19/06/2007

Amerikan rüyası

Onun gözlerinde mutluluk ve hüzün bir arada ikamet eder. O, kolektif hafızaların en parlak renkli görüntüsü olma özelliğini taşır. Parlak renklerin dünyası Hollywood, Amerikan rüyasını yaratırken en çok onun görkemli görüntüsünü kullandı. Oysa Marilyn Monroe, Amerikan rüyasından çok daha fazlasını ifade ediyordu.

İsmini duyduğunuz anda kulaklarınızda ‘Diamonds Are a Girl’s Best Friend’ şarkısı çınlıyor. Gözünüzün önüne platin sarısı saçlar, kıvrımlı bir vücut ve baygın bakışlar geliyor. Onun filmlerini izlediğinizde gökyüzünden yanlışlıkla yeryüzüne düşen bir yıldızı izliyormuş gibi hissediyorsunuz. Oysa bizleri Hollywood’un ışıltılı dünyasıyla tanıştıran Marilyn Monroe’nun hayatı, içinde yaşadığı dünya kadar ışıltılı olmadı. 1950’lerde Amerikan yaşam tarzını tüm dünyaya sevdirmek için yaratılan Amerikan rüyasının ayrılmaz bir parçasıydı o. Amerika demek Marilyn Monroe demekti. İkisi de uzaktan bakınca çok cazip görünürdü.
Marilyn’den önce
Marilyn Monroe, Norma Jean Mortenson adıyla 1 Haziran 1926’da Los Angeles’da dünyaya gelir. Annesi Gladys Baker psikolojik rahatsızlığından dolayı sık sık akıl hastanesine yatırılan bir kadındır. Babasının kim olduğunu hiçbir zaman öğrenemeyen Norma Jean’in çocukluğu baba figürünün eksikliğini hissederek geçer. Bunun üzerine annesinin psikolojik rahatsızlığı da eklenince sevgisiz ve mutsuz bir çocukluğun tablosu çıkar ortaya.
Norma Jean, çocukluğunu farklı koruyucu ailelerin yanında ve yetimhanelerde geçirir. Annesinin ölümünün ardından onun en yakın arkadaşı Grace McKee’yle birlikte yaşamaya başlar. McKee evlenince 16 yaşındaki Norma Jean’in önünde iki seçenek kalır: yetimhaneye dönmek ya da evlenmek. Norma Jean ikinci şıkkı seçer ve 21 yaşındaki komşusu Jimmy Dougherty’le evlenir. Jimmy’nin İkinci Dünya Savaşı sırasında Güney Pasifik’e gitmesiyle Norma Jean’in hayatında gerçekleşecek olan büyük değişimin sinyalleri çalmaya başlar. Kocasının yokluğunda bir fabrikada çalışmaya başlar. Kadınların savaşa olan katkılarını görüntüleyen fotoğrafçı David Conover onun çalıştığı fabrikaya geldiğinde onun için “Her fotoğrafçının rüyası” der. Conover, Norma Jean’in fotoğraflarını ajanslara yollayarak onun modelliğe başlamasına yardımcı olur. Norma Jean 2 yıl içinde birçok derginin kapağında yer alarak iyi bir model olduğunu kanıtlar. 1946 yılında kocası cepheden döndüğünde Norma Jean kariyeriyle evliliği arasında seçim yapmak zorunda kalır. Dönemin kadınları gibi hayatını kocasının mutluluğuna adamamaya karar verir. Kocasından boşanır boşanmaz Hollywood’a adımını atmayı başarır Norma Jean. Twentieth Century Fox stüdyosunda çalışmaya başlar. Marilyn Monroe ismini alarak Norma Jean ismini stüdyonun kapısının dışında bırakır. Marilyn’in ilk oyunculuk testini kameraya alan sinematograf “Bu kızda sessiz filmlerden bu yana görmediğim bir şey var. Gloria Swanson’ınki gibi olağanüstü bir güzelliğe ve Jean Harlow’unki gibi müthiş bir seksapele sahip” der.

