsun. Yeteneklerimden ve içimdeki ışıktan dolayı sevdiklerini biliyorum.”
Sabah şekerimiz
Türkiye’nin Şebnem Dönmez ismiyle tanışması Şebnem’in Murat Başoğlu’yla birlikte sunduğu ‘Sabah Şekerleri’ programıyla gerçekleşti. Sabah programları reality şovlara dönüşmeden önce hem eğlenceli hem de seviyeli bir programla izleyicilere kendini sevdiren Şebnem, başarısının sırrının doğallık olduğunu düşünüyor. “Özel televizyonların kurulmasıyla birlikte sunuculuk yapmaya başladım. Haberleri, sabah ve akşam programlarını sundum. Sunuculukla ilgili yapılabilecek her şeyi yaptım. ‘Cumartesi Gecesi Ateşi’ çok iyi bir program olmasına rağmen spekülatif işlerin prim yaptığı bir dönemde yayınlandığı için yeterli ilgiyi çekmedi. Bunun üzerine ben de biraz kabuğuma çekilmeye karar verdim. O dönemde oyunculuk yapmaya karar verdim” diyor.
Şebnem’in çok farklı bir enerjisi ve çekim alanı olduğu için ekranlardan uzak kalsa da tekrar döndüğünde her şeyin merkezinde olmayı başarıyor. Ortadan kaybolmak Şebnem’e yarıyor ve her geri dönüşünde yepyeni projelerle izleyicinin karşısına çıkıyor. “Bilinçli olarak geri çekiliyorum. Bir süre sonra her şeyin merkezinde olmak ve dikkatlerin üzerimde toplanması beni kendimden uzaklaştırıyor. O zaman kendi kabuğuma çekiliyorum. Kabuğumda da çok uzun süre kalamıyorum. Enerji topladıktan sonra yeni bir şeyler yapmak istiyorum” diyor gülerek ve ekliyor “Şu an enerjimi toplamış olarak birçok farklı projede yer aldığım bir dönemdeyim.”
Şebnem, birçok işi bir arada yaparken bile magazin basınına en az malzeme veren isimlerden biri. Magazinin kötü olduğunu düşünmediğini ama kendini magazinden koruduğunu söylüyor. Bu korumayı sağlamanın tek yolunun da işini en iyi şekilde yapmak olduğunu biliyor. Dört bir yanımızın popüler kültürle sarılı olması hakkında ne düşündüğünü sorduğumda “Popüler kültürü içinde yaşadığımız bir gerçeklik olarak görüyorum. Onsuz bir hayat düşünülemez. Bir tek, onun getirdiği hızlı tüketime karşıyım. Günümüzde her şeyin çok çabuk tüketiyor olmasının sebebi zamanın sıkışması. Eskiden 4-5 ayda gerçekleşen olaylar 15 gün içerisinde yaşanıp bitiyor. Duygusal ilişkilerden tutun da işle ilgili şeylere kadar bu böyle” cevabını alıyorum. Zamanın sıkışmasından şikayetçi olduğu için bazen zamanı yavaşlatmak istiyorsa da geçmiş ve geleceğin işe yaramaz şeyler olduğunu düşünüyor. Onun için önemli olan şimdiki zaman.
Oyuncu Şebnem
Şebnem’den oyunculukla sunuculuk arasında bir seçim yapmasını isterseniz cevabı “‘Anneni mi daha çok seviyorsun, babanı mı?’ sorusu sorulduğunda hissettiklerimin aynısını hissediyorum” olur. Şebnem hayatında her şeye eşit şans veriyor. Oyuncu olduğu için sunuculuktan vazgeçmiyor. “Kariyer hedeflerimi belirleyerek ilerliyorum. İstediğim işlerin karşıma çıkması konusunda da çok şanslıyım. ‘Bak Kim Dans Ediyor?’ yarışmasının sunuculuk teklifi gelmeden önce danslı bir projenin içinde yer almak istiyordum. Tam sinema filminde oynamak istediğim sırada bir film teklifi geldi. Eylül ayında onun çekimlerine başlıyoruz” diyor.
Şebnem sunuculuk yaptığı dönemde oyunculuk teklifleri almasına rağmen işi öğrenmek gerektiğini düşündüğü için bu tekliflerin hiçbirini kabul etmemiş. Günümüzde ünlülerin önlerine çıkan her fırsatı değerlendirip her projede yer alma istekleri göz önüne alındığında Şebnem’in seçimi oldukça ilginç karşılanabilir. O, işini en iyi şekilde yerine getirmeyi sevenlerden. Bunun için de Bahçeşehir Üniversitesi’nde ileri oyunculuk master programına katılmış. “Program çerçevesinde Demet Akbağ ve Haluk Bilginer’den ders aldım. Oyunculuğum bu programdan sonra çok değişti. Demet Akbağ’dan komediyi, Haluk Bilginer’den de sahne üzerinde oyunculuğu öğrendim. İkisiyle de sinema filminde oynama şansına sahip oldum. Onlar benim hem hocalarım hem de rol arkadaşlarım oldu” diyor.
Oyunculuğu içinde yanan bir kıvılcıma benzetiyor. “Bu kıvılcım artık aleve dönüşüp yanmaya başladı. Bir karaktere bürünüp insanların hayatını etkileyecek filmler yapmak harika bir şey. İnsanlar bir kitap okur veya bir film izler ve hayatları değişir. Ben de öyle bir filmde oynamak istiyorum ki bu filmi seyredenlerin hayata bakış açısı değişsin.”
Görünenin ötesi
Erken yaşta gelen ün ve başarı insanın ayaklarının yerden kesilmesine neden olabilir. Şebnem’in yer çekimiyle arasının nasıl olduğunu öğrenmek istiyorum. “Ayaklarımın yerden kesildiği dönemler oldu tabi ki ama geriye dönülmez hatalar yapmadım. Her zaman ne istemediğimi çok iyi biliyordum. Hepimizin içinde bir erkek ve bir kadın olduğuna inanıyorum. Benim içimdeki erkek biraz ön planda. Onun için de güçlü bir karakterim. Bu sayede 16 yaşımdan bu yana çok zor bir ortamın içinde çok korunaklı kalarak ilerlemeyi başardım. Erken yaşta tanıştığım ün bazen yerimde saymama neden olmuş olabilir. Dışardan bakınca duraklama gibi görünen bir dönem geçirmiş olabilirim ama bu benim kendimi bulmamı sağladı. Bu dönemler kendimi şarj ettiğim dönemlerdi” diyor.
Günümüzde insanlar en çok görüntülerine göre kategorize edilirken Şebnem, gerçek güzelliğin görüntüde olmadığına inanıyor. “Güzelliğiyle ilgili bir kadınım. Aynanın önünden geçerken yansımama bakarım ama yaşlanmaktan korkmuyorum. Dünyaya belli bir süre için geldiğimizi kabul etmek lazım. Gerçek güzellik insanın içinde gizli.”
Şebnem’in görüntülerin ötesindeki güzelliği keşfedebilmesinde Hindistan’a yaptığı yolculuğun etkisi olduğunu düşünüyorum. Hindistan’ın ona şekilsiz olmayı öğrettiğinden bahsederken buna gerçekten inandığını bakışlarından okuyabiliyorum. Hindistan’da geçirdiği iki aylık süreci spiritüel bir yolculuk olarak tanımlıyor. “Çok ünlü ve herkesin tanıdığı bir insanken Hindistan’da bir dağın başında kimsenin tanımadığı insan olabiliyorum. Orası bana bu iki uçta noktada da kendimi aynı değerde görmeyi öğretti. Sen kendini seviyorsan her şekilde kendini kabul edersin. Başarılı da olsan başarısız da olsan değerinden bir şey kaybetmezsin.”
Görüntülere ve yüzeyselliğe tutsak hale gelmemizin global etkileri olduğunu düşünüyor Şebnem. “Küresel ısınmanın bunların bir sonucu olduğunu düşünüyorum. Yüzeysellik insanları hızlı tüketmeye itiyor. Üzerinde yaşadığımız toprağa zarar vermeye başladık.” Bu sözleri duyunca dünyanın dikkatini küresel ısınmaya çekmek için gerçekleştirilen ‘Live Earth’ projesinin basın sözcüsü olarak Şebnem’in seçilmesinin çok doğru bir karar olduğunu anlıyorum. O, gerçek bir doğasever. “Bu organizasyon kapsamında söylediklerim öylesine söylenmiş sözler olmayacak. İnsanları biraz daha bilinçli olmaya çağırmak gibi bir görevim var. Dünyanın sadece 6 senesi kaldığını unutmamalıyız” diyor.