Seks sembolü
Savaş sonrası Amerika altın çağını yaşarken Amerikan halkının yapması gereken tek bir şey vardır, o da tüketmek. Hollywood filmleri önce Amerikalıları ardından da tüm dünyayı tüketime davet eder. Amerikan rüyasının inşası, Hollywood destekli tüketimi ve ışıltıyı pazarlamaktan geçer. Sarışın seks bombası Marilyn Monroe Amerika’ya dair ne varsa içinde barındıran görünümüyle kitleleri büyülemeye başlar.
1947’de ilk filmi ‘The Shocking Miss Pilgrim’le büyülü beyaz perdedeki yerini alır Monroe. ‘Gentelmen Prefer Blondes’ ve ‘How to Marry a Millionare’ filmleriyle ünü Atlantik’in karşı kıyısına kadar uzanır. ‘How to Marry a Millionare’ filminin yapımcısı Nunnally Johson onun için “Niagara Şelalesi ve Grand Kanyon gibi bir doğa olayı. Tek yapabileceğiniz arkanıza yaslanıp huşu içinde onu izlemek” der.
Bu müthiş doğa olayı kariyer basamaklarını tırmanırken üzerine yapıştırılan ‘seks sembolü’ ve ‘aptal sarışın’ etiketlerini umursamaz. 1954’te beyzbol yıldızı Joe DiMaggio’yla evlenerek Tokyo’ya balayına giden Monroe, Vietnam’daki askerler için sahneye çıktığında seks bombası olarak sadece askerlerin değil, tüm dünyanın hafızasına kazınır. “Seks sembolü olmak çok ağır bir yük. Özellikle de yorgun, kırgın ve şaşkınsanız” diyerek bu imajdan sıkıldığının ilk sinyallerini vermeye başlar Monroe. DiMaggio bir seks sembolüyle evli olmanın yükünü taşıyamadığı için çift evlendikten kısa bir süre sonra ayrılır.
Marilyn artık oyunculuğuyla anılmak istediği için bir süre New York’a gider. “Ne salağım ne de herhangi bir kadından daha güzelim ama benim oyunculuk yapamayacağımı düşünüyorlar. Ben de sekstrisi oynayıp duruyorum. Bu kendim için türettiğim bir kelime. Ben aktris değil sekstrisim. ve bu çok acıklı” sözleri Marilyn’in Hollywood’un sahte ışıltısından kaçmak için New York’un yolunu tuttuğunun kanıtı olur. 1956 yılında Marilyn Monroe Productions şirketini kurarak içlerinde Laurence Olivier’la başrolü paylaştığı ‘The Prience and the Showgirl’ filminin de bulunduğu birçok başarılı filme imza atar. Yönetmenliğini Billy Wilder’ın yaptığı ‘Some Like it Hot’ filmiyle en iyi komedi dalında Altın Küre ödülünü alır.
Monroe, New York’ta üçüncü kocası oyun yazarı Arthur Miller’la tanışır. 1956 yılında evlenen çiftin evlilikleri Monroe’nun Amerikan başkanı John F. Kennedy’le ilişki yaşadığına dair çıkan dedikodular yüzünden 1961 yılında sona erer. Arthur Miller, ölümünün ardından Monroe için “Bütün pırıltısına karşın etrafı karanlıkla çevrili gibiydi” der.

Kırılgan güzellik
Monroe’nun seksi imajına karşın gözlerinde Norma Jean günlerinden kalma çocuksu bakışlarını barındırıyor olması onun kırılgan yönünü ortaya koyar. “Topluma ve hatta dünyaya mal olmamın sebebi yetenekli veya güzel olmam değil, hiçbir zaman birine ait olmamam” sözleri onun içindeki boşluğun kanıtı olma niteliği taşır adeta.
Ölümünden önceki son röportajında seks sembolü olmaktan hiç hoşlanmadığını açıklar Monroe. “Seks sembolü bir nesne ve ben bir nesne olmaktan nefret ediyorum” der. Belki Amerikan rüyasını temsil eden bir obje olmaktan sıkıldığı için 5 Ağustos 1962 tarihinde henüz 36 yaşındayken hayatına son verdi. Zaman içinde Amerika’nın yarattığı içi boş efsanelerden biri olmaktan korktu belki de.
“Doğrusunu söylemek gerekirse, ben kimseyi kandırmadım. Sadece insanların kendilerini kandırmalarına izin verdim. Gerçekte kim olduğumu öğrenmek zahmetine katlanmadılar. Tam tersi benim için bir karakter yarattılar. Ben de onlarla tartışmadım. Belli ki benim gerçekte olmadığım birini seviyorlar fakat bir gün bu gerçek ortaya çıkınca beni onları yanıltmakla, hatta kandırmakla suçlayacaklar” diyen Monroe, Amerika’nın onun için yarattığı imajın ötesinde bambaşka özelliklere sahip olduğunu göstermek istedi. Ne yazık ki o, birçoklarının gözünde hala seks bombası ve aptal bir sarışın.

No comments:

Post a Comment