Şebnem’in dünyası
Şebnem, kendine zaman ayırmaktan ve kendine ait bir hayat yaşamaktan çok büyük mutluluk duyuyor. Evde zaman geçirmeyi, kitap okumayı ve yürüyüş yapmayı seviyor. “Bunları yapmazsam popüler kültürün içinde olma hali dayanılmaz bir şey olur. Yalnızlık alanları oluşturmazsam beğenilme ve takdir edilme bir süre sonra hoşuma giden bir şey olmaktan çıkıyor. Çok övülmeye de yerilmeye de inanmıyorum. Başkalarının benim hakkımdaki fikirlerinden ziyade benim kendimle ilgili ne hissettiğime önem veriyorum” diyor.
Kendine zaman ayırmayı bu kadar seven Şebnem’in çocuk sahibi olma fikrine sıcak bakıp bakmadığını merak ediyorum. “Çocuklarım olsun istiyorum ama bunun bir his meselesi olduğunu düşünüyorum. ‘Tamam şimdi’ dersin ve çocuk yapmaya karar verirsin. İşimi hayatımın sonuna kadar yapmak istiyorum ama çocuk sahibi olup bir aile kurmayı da planlıyorum.”
Sıcakkanlı ve arkadaş canlısı bir insan olmasına rağmen çevresinde çok fazla insan olmadığını söylüyor Şebnem. “Dostluk kurmak için zamana ihtiyacım oluyor. Bu, bilinçli olarak yaptığım bir şey değil. İnsanları hayatıma çok kolay sokamıyorum. Bu şekilde kendimi koruma altına alıyorum sanırım. Benim tanımadığım, hakkında hiçbir şey bilmediğim, hayatımda hiç görmediğim insanlar benim hakkımda bir sürü şey biliyor. 6 aydır tanıdığım bir arkadaşım ‘Seni 12 senedir tanıyorum’ dedi. Bu biraz korkutucu bir şey” diyor. Yeni tanıştığı insanlarla arkadaşlıklarında karşı tarafın her şeye 1-0 önde başladığını söylediğimde ikimiz de gülüyoruz. Şebnem kendi sahasında yenilse bile bu durumu gülen gözlerle karşılayacağına şüphem yok.
05/06/2007
Beş çayına misafir var
Piknik yapmak için Hyde Park’a gittiğiniz bulutların güneşi kovaladığı puslu bir Londra gününde çimenlerin üzerine pötikareli masa örtünüzü sermiştiniz. Masa örtüsünün üzerine piknik sepetinizi koyup sepetin içinde bir paket pötibör çıkartmıştınız. Pötikareli masa örtünüzün üzerinde pötibörünüzü çaya batırarak yemiştiniz. Şimdi iade-i ziyaret zamanı. Pötikare ve pötibörü ağırlamaya hazır mısınız? Öyleyse, açın gardırobunuzun kapaklarını sonuna kadar.
Pötikare çocuksu bir desen diyenlere kulak asmayın. Kırmızı-beyaz pötikareliler her daim genç hissedenler için ideal seçim. Çocuk ruhlular pötikare-tütü-fiyonk üçlüsünü severek giyebilir. Pötikareli ve tütülü etek ve elbiseler yüksek dolgu topuklu ayakkabılarla giyildiğinde çocuksuluktan eser kalmaz. “Bu kadar iddialı olamam” diyenler tercihlerini pötikareli bir ceket veya ayakkabıdan yana kullanabilirler.
Bir yanda iddiadan köşe bucak kaçanlar, diğer yanda da sadelikten yana olanlar var. Bir de “Nereye gidersem gideyim tüm gözler benim üstümde olsun”cular bulunuyor. Bu gruptakilere pötikareyle farklı desenleri karıştırmalarını öneriyorum. Örneğin, pötikareli bir eteği puantiyeli bir gömlekle giyebilirsiniz. Üzerinizde bu farklı desenleri barındırırken ayağınıza daha sade bir babet giymeniz gerektiğini unutmamalısınız.
01/06/2007
Soyunma kabininde bir gerilla
Post modernizm, ‘high art’ ve ‘low art’, ‘high fashion’ ve ‘street fashion’ arasındaki sınırları silerek bizleri Baudrillard’ın deyimiyle ‘hyperreal (yüksek gerçek)’ bir dünyayla tanıştırdı. Baudrillard’ın gerçekte var olmayan bir şeyin simulasyonu olarak tanımladığı hyperreal kavramı doğrultusunda sanat ve modanın iç içe geçmesi hiç de şaşırtıcı değil. 1960’larda Andy Warhol’la birlikte popüler kültüre kapılarını açan sanat dünyası günümüzde modayı ağırlıyor. Modayla sanatın el ele vermesi karşısında kaşlarını çatanlar olsa da gerilla moda fotoğrafçısı Elle Muliarchyk “Moda ve sanat gelişmek için işbirliği içinde olmalılar” diyor. Huzurlarınızda Elle’in hyperreal dünyasından yansıyanlar…
Kendinizi gerilla moda fotoğrafçısı olarak tanımlıyorsunuz. Büyük markaların soyunma kabinlerine girip kendinizi fotoğraflama fikri nasıl ortaya çıktı?
Kariyerimin en önemli moda çekimini yapmak üzere hazırlandığım bir günde tamamen tesadüfi bir şekilde ortaya çıktı bu fikir. Patrick Demarchelier’le yapılacak çekim için aynanın karşısında prova yapıyordum. Evde şık ve pahalı kıyafetlerim olmadığı için bu provayı yeterince ilham verici bulmadım. Ben de şık bir butiğe gidip provamı soyunma kabininde yapmaya karar verdim. Orada harika bir poz yakaladım ve aynı pozu moda çekiminde de tekrar edebilmek için kendimi fotoğrafladım. Moda çekimi sırasında son derece masumane bir şekilde Patrick’e fotoğrafımı gösterip “Böyle bir poza ne dersin?” dedim. Genelde bir modelin fotoğrafçıya böyle bir şey söylemesi fotoğrafçıyı rencide eder. Patrick şişkin bir egoya sahip olmadığı için fotoğrafı çok beğendiğini söyledi ve bunu yapmaya devam etmem konusunda beni yüreklendirdi. Ben de bu işi çok sevdim. Normalde bir grup insanın gerçekleştirdiği çekimleri kendi başıma ve sadece kendim için yapmak harika bir duygu.
Soyunma kabinlerinde fotoğraf çekmenin anarşist bir tarafı var mı?
Ucuzla pahalı arasındaki çizgiyi belirsizleştirdiğim için yaptığım şey için anarşist diyebiliriz. Pek çoğumuzun ancak yılda bir kez alışveriş yapabildiği bir mağazaya gidip bir sürü kıyafet deneyip kendimi fotoğraflıyorum ve sanki onlara sahip olmuş gibi hissediyorum. Lüks moda endüstrisi, tasarımlarının etrafında ‘exclusive’ bir hava yaratmaya çalışırken ben bu kıyafetleri neredeyse değersiz hale getiriyorum. Kıyafetlere gaz maskesi, kocaman bir ayı ya da bir kutu donut eşlik edebiliyor. Bu kıyafetler siz onları üzerinizde giydiğinizde değer kazanıyor. Ben tek kuruş ödemeden onların değerine sahip olmaya cüret ediyorum.
Mağaza çalışanları soyunma kabininde çekim yaptığınızı fark ettiklerinde nasıl tepki veriyorlar?
Fotoğraf çekerken yakalanırsam bu durum mağaza çalışanları tarafından anlayışla karşılanmıyor. Yani, yaptığım işin risksiz olduğunu söylemek zor. New York’taki Bottega Veneta mağazasının soyunma kabininde üzerimde kombinezon ve saçımda mavi perukla yakalandığımda mağaza çalışanı porno film çektiğimi zannettiği için polise haber verdi. Londra Knightsbridge’deki Roberto Cavalli mağazasında üzerimde Cavalli elbiseyle yere uzanmış haldeyken satış elemanı kapıyı açmaya çalıştı. Kapı kafama çarpınca bayıldım. Mağazalarda bunlar gibi birçok garip olay başıma geldi ve gelmeye devam ediyor.
Soyunma kabinlerinin halka açık alanlar olması buraları projeni gerçekleştirmek için daha cazip yerler haline mi getiriyor?
Kesinlikle. Bütün çekimlerimi halka açık alanlarda yapmak istiyorum.
New York’ta modellik yapmak nasıldı? Giydiğiniz pahalı kıyafetlere sahip olmak için dayanılmaz bir istek duyuyor muydunuz?
Modeller kıyafetleri işlerinin bir parçası olarak görüyor. Defilelerde her şey o kadar hızlı gerçekleşiyor ki giydiğimiz kıyafetlere son bir kez aynada bakmaya fırsatımız bile olmuyor. Dolayısıyla, kıyafetlere aşık olacak kadar vakit bulamıyoruz. Bunu mesleki deformasyon olarak adlandırabiliriz. Dondurma satan birinin dondurmaya karşı duyduğu isteğin azalmasıyla aynı şey.
Kendinizi pahalı kıyafetlerle fotoğraflarken onlara sahipmişsiniz gibi hissederek hayallerinizi mi gerçekleştiriyorsunuz?
Bir bakıma öyle diyebiliriz. Kıyafetleri denediğimde onlara sahip olma arzusundan uzaklaşıyorum. Onları giydiğimde kendimi özgür hissediyorum. Başkalarının beklentilerini karşılamaya çalışmıyorum. Hayatımız başkalarının beklentilerini karşılamaya çalışmakla geçiyor. Özgürken güzel şeyler yaratabilmek nihai hayalimdi ve ben bunu gerçekleştirdim.
Fotoğraflarınızla moda ve sanat arasındaki çizgiyi belirsizleştirmeye mi çalışıyorsunuz?
Kesinlikle. Soyunma kabinlerinde kendimi fotoğraflamaya başladığımda aklımda böyle bir şey yoktu. Yaratıcılık cıva gibi. Üzerimde ne kadar baskı olursa o kadar farklı fotoğraflar çekmeye başladım. Moda ve sanatı siyam ikizleri olarak tanımlıyorum. Andy Warhol ‘high art’ ile popüler kültürü bir araya getirdiğinde çok ses getirmişti. “Popüler kültürle sanat bir araya gelebilir mi?” tartışması yerini “Moda sanat mıdır?” sorusunun cevabının arandığı tartışmaya bıraktı.
Bir soyunma kabininde yaptığınız en çılgınca şey neydi?
New York’taki Chanel mağazasının soyunma kabinine Central Park’tan topladığım yaprakları koyup üzerimdeki 6000 dolarlık ipek elbiseyle yere uzandım. Yeri ve elbiseyi temizlerken çok zorlanmıştım.
Türkiye’ye geldiğinizde hangi mağazalarda fotoğraflarınızı çektiniz?
Ne yazık ki Türkiye’ye projeme başlamadan önce geldim. Eğer orada bir çekim yapacak olsaydım soyunma kabininde birkaç yakışıklı Türk erkeğinin beni kutsal bir objeymişim gibi yatay pozisyonda havaya kaldırmalarını isterdim. Bu, Avrupalı kızların Türkiye’ye geldiklerinde birçok erkek tarafından kovalandığı inancına komik ve alaycı bir yaklaşım olurdu.
Fotoğraflarınız Cindy Sherman, Vanessa Beecroft ve Lee Miller gibi efsanevi sanatçıların işleriyle kıyaslanıyor. Bu konuda neler hissediyorsunuz?
Bu isimlerle kıyaslanmak gurur verici. Onlar, diğer kadın sanatçılara çağdaş sanat dünyasının kapılarını açtılar. Yaptıklarını çok ilham verici buluyorum.
Hangi fotoğrafçılardan ilham alıyorsunuz?
En çok beğendiğim fotoğrafçılar Nobuyoshi Araki ve Mario Sorrenti. Patrick Demarchelier’in fotoğraflarının zamansızlığına bayılıyorum. Fotoğrafların hayatın özünü yakalayıp tarif etme gücü var. Kelimelerle ifade edemediklerimizi fotoğraflarla anlatabiliriz. Bunu en iyi şekilde gerçekleştiren fotoğrafçıysa Gareth McConnell.
Fotoğraflarınızla moda dünyasıyla dalga geçmeye çalışıyor musun?
Hayır. Moda dünyası korkunç bir endüstri olmasına rağmen bu endüstriye saygı duyuyorum. O kadar çok insan ellerinden gelenin en iyisini yapmak için uğraşıyor ki bu modaya saygı duymadan edemiyorum.
Moda tasarımcıları gerilla moda fotoğrafçılığına nasıl tepki veriyor?
New York Times’da hakkımda yayınlanan makalenin ardından Soho’daki Via Bus Stop adlı mağazada fotoğraflarımdan oluşan bir sergi açıldı. Açılış partisinde Mario Sorrenti çektiğim fotoğrafları beğendiğini söylediğinde sevinçten ağlayacaktım. Şu an Londra’da ressam Lucian Freud’un kızı ve Sigmund Freud’un torununun torunu olan moda tasarımcısı Bella Freud’un koleksiyonunun çekimlerini yapıyorum. Bella, son üç sezondur koleksiyonunu yönetmenliğini John Malkovich’in yaptığı kısa filmlerle tanıtıyordu. Bu sezon benimle çalışmak istemesi çok heyecan verici. Bella benim estetik anlayışıma güvendiği için çekimi istediğim şekilde yapmama izin verdi. Ben de bütün çekimi soyunma kabinlerinde çektiklerim gibi kurgulayarak yaptım